Zeliş Çoban [1]
Çizgisiz Defter, Akif Emre’nin Büyüyen Ay Yayınları’nca ilk basımı 2016’da yapılan düşünce, anlatı, gezi türü eseridir. Akif Emre 1957 yılında Kayseri’de doğdu. Kültür dünyamıza yazar, editör, yönetici, yayın yönetmeni, danışman, koordinatör, mütercim, gazeteci, belgesel film yönetmeni ve yapımcısı, yayınevi ve haber sitesi kurucusu olarak dergi, gazete, ansiklopedi, yayınevi, vakıf, televizyon kanalı, haber sitesi gibi mecralarda 2017 yılındaki vefatına kadar emek verdi. Yayımlanan kitapları Göstergeler (1997), İzler (2001), Küreselliğin Fay Hattı (2002), Çizgisiz Defter (2016), Müstağrip Aydınlar Yüzyılı, Gölgeli Kelimeler Ödünç Alınmış Hayaller (2017), Aliya (2019), İstanbul’u Yeniden Düşünmek ve Erguvanname (2019) Söyleşiler (2019) adlarını taşır. Belgesel çalışmaları arasında en bilineni 2010-2011 tarihli Elveda Endülüs: Moriskolar adlı yapımdır. Kitap, Akif Emre’nin 2001-2015 tarihleri arasında birçoğu dergi ve gazetelerde yayımlanmış, belirli coğrafyalara dair yinelenen yolculuklarındaki gözlemlerini, o bölgelere olan ilgi ve düşüncelerini aktaran yazılarını bir araya getiriyor. Yazar tarafından çekilmiş fotoğraflar seçilen güzergâhlarda okuyucunun istifadesine sunuluyor.
Önsözünde, Akif Emre kitabın muhtevasını oluşturan yolculuklarının gayesini şu sözlerle açıklıyor: “Yolculuk önümde açılan çizgisiz bir defterdir… Defalarca gördüğümüz yerlere sefer ederken de ilk kez keşfedilmenin mahremiyetini, masumiyetini telkin eden ilk yolculuğa dönüşür… Belli mekânlara, coğrafyalara dair tekrar tekrar düşülen notlar yazarının içinde değişmeyen arayışın izlerini taşır”.
Kitabın ilk bölümü “Allahaısmarladık Kalbim: Endülüs” başlığını taşıyor. Endülüs [2] Akif Emre’yi her seferinde farklı veçhesiyle, yeni kapılar aralayarak, farklı çağrışımlarla bir ukde halinde yoklamış ve çeşitli tarihlerdeki pek çok yazısına konu olmuş. Bu yazılarda sadece ruhanî ve duygusal değil tarihsel arka plan, mimari, sanat, günlük yaşam pratikleri, insan hikâyeleri, coğrafya temelli objektif bir fikrî takip var. Bir milyon Endülüs Müslüman’ının 1609 yılında topluca İspanya’dan sürülmesinin, Müslüman olduğunu gizlemek durumunda kalanların engizisyon işkencesine maruz kalmasının 400. yılında kaleme alınan yazılarda nostaljik bir ağıt değil, gerçekçi ve umutlu bir gelecek tasavvuru, hak arayışı var. Geçmişle yüzleşmek ve gecikmiş bir özrü talep etmek, inkârın işlenen suçu ortadan kaldırmadığının tespiti var. Geçmişteki varlığından pek çoğumuzun habersiz olduğu Endülüs idealini kurgulayan Blas İnfante [3]’nin ilham verici mücadelesinin hatırlanışı var. İstanbul’a dair yazıda Endülüs’ün konusu geçiyor; Paris yazısında İstanbul’un ve yine Endülüs’ün. Kırım’ın düşüşü Endülüs‘ün düşüşüne benzer görülüyor. Bu durum coğrafî seferden çok fikrî seferi çağrıştırıyor. Yazarın zihni içindeki yolculukta bilgi ve inanç temelli çağrışımlarla, şehirlere dair toplumsal, kültürel, sanatsal ve tarihî kavramlar iç içe geçen daireler çiziyor.
Endülüs’e gösterdiği hassasiyeti paylaşan Kudüs, yazar için “Müslüman bilincin sürekli diri tutması gereken bir emanettir. Ona göre “Kudüs’ün tutsaklığı aslında İslâm dünyasının bedenen ve zihnen rehin alınışını hatırlatmalıdır”. Kudüs çarşısını “şehrin kalbi”, Arap esnafı ise şehri “savunan” ve dolayısıyla “hayatın bedelini peşin ödeyenler” olarak niteliyor. Roger Garaudy ve Filistinli eşi Leyla Garaudy’i Filistin mücadelesine verdikleri güçlü destekle okuyucuya hatırlatıyor. “Kudüs hepimizin gündemidir” cümlesiyle Kudüs’ün Filistinliler ve Arapların meselesine indirgenmesi hatasına dikkat çekiyor.
Akif Emre’nin seyahat ettiği şehirlerle ilgili yüksek bir farkındalık ve önceden belirlenmiş hedefleri var. Ziyaretgâhlarında yazarın bakışının çok keskin ve seçici olduğu gözlemleniyor. Seyahatten murat onun için kimi zaman farkındalığının sağlamasını yapmak ya da şaşırmak kimi zaman ise bakışını güncellemek ya da zenginleştirmek. Bir yere ne niyetle ve hangi zihni hazırlıkla gidildiği o seyahatten kazanımı azami hale getiriyor. Okuyucu kendi seyahatlerindeki amaç ve neticelerle ister istemez Akif Emre’ninkileri karşılaştırıyor ve bazen mahcubiyetle uyanıyor.
Kitabın “Batı’ya Düşen Gölge” bölümünde “Avrupa’da Üç Minare” başlıklı yazısında, üç büyük Avrupa başkenti Paris, Berlin, Londra merkez camileri arasında işaret ettiği ortak nokta bu camilerin salt varlıkları ve birer davet mekânı olma işlevleriyle kendisinde uyandırdığı hoşnutluk duygusu, farklılık noktası ise mimari detaylar olarak karşımıza çıkıyor. “Şu Bizim Rumeli” bölümü söze Selanik’ten başlıyor. Hani suyun karşı yakasında İzmir’e denk gelen Selanik, şimdilerde tavernalara dönüştürülmüş yağ depoları ve limanlarıyla eski dönemlerin ticaret merkezi olan, II. Abdülhamid’in sürgün edildiği Alatini Köşkü’ne ev sahipliği yapan, Meşrutiyet’in ilanını sağlayan Hareket Ordusu’nun yola çıktığı şehir. Şehrin minarelerinden duyulan rahatsızlık, 1925 tarihli kanunla tümünün yıkılışı, ortak kültürün ürünü Rebetika şarkılarının yasaklanması bir medeniyetin paylaşılmasının hatırdan çıkışının göstergesi: Türk mü? Yunan kahvesi mi? çekişmesi yazarın deyimiyle “Selanik Fragmanlarını” oluşturuyor. Bosna‘ya dair yazılarda, yazar Saraybosna’nın Başçarşısı’nda geleneğin yaşamasına, şehrin manevî korunmuşluğunun fiziken ele geçirilmesine imkân vermemesine ve Başçarşı’nın insanla, insan yaşantısıyla bütünleşmesine dikkat çekiyor. Bakışlarını meydan çeşmesinde, Hüsrev Bey Camii’nde, Moriçe Han’da gezdirirken Tezakir’inde Bosna gözlemlerini aktaran Cevdet Paşa’yı anımsıyor. Yazar, Boşnaklar hakkında “ahlakı bozulmamış Âdemler”, “temiz fıtrat sahibi insanlar”, “asil ruhlu ve İslâm’ı en iyi yaşayan toplum” gibi sıfatları kullanıyor ve alıntılıyor.
Tarihte on kez soykırıma uğramış olan bu halkın geçmişte bir dönem yaşadığı mutlu günlerinin bugün de kilitlenmiş ve aleyhlerine kurgulanmış bir siyasal sistem ve üzerlerindeki ekonomik baskı yoluyla gölgelendiğini vurguluyor. Yazar genelde Balkanların, özelde Bosna’nın Osmanlı, Doğu Avrupa, Sovyet ve milliyetçilik etkileri içeren çok katmanlı geçmişinin bu yazıları kaleme aldığı dönemde karşılaşılan etnik ve dini gerilim ve çatışmaların, ama aynı zamanda kültürel zenginliğin temelini oluşturduğuna inanıyor. Meşa Selimoviç’in Derviş ve Ölüm romanından yansıyan kimlik bunalımı, toplumunun inancı üzerindeki sekülerleşme baskısı yazara göre yine de Boşnak toplumunun ümitvar olmasına engel değil ve bu ümidin en büyük kaynağı ise “Bilge Kral” ve Balkanlar’ın “son Osmanlısı” Aliya İzzetbegoviç’tir. Hırvatların yok etmeye çalıştığı Neretva nehri üzerindeki Mostar Köprüsü’nün orijinal taşlar kullanılarak aynı teknikle yeniden inşasını Bosna’nın mimari ve kültürel direnişinin sembolü olarak görürken, Balkan tekkelerini konu alan yazısında İgman Dağındaki cami ve tekkenin Boşnak direnişinin bu simge bölgesinde olmasını ise hiç yadırgamıyor.
Yazar Arnavutluk’ta pek çoğumuzda var olan nüfusun çoğunluğunun Müslüman olduğu ilgisinin ülkede hâkim hava ile uyuşmadığına, Katolikleşme denilebilecek bir etkinin kuvvetlenmesinin, Arnavut Cumhurbaşkanının ülkedeki Müslüman oranının ancak yüzde 35 olduğu iddiasınca da desteklenmesine, farklı din ve mezheplerin ve misyonerliğin toplumu Müslüman kimliğinden uzaklaştırmasına dikkat çekiyor. Arnavut ders kitaplarından Yunanlarla ilgili düşmanca ifadelerin Yunanistan’ın özel çabasıyla çıkarılmış olmasına karşın, Osmanlı ve Türklerle ilgili benzer söylemlerin yaygınlığına, buna örnek eylemlerden biri olarak Arnavutçadan Türkçe kelime ve isimlerin ayıklanmasına ve AB’nin ekonomik ve siyasi etkisinin artmasıyla, Türkiye’nin geçmişine sahip çıkmak için etkili politikalar üretmesinin önemine vurgu yapıyor. Yazar Arnavutların Arnavutluk, Makedonya ve Kosova’daki güçlü nüfus varlığının doğru bilinmesini önemsiyor.
Akif Emre bölgede kendini üstün gören Türkçülük, Arnavutçuluk ya da her türlü milliyetçilikten öte tarihî ve kültürel mirasın tüm bileşenlerini kucaklayan bir anlayış benimsenmesinin gerekliliğini hatırlatıyor. Bu anlayış ona göre, Arnavut, Boşnak, Çingene tüm Müslüman unsurlarla ilgilenilmesini esas almalı, nitekim, Kosova’da Aliya İzzetbegoviç’in anıldığı bir sempozyum düzenlenmesini mutlulukla karşılıyor. Balkanlarla ilgili bir diğer yazısında Berlin Duvarının 9 Kasım 1989’da yıkılışı Akif Emre’ye “kendi coğrafyasındaki duvarların hala dimdik oluşunu” hatırlatıyor”, 9 Kasım’ın 1993 yılında Mostar Köprüsü’nün Hırvat bombalarıyla yıkılışının da günü olması, aynı 9 Kasım’ın 1877 yılında Muhammed İkbal’in doğumunu müjdelemesini adeta bir bilinç akışı içinde veriyor. İkbal’den alıntıladığı dizeler Akif Emre’nin savunduğu ilkeyle tam bir uyum içinde:
Sen daha yol geçidindesin, mekâna bağlılıktan geç…
Hicaz ve Şamlı olmaktan geç, Acem ve Turanlı olmaktan geç.
Balkanlarda geleceğin, toplumların tarihlerinin tüm dönemleriyle barışarak kurulabileceği yazılarda tekrarlanan bir tespit olarak karşımıza çıkıyor. Makedonya’da ise yazar Bursa’nın ikizi saydığı Üsküp’e özel bir parantez açarken, şehrin Osmanlı mimarisiyle rekabet eden ve onu gölgelemeye niyetli yeni mimarisini eleştiriyor. Ayakta kalabilen Balkan tekkelerinin kendisinde uyandırdığı his ve gözlemleri ise son derece etkileyici bir anlatımla aktarıyor.
Kitabın bir sonraki bölümünde, Tayland’da “cedleri denizde yatan [bir] halk”ın konu edildiği yazılarda, tüm dünyada Müslümanların dağınıklığı ve çözülmüşlüğü sonucu yalnız, kuşatılmış, özgürlükleri ve yaşamlarına kastedilmiş İslâm toplumunun bir parçasının Patani’deki varlığı ve bu bilginin dindaşlarındaki eksikliği okuyucuya eşit derecede sarsıcı geliyor. Uzak ya da yakın İslâm topraklarının diğerleri için birer kayıp ada “Atlantis” şeklinde algılanışı da öyle.
“Firuze Kubbeler Ülkesi: İran” başlıklı yazılarında Türkiye ve İran arasındaki farklılık ve gerilimden çok ortak yönler ve olumlu etkileşim vurgusu yapıyor. İran’ın oluşturduğu Şii etki alanları, Amerika ile nükleer enerji konusundaki çekişmesi ancak aynı ülkeyle Irak’ta ortak etkinliği, rejimin farklı etnik yapı ve dile sahip unsurları nükleer kriz gündemiyle ortak İranlılık paydasında buluşturma becerisi gibi gözlemlerini paylaşıyor. İsfahan, Şiraz, Yezd şehirlerinin İran’da kesintisiz kültürel zenginliğin merkezleri oluşu, estetik, mimari, tarihî bilincin İranlıların “özgüvenlerinin” kaynağını teşkil ettiği ve Türklerin “kimlik bunalımını” bu anlamda daha net görmemizi sağladığından bahsediyor.
Akif Emre incelikli düşünen, hisseden, Şiraz’da ziyaret etiği Hafız’ın kabri başındaki seyrini ruhlara dokunan bir anlatımla buluşturan bir seyyah. Coğrafyalar arası geçiş anlık gerçekleşiyor, Kovaci şehitliğindeki Aliya’nınkine, hemen ardından ise nihayetinde ama çok da uzak olmayan bir gelecekte kavuşacağı Kayseri’deki kendi kabrine okuyucuyu davet ediyor. Okuyucu ise kitabın başlarında yazarın tarihçi Von Hammer’ın Viyana’daki kabrini ziyaret betimlemesini hatırlıyor.
Firuze kubbeleri, medrese, çarşı, köprü ve kervansaraylarıyla İsfahan’ı tarihsel ve de Zayenderud nehriyle doğal ve coğrafi varlığıyla birleştirerek,”insani ölçekte” zarafete sahip, “yatay tasarımlı” bir İslâm şehri olarak tanımlıyor. Gerçekte meydan ölçeğinde bir avlu olan Nakş-ı Cihan Meydanı’nı, Kapalı Çarşı, Ali Kapusu Sarayı, Medrese ve Ulu Camii’yi buluşturan, İslâm sanatının “soyutlama ve sonsuzluk” vasıflarının “renk ve süsleme” vasıtasıyla vücut bulduğu “güzellik ve yalınlık” mekânı olarak tasvir ediyor. Yazar yine okuyucuyu alıştırdığı tarzda mutlaka Endülüs ve Boşnak estetiğiyle ortak yönleri İsfahan yazılarına yerleştirmeyi başarıyor. Bu anlamda Akif Emre mi mekânlarda, mekânlar mı Akif Emre’de seyahat halinde ayırt edilemez oluyor.
Muharrem ayında Aşura zamanında ziyaret ettiği Tahran’daki toplu halde yapılan Kerbela anmaları ona Şiiliğin “dışa dönük ritüelliği” ile Sünniliğin “içe dönük sesi” kıyasını yaptırıyor; Pakistan’da Peşaver ve Irak Kazımiye’deki anmaları hatırlayarak “Kerbela mesajını içimizde diri yaşatabilmek” temennisinde bulunuyor.
Irak’ta son yabancı askerin çekilmesi ülkedeki bölünmüşlük ve güvenlik sorunlarını aşmak için yeterli olamıyor, yazar 2011 yılında Bağdat’tan izlenimlerini kitabın “Erbil- Bağdat Hattında” başlıklı bölümünde aktarırken görüntüdeki demokrasinin ardındaki tabloyu üzülerek ortaya koyuyor. Ardından gelen yazıların konusu okuyucuya basan efkârı dağıtan “Çölde Çay” ve Dicle’ye Damlayan Ay” oluyor ki reel politikten, romantik dilin uçuşan hafifliğine geçiş yapılıyor.
Ancak konu egemen güçlerin perde gerisinden müdahil oldukları bir bölgeyse şayet, politik değerlendirmeler yine bir sonraki yazıda karşımıza çıkıyor. Yazar, Kuzey Irak’ta göreceli sükûnun ve özellikle Erbil’deki refahın 2007 yılı itibariyle nasıl bir arka plan barındırdığını, ileriye dönük nasıl bir potansiyel taşıdığını tarihe not düşüyor.
Aynı bölümün “Bir Şişe Suda Ahlak Dersi” başlığında, Akif Emre ahlakî ve vicdanî yönden içine düşülen ikircikli tutumu Lübnanlı mülteciler üzerinden örneklendiriyor. Dünyada var olan adaletsizliğin temeli olan küresel sistemin vicdanları nasıl rehin aldığını ve bunun sonuçlarıyla acı şekilde yüzleşirken, sebebini isteyerek veya istemeyerek nasıl görmediğimizi sorguluyor. Halep’i konu alan Ekim 2012 tarihli yazısında “Hz. Zekeriya’nın soluğunu hissettiği” bu kent, kalesiyle ve çarşısıyla yalnız zamana değil her türden kıyıma karşın direniyor mesajını veriyor. “Asyafrika” bölümünde yazarın dikkatini yine sarfı nazar edilenler çekiyor. Sudan’ın Sevakin Adası, Kenya’nın Mombasa’sı, Nil nehrinin kıyısındaki kentler, Cezayir’in Cezayirli muhacirleri, Medine’nin insanî ve tarihî değerlerinin tahribatı yazılarındaki tespitlerin konusu oluyor. Bölümün ve kitabın son yazısında yazarın açıkça fark edilen diğerkâmlık vasfının tezahürü olarak farklı coğrafyaların mahzun muhacirleri, sürgünleri, mültecileri, gurbetçileri hatırlanıyor. Çizgisiz Defter, vicdanlı, inancında samimi, dünü, bugün ve yarından ayırmayan, inancımızın tüm coğrafyalarında varoluş hakkı kadar, siyasal, kültürel, sosyal hakları gündeme getiren gerçekçi bir kalemin ürünü. Akif Emre, Çizgisiz Defter’de sağlam bir bilincin ağırbaşlı dili ile ruhun kanatlı dili arasında yazıların muhtevasına göre geçişler yapıyor. Hâsılı, okuyucuyu içerik ve dil açısından doyurucu bir okuma bekliyor.