Ayşegül Selcen Sarıkaya Uzun [1]
Yazar Prof. Dr. Azmi Özcan, 1986 yılında Manchester Üniversitesi’nde Orta Doğu Araştırmaları üzerine yüksek lisans ve Londra Üniversitesi’nde İngiliz ve Osmanlı ilişkileri üzerine doktora yapmıştır. Tahlili yapılan eser “Indian Muslims, the Ottomans and Britain 1877-1924” adıyla sosyal ve beşeri bilimler alanında dünyanın önde gelen uluslararası akademik yayınevlerinden Brill Publishers tarafından 1997 yılında yayınlanmıştır.
Eser, doktora tezi olarak hazırlandığı için akademik bir dille yazılmıştır ve 1877-1914 yılları arasındaki dönemi konu edinmiştir. Bu nedenle özellikle II. Abdülhamit Han zamanında belirginleşen pan-islamizm akımının Hindistan Müslümanları üzerindeki etkileri, Osmanlı Devleti’nin durumu ve buna bağlı olarak İngiltere ile olan bağlantılar anlatılmıştır. Eser giriş ve sonuç bölümü hariç beş bölümden oluşmaktadır. Yazar ilk bölümde pan-islamizm hakkında açıklamalar ve tanımlamalar yapmıştır. İkinci bölümde ise Osmanlı Rus Savaşı (1877-1878) sırasında Hindistan Müslümanlarının -halihazırda dini ve tarihi süreçten dolayı var olan- Türk sevgisi, hilafete karşı duydukları ilgi anlatılmıştır. Bununla birlikte yine eserin ikinci bölümünde, Hindistan Müslümanlarının gönderdikleri maddi yardımlar; zamanın basın organları ve önemli din adamlarının verdiği söylevlerle aktarılmıştır. Üçüncü bölümde Hindistan’daki Osmanlı faaliyetleri, buna bağlı olarak bölgeye gönderilen isimler ve yaptıkları faaliyet raporları üzerinden yeni bir değerlendirme yapılmıştır. Son olarak; dördüncü ve beşinci bölümde Jön Türkler ve Hindistan Müslümanları arasındaki bağlantı anlatılmıştır.
Dünya, yirminci yüzyılın başlarına kadar merkezinde Doğu imparatorluklarını barındırmıştır. Dünya tarihini belirleyen olaylar bir anlamda Batının sömürgeci devletleri ile Doğunun imparatorlukları arasında şekillenmektedir [2]. Özellikle 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında pek çok fikir akımı ortaya çıkmıştır. 19.yy başlarında Pan-Slavizm, Rusya’nın ‘çarlık dönemde uyguladığı, Slav ırkından olanları kendi hakimiyeti altında bir devlet halinde toplama siyaseti’[3] şeklinde tanımlanmaktadır. Daha sonra Pan-Germenizm,’Germen uluslarını tek bir idari çatı altında toplama ülküsünü güden düşünsel ve siyasal akım’ olarak karşımıza çıkmıştır. Bu iki akım da son derece ırkçı yaklaşımlara sahip olmuştur.
19.yüzyılda ortaya çıkan bu ve benzeri çeşitli akımlardan elbette İslam dünyası da nasibini almıştır. Müslüman liderler, Batının sömürgeci yaklaşımlarına karşı İslam’ın birleştiriciliği ve hilafet makamının etkisini kullanmak istemişlerdir. Özellikle Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde dış devletlerin devletin iç işlerine müdahale etmesini engellemek amacıyla II. Abdülhamit Han tarafından ümmetçilik fikri politika olarak benimsenmiştir. Pan-İslamizm de: ‘İttihadı İslam’ ve ‘Osmanlıcılık’ ile eş anlamlı olarak kullanılmış ve özellikle Osmanlı Devleti’nin son döneminde Müslümanlar arasında birliği sağlayarak sömürgeciliğe karşı koymayı amaçlayan bir tabir olmuştur [4]. Bu tabir, bahsi geçen diğer fikir akımlarının aksine kendine bir düşman belirleyerek bir ırka mahsus olarak ortaya çıkmamıştır. Pan-İslamizm, İslamiyet’in bütün inananları kardeş olarak görme prensibini benimsemiştir ve bu anlayıştan yararlanmıştır. Bu sebepten Pan-İslamizmin ırkçılığı benimsemesi mümkün gözükmemektedir. Aslında bahsi geçen akım, pek çok farklı ırktan oluşan, onları yüzlerce yıl hoşgörü ve adaletli bir politika ile bir arada tutan Osmanlı Devleti’nin, manevi damarlarını diri tutmak için tutunduğu bir fikir olmuştur.
Hindistan; uzaklarda, dünyanın farklı bir coğrafyasında, tarihin eski dönemlerinden beri farklı din, dil, ırktan insanların yerleşmesi ve yerleşik halkla karışmasıyla birlikte çok farklı inançların bir arada yaşandığı bir yer olmuştur. Öyle ki 1600 dilin konuşulduğu resmi kaynaklarda belirtilmektedir [5]. Bu kültür çeşitliliği içerisinde Hindistan Müslümanları, yaşadıkları ülkede azınlık durumunda olsalar da bugün üç yüz milyonluk nüfuslarıyla İslam dünyasının en büyük Müslüman toplumlarından birini oluşturmaktadırlar.
Hindistan Müslümanları, tarih boyunca Türk Devleti’ne karşı, pek çok insanın tahmin ettiğinden çok daha fazla sevgi beslemiştir. Bu sevgi öyle büyüktür ki Hindistan’da Müslümanlar tarafından çıkarılan önemli gazetelerinden Urdu Ahbar’da yer alan bir haberde: ‘Türklerin içinde bulundukları zor durumda Müslümanların Türkler için yapabilecekleri her şeyi onlara yapmaları farzdır. Müslümanların Hindistan’da ve başka yerde taşıdıkları şeref ve haysiyetin büyük Türk İmparatorluğu’nun varlığından dolayı olduğu bir gerçektir ve eğer bu imparatorluk yok olursa Müslümanlar son derece önemsiz olacak ve kimse dikkate alınmayacaktır.’’ [6] şeklinde bir paragraf yer almaktadır. Burada görüldüğü üzere kendi kimliklerini belirlerkenbile Türk Devleti’nin varlığı ile ilişkilendirerek bir anlamlandırma içinde bulunmuşlardır.
Varlıkları ile Türklerin varlığı arasında kurdukları bu bağ ile Müslümanlığın doğasından kaynaklanan kardeşlik duygusunun ölçüleri son derece büyük olmuştur. Öyle ki yeri geldiğinde; Türk milleti mücadele verirken maddi anlamda verecek bir şey bulamayan Hindistanlı Müslüman kadınların kişisel mücevherlerini tereddütsüz Türk Devleti’ne yardım için gönderdikleri tespit edilmiştir. Hatta öyle ki Kalkütalı Müslümanların pek çoğunun açlık sınırında yaşadığı bir dönemde milyonluk yardımlar toplanmıştır. Buna rağmen gönderilen yardımların azlığından dolayı -yardımları toplayan idareci tarafından- özür beyan eden bir yazı da gönderilmiştir. Bu sevgi dolu duruşa rağmen özellikle günümüzde Hindistan’a karşı yeterli ilginin olmaması düşündürücüdür.
Olayları daha iyi ve nitelikli bir bakış açısıyla değerlendirebilmek, geçmiş olayların neden ve sonuçlarını iyi kavramaktan geçmektedir. 1857 yılında, Hindistan’ın tamamen sömürü haline gelmesine sebep olan Büyük Hint Ayaklanması gerçekleşmiştir. İngilizler ayaklanma sırasında halifelik makamından yardım istemişlerdir. Fakat daha sonra da bu olaydan -ayaklanmadan- Müslümanları sorumlu tutmuşlardır. Müslümanlar, üzerlerindeki baskıların da etkisiyle 1906 yılında Müslüman Birliği’ni kurmuşlardır. Daha sonraki yıllarda İngiltere, Osmanlı Devleti’nin ve hilafetin geleceği ile ilgili taahhütlerini yerine getirmeyince Hindistanlı Müslümanlar ile Hindular ortak hareket etmeye başlamışlardır. Fakat bu birlik Türkiye’de hilafetin ilga edilmesiyle bozulmuştur.
Halifeliğin kaldırılması, Hindistan Müslümanlarında şaşkınlık yaratmıştır ve hilafetin kaldırılmaması için çözüm yolları aramışlardır. Hilafet onlar için aydınların, kanâat önderlerinin yaptığı tartışmalardan çok daha fazlasıdır. Çünkü sadece Hindistan’da değil dünyada Müslümanların azınlık olduğu pek çok yerde hilafet, Müslümanların tek çatı altında toplandığı bir konum, makam ve bununla birlikte bir sığınak olmuştur.
Çöküşün eşiğinde olan bir devleti, pek çoğu Batılı devletlerin sömürgesinde olan Müslüman toplumları birleştirmek ve ülke içinde oluşabilecek kargaşaların önüne geçmek için dönemin en akıllıca politikası Pan-İslamizm olmuştur. II. Abdülhamit bu doğrultuda politika yürütmüştür. Bununla beraber halifelik sıfatını kullanırken, Müslümanlar üzerinde ciddi etki edebileceğini düşünerek son derece hassas davranmıştır. Bunu da özellikle İngiliz sömürgesi altındaki Müslüman azınlıkların hakları için kullanmıştır.
İnançlı olmak; kalbin yumuşaklığını, merhameti, başkasının hakkını gözetmeyi ve başkasının derdi ile dertlenebilmeyi de beraberinde getirmektedir. Birbirinden ne kadar uzakta ve farklı kültürlerde yaşasalar da Müslümanların kalpleri gerçek iman olduğu sürece birlikte atmaktadır.
Hindistan Müslümanlarının da (özellikle kitapta anılan yıllar dikkate alındığında) Türk devletinin her zaman yanında oldukları görülmüştür. Yazarın ifadesiyle, birlikte ağlamış birlikte gülmüşlerdir. Hazreti Muhammed’in buyurduğu üzere: ‘Müminler birbirlerini sevmekte birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.’ Öte yandan bu büyük sevginin arkasında dönemin basın yayın organları, din adamları ve idareciler büyük rol oynamıştır. Hindistan Müslümanları bu sayede Türk Devleti’nin girdiği savaş ve muharebelerden, zor durumda olduğu dönemlerden haberdar olmuş ve onlara elinden gelen yardımı esirgememişlerdir. 1947 yılına kadar Hindistan’la tarihleri ortak olan bugünkü adıyla Pakistan İslam Cumhuriyeti’ni de yukarıda bahsedilen özelliklerin içinde saymak gerekir.
Bunun yanında Türkiye’de hilafetin ilgası ve son halifenin İsviçre’de sürgünü dünya Müslümanlarında olduğu kadar içerde de tartışmalara yol açmıştır. Aslında -son halifeAbdülmecid Efendi bir dinî kongre düzenleyerek meseleyi çözmeyi düşünmüştür; bu amaçla İslâm âlemine sunduğu bildirisini halife sıfat ve unvanlarıyla imzalamıştır.
Türkiye’den gelen sert tepkiye de “Bildirim Türkiye’ye karşı değildir, bana biat etmiş olan Müslümanlara karşı bir görevim vardı; yoksa şahsen duçar olduğum feci haksızlığı vatana olan büyük sevgimle unuturum” şeklinde cevap vermiştir [7]. Öte yandan hilafetin ilgası İngilizlerin kendi hakimiyeti altındaki Müslüman coğrafyada bunu propaganda vesilesi kılarak Türk düşmanlığı yapmalarına fırsat vermiştir.
Yazar, Hindistan Müslümanlarının kimi zaman romantik denebilecek yaklaşımları da olsa Türk devletine karşı duydukları -çoğumuzun tahmininden çok daha fazla olan- büyük sevgi ve ilgiyi dönemin resmi kaynaklarından ve basın yayın organlarından sıkça örnekler vererek objektif bir şekilde gözler önüne sermiştir. Ayrıca kitabın yerli kaynakların yanı sıra pek çok yabancı kaynağı da referans alması dikkate değerdir. Kitap, akademik bir dille yazılmış olduğundan dile getirilen yılların tarihi olay ve şahsiyetleri, tarafsız, bilimsel bir bakış açısıyla ele alınmıştır. Bu yüzden kitap, öncelikle bu konuda akademik bir araştırmaya ulaşmak isteyenlere tavsiye edilir. Bununla birlikte kaynağı ve doğruluğu hakkında kesin bilgi sunmayan internet havuzundan ziyade güvenilir bilgiye ulaşmak isteyen ve dünyanın uzak coğrafyalarındaki Müslümanları tanıyarak kendini daha iyi tanıyacağını düşünen herkes kitabı okuyabilir.
Farklı Cografyalar Aynı Duygular PDF