Şeyma Nur Gürses [1]
“Mikropların öldürmeye başlaması için kuvvetli bir tahrik gerekir, ölümler başladığında onları durdurmak içinse çok daha güçlü bir çaba.” (Andrew Nikiforuk, 1996, 16)
Kitabın yazarı olan Andrew Nikiforuk, Kanadalı bir gazetecidir. Ağırlıklı olarak petrol endüstrisi, çevre kirliliği, insanlığı bekleyen felaketler ve devletlerin rolü üzerine yazdığı yazılarıyla tanınır. 1989, 1990 ve 1993’te Kanada Basın Derneği’nin Araştırmacı Gazetecilik Ödülü’nü alan yazar, 1991’de AIDS üzerine bir dizi makale yazmıştır. Salgın hastalıklarla ilgili “Pandemonium: Bird Flu, Mad Cow Disease and Other Biological Plagues of the 21st Century” isimli bir kitabı daha vardır.
Mahşerin Dördüncü Atlısı kitabının yazımında mikrop tarihçileri ve bakteri gözlemcileri olan bir grup insandan yardım aldığını belirtir. Bakteriler dünyasına ilgi duyduğunu ve bunu halk sağlığında birer öncü olan anne ve babasına borçlu olduğunu söyler.
Salgın hastalıklarla ilgili birçok kitap yazılmıştır. Genellikle bu kitaplar tek bir hastalık üzerinedir. Bu kitapta olduğu gibi tarihte yaşanmış birçok salgın hastalığı içine alan bazı kitaplar da bulunmaktadır. Bunlardan biri Irwin W. Sherman’ın yazdığı “Dünyamızı Değiştiren On İki Hastalık” kitabıdır. Mahşerin Dördüncü Atlısı kitabının bu kitaplardan farkı, hastalıkları sağlık boyutunun yanında sosyal boyutuyla da ele almasıdır.
Salgın hastalıklar; geçmişte insanlığın geçirmiş olduğu tecrübelerden faydalanabilmek adına önemli bir konudur. Bu kitap, bahsi geçen hastalıkların yayılmasında sosyal hayatın önemini anlamak açısından dikkate değer bir kitaptır.
İlk baskısı 1991 yılında yapılan kitap, 1996 yılında güncelleştirilmiş haliyle tekrar basılır. Kitapta giriş ve son söz kısımları da dahil olmak üzere toplam on dört bölüm vardır. Girişten sonraki bölümde mikroorganizmalar hakkında genel bir bilgi veren yazar, sonrasında her bölümde bir salgın hastalığın tarihine değinir. Anlatımlarında salgın hastalıklarla ilgili bazı resimlere ve alıntılara da yer vermiştir.
Yazar kitapta sıkça geçen dördüncü atlı tabirini, İncil’de bulunan bir tasvire binaen kullanır. İncil’in Vahiy kısmının 6. Bölümünde dört atlıdan bahsedilmektedir. Buna göre her atlının bir misyonu vardır. Birinci atlı Tanrı’nın dünyasını, yaşamı ve umudu temsil eder. İkinci atlı; savaştır, iktidarı ve resmi politikaları temsil eder. Üçüncü atlı refah ile kıtlığı ölçmek üzere bir terazi taşır, karamsar ekonomistin atasıdır. Dördüncü atlı ise veba ve ölümü simgeler. Eski insanlar için bu ikisi zaten aynı şeydir. Bu dört atlı dünya tarihini hep birlikte yazmışlardır.
Yazara göre bu dört atlıdan en meşgul olanı dördüncü atlı olmuştur. Tarih boyunca insanlık salgın hastalıklarla mücadele halindedir. Çok kısa zaman zarflarında bile çok sayıda insanın ölümüne sebep olmuştur. Hala daha dünya salgın hastalıklardan kurtulamamıştır. Her ne kadar onu unutmuş olsak da dördüncü atlı istediği zaman hayatımıza girmekten geri durmaz.
Yazar bu kitabı, dördüncü atlının hayatımızdaki yerini unutmamamız amacıyla yazdığını söyler.
“Bir bakteri ekibi dünya tarihini yazsaydı, insanlar bu tarihin son döneminde ortaya çıkardı” diyor yazar. Yeryüzünde bizden daha köklü bir tarihe sahip olan mikroorganizmaları üst organizma olarak ele alıyor. İnsanların mikroplarla mücadelesini bir savaşı anlatır gibi tasvir ediyor. Nikiforuk’a göre, yüzyıllar boyunca insanlar mikroplar hakkında farklı teoriler ortaya atmışlar ve onları farklı şekillerde algılamışlardır. Onların bazı hastalıklara sebep olduklarını anladıklarında ise mücadele başlamıştır. Tarih boyunca hep onlara karşı ilaçlar geliştirmişler ve ancak onları öldürdüklerinde hastalıkların yok olacağına inanmışlardır. Halbuki bu mikroorganizmalardan bazıları bizim için gereklidir. Örneğin bakteriler sularımızı temizler, atmosferi besler ve ölülerimizle ilgilenirler. İnsanlar ancak yazılı olmayan bakteri kurallarını çiğnediklerinde, bakteriler onlar için bir ölüm makinesine dönüşmüştür. Üst organizmaya meydan okumamız ve savaş ilan etmemiz bizim aleyhimize sonuçlanmıştır.
Yazar aynı zamanda mikroorganizmalara karşı bir hayranlık duyuyor gibidir. İşbirliği içinde çalışmalarını, dünyanın tüm afetlerine rağmen yok olmadan bugünlere kadar gelebilmelerini, onları yok etmek için yapılan onca şeye rağmen, örneğin antibiyotikler, direnmelerini ve bir şekilde kazançlı çıkabilmelerini bir savaşçıyı anlatır gibi yazmıştır.
Salgın hastalıkların, insanların yeryüzünde artışıyla birlikte hayvanları ehlileştirip toprağı sürmeye başladıklarında ortaya çıktığını düşünür. Hayvanlarla ve toprakla bu kadar meşgul olmak insanları birçok yeni mikropla tanıştırmıştır. Üst üste yığılan yerleşim yerleri, çöplerin yakınlarında yaşamak, suyun ve havanın kirlenmesi dördüncü atlıyı harekete geçirmiştir.
Yazar salgın hastalıkları, tarihte ilk görülmeye başladıkları zamanlardan, ortadan yok oldukları zamanlara kadar geniş bir yelpazede ele alır. Ortaya çıkmasında ne gibi etkenlerin rol oynadığına, toplumda nasıl yayıldığına, ne kadar insanı etkilediğine, insanların yayılımı önlemek için ne gibi çarelere başvurduğuna, nasıl tedavi yolları geliştirdiklerine değinir. Kimi zaman sitemkar bir dil kullanmaktan da geri kalmaz. Dünya tarihi boyunca ölümlerin büyük bir kısmının sebebi salgın hastalıklar olmuştur. Kuşkusuz insanların tedbirsizlikleri ve hatalı davranışlarının da bunda katkısı büyüktür.
Çoğu zaman hastalığın sebebi anlaşılıncaya kadar, eğer anlaşılabilirse, birçok insan hastalığa yakalanmış ve hatta ölmüştür. Bazen bu salgınlarda ölümler öyle bir raddeye gelmiştir ki mezar kazıcılar cesetleri gömmeye yetişememişlerdir.
Yazar hemen her bölümde, dördüncü atlının, ölüm getirmenin yanı sıra sosyal hayata da tesir ettiğinden bahseder. Toplumların inançlarında, yerleşim yerlerinde, ilişkilerinde, savaşlarında, kıyafetlerinde ve hatta sanat eserlerinde salgın hastalıkların derin etkileri gözlenir. Örneğin sıtma Romalıların yaşamını o kadar etkisi altına almıştı ki, ateşli hastalığa saygın bir kimlik bile kazandırmıştı. Ateş Tanrıçası Febris’i, tıpkı bir sıtma hastası gibi, saçsız, kocaman karınlı, damarları şişmiş yaşlı bir kocakarı olarak tasvir ediyorlardı. Sıtma Roma’yı böylesine sarınca papalar buradan göç etti ve Papalık Avignon’a taşındı. Ama bu kaçış onları kurtaramadı ve kardinal de papalar da sıtma yerine veba ve tifüsten öldüler. Sıtmanın gerilemesinde de yine sosyal hayatın etkisi vardır. Bataklıkların çoğu kurudu ve insanlar sivrisinekler için üreme alanı olan ormanların çoğunu yok ettiler. Çiftçiler artık büyükbaş hayvan sürüleri yetiştirmeye başladılar ve bu da sivrisinekler için insanlardan daha lezzetli bir besin kaynağı oluşturdu. Aynı zamanda yeni inşa edilen evler de daha iyi havalandırılabiliyordu. Tüm bunlar Avrupalıları sivrisineklerden ve ateşli hastalıklardan uzaklaştırdı. Yine salgın hastalıkların sosyal hayata etkilerinden birini, Çiçek hastalığının Amerika’ya yayılmasında görebiliyoruz. Yazar Amerika kıtasını bize Yeni Dünya olarak ifade ediyor. Kolomb ve çiçek hastalığı Amerika kıtasına ulaşmadan önce Yeni Dünya inanılmaz sayıda halklarla doluydu. Amerikan yerlileri sağlıklı yaşama oldukça önem veriyorlardı.
Dünyayı saran salgın hastalıklardan haberleri yoktu. Avrupa’nın aksine temizliğe dikkat ediyorlardı. Çocuk felci, frengi ve sarılık hariç, Amerikan yerlileri hastalıksız yaşıyorlardı.
Yeni Dünya halklarının bağışıklıkları oldukça tecrübesizdi. Eski Dünya’da ise mikroplarla karşılaşmalar öldürücü olduysa da uzun süreli ilişki karşılıklı tolerans ve bağışıklık geliştirmişti. Yeni Dünya çiçek hastalığını Eski Dünya’nın hasta göçmenleriyle tanıdı. Kıtanın işgalinde, yerliler düşmanın yanı sıra hastalıkla da mücadele etmek zorunda kaldılar.
İşgalcilerin hastalıktan etkilenmediğini görerek korkuya kapılan Yeni Dünya halkları, Tanrılarının kendilerini terk ettiğine inandı ve gizemli bir antibiyotiğe sarılır gibi Hristiyanlığı kabul etti. Bu salgınlarda bazı kültürler yeryüzünden silindi. Tüm bunlar bize salgın hastalıkların hayatın her alanını nasıl etkilediğini gösteriyor.
İnsanlar, hayatlarını çepeçevre kuşatmış olan bu hastalıklarla mücadele için çeşitli yöntemlere başvurdular. Fakat çoğu zaman durumları yeteri kadar mantıklı değerlendiremeyip acı tecrübeler edindiler.
Örneğin frengi hastaları tedavi olabilmek umuduyla kendilerini sahte frengi ustalarının ellerine bıraktılar. Bu sahte uzmanlar, hastaları cıvayla tedavi ediyorlardı. Aynı zamanda uyuz ve cüzam gibi deri hastalıklarının tedavisinde de cıva kullanılıyordu. Hastaların çoğu frengi yerine cıva zehirlenmesinden öldü. Tarihin farklı dönemlerinde, tıbbin henüz tedavisini bulamadığı hastalıklarda, mucize satıcıları ortaya çıkıp bu gibi sonuçlara neden oldular.
Yazar, bunun yanı sıra insanoğlunun etkili bazı yöntemler bulduğundan da bahseder. Mesela cüzamlıların uyması gereken birtakım kurallar geliştirmişlerdi. Bunlardan bazıları kiliseye gitmemek, çocuklara dokunmamak, halka açık kuyulardan su içmemekti. Zamanla efektif bir tecrit yöntemi geliştirmeyi de başarmışlardı. Cüzamın Avrupa’ya bıraktığı en etkileyici miras hastanedir. En eski ve en ünlü revirler cüzam evleri olarak kurulmuşlardı. Cüzamlılar için toplanan yardımlarla kurulan bu hastaneler zamanla başka hastalara da bakabilecek kadar genişledi.
Yazara göre salgın hastalıklarla mücadelede en etkili çözüm daha güçlü bağışıklık sistemleri, daha iyi beslenme ve iyileştirilmiş çevre koşullarıdır. Antibiyotiklere ve aşılaraysa biraz daha mesafeli bakar. Bilinçsiz antibiyotik kullanımının neden olacağı sonuçlardan bahsederken Pablo ismini verdiği bir insan üzerinden durumu örneklendirir. Pablo, kozmopolit bir milyoner, beş çocuk babası, 49 yaşında Amerikalı bir adam. Birçokları gibi o da hayatı boyunca düzenli olarak antibiyotik kullandı. Bir ateşle ya da başka bir rahatsızlıkla karşılaştığında kolay olanı seçip kendisine eczaneden bir antibiyotik aldı. Ama günün birinde Pablo’ya bir ateş musallat oldu ve yakasını bir türlü bırakmadı. Birkaç farklı antibiyotik kullanmasına rağmen yine de bu durumdan kurtulamadı. Bir doktora göründü ve yapılan kan testi sonucu kendisine akut lösemi tanısı kondu. Kemoterapi iyi gitti fakat ateşi düşmedi ve yüksek seviyedeki beyaz hücre sayısı azalmadı. Doktorlar, kanında E. Coli olduğunu fark ettiler. Ona antibiyotikler verdiler fakat hiçbiri işe yaramadı; bakteri sekiz antibiyotiğe karşı dirençliydi.
Sonunda Pablo, E. Coli’ye yenik düştü. Sürekli antibiyotik kullanımı Pablo’yu bir biyolojik tehlike haline getirmişti. Yazara göre Pablo’lar ölmekle kalmıyor, ölmeyecek mikroplar üretmeyi de sürdürüyorlar. Yazar, üst organizmayla barış imzalayıp onların yaşamına saygı duymadıkça salgınların peşimizi bırakmayacağını söyler. İnsanın doğaya karşı ınırlarını bilmesi her zaman en iyi savunmadır, ama bu satılması zor olan bir ilaçtır. Son söz olarak kitabını şu cümlelerle bitirir; “ Modern insan ne kadar uğraşırsa uğraşsın, ne üst organizmayı yenebilir, ne dördüncü atlıyı kandırabilir, ne de salgınların tarihteki dirençli varlığını inkar edebilir. Birinci atlının, umudun ebedi ayak seslerine de kulaklarını tıkayamaz.”
Kitap salgın hastalıkları karşı konulamaz bir gerçek olarak ele alıyor. Bu gerçeği o kadar içselleştirmiş ki kimi yerlerde onun dünyanın düzeninin sağlanmasında faydaları dahi olduğunu söylüyor; örneğin nüfus kontrolü gibi. Salgın hastalıklar her ne kadar artık hayatımızda eskisi kadar yer etmese de, onu aratmayan başka dertlerin gündemimize girdiğini belirtiyor. Çoğu zaman insanın kafasında şu soru beliriyor; “Yapabileceğimiz hiçbir şey yok mu? Dördüncü atlının kendiliğinden hayatımızdan çekip gitmesini mi beklemeliyiz?”
Şüphesiz ki yapabileceğimiz çok şey var ve yazarın aksine bugüne kadar yapılanlara daha umutlu bakıyorum. En iyi şeyi yapabilmek için geçmişin acı tecrübelerinden faydalanmamız gerekiyor. Bu kitap bu tecrübeleri gözümüzün önüne seren, içinden birçok ders çıkarabileceğimiz, bazı durumlarda olaylara farklı bir bakış açısı kazanmamıza sebep olabilecek düzeyde. Her ne kadar içerisinde bazı terimsel ifadeler bulunsa da genellikle hikayeleştirme yoluna başvurulmuş, edebi tasvirler içeren bir kitap. Toplumun her kesimine hitap edebilecek düzeyde olduğunu ve tarihin tekerrür etmemesi adına faydalanılabilecek bir eser olduğunu düşünüyorum.
Eski ve Bitmeyen Mücadelemiz PDF