Tuğba Kıvılcım [1]
1954 yılında İstanbul’da dünyaya gelen Burhan Yentürk, Saint Joseph Fransız Lisesi ve ardından İstanbul Teknik Üniversitesi’nde eğitim görmüştür. Otomotiv sektöründe yöneticilik yapmakta ve yurt dışında çeşitli çalışmalar yürütmektedir. Bu profesyonel kariyerinin dışında İstanbul tarihi hakkında araştırmalar sürdürmekte ve zaman zaman kültür gezileri düzenlemektedir.
“Nişantaşı”, “Şişli”, “Kasımpaşalıyız” ve “Ne Lazım Tatavla’da Bakkal Dükkânı” adında dört ayrı kitabı daha vardır [2].
Bir safâ bahşedelim şu dil-i nâşâde
Yürü serv-i revanım gidelim Sa’dâbâd’e
İşte üç çifte kayık iskelede âmâde
Yürü serv-i revanım gidelim Sa’dâbâd’e
(Nedim)
18. yüzyılda Kâğıthane deresi kıyısından Haliç’e doğru uzanan düzlük mesire alanına Lâle Devri’nde Sâdâbâd deniyordu. Şimdilerde has bahçelerin de Sâdâbâd’ın da günümüze kadar gelemeyişi, yazarla birlikte bizi de hayıflandırıyor. Evet, anlaşıldığı üzere İstanbul’u dolaşmaya Haliç’ten başlıyoruz. Tarih boyunca yemyeşil kıyıları, masmavi sularıyla anılan Haliç’i sanayileşme uğruna nasıl harcadıklarını yazar çocukluk yıllarından hafızasına kazınan hatıralarıyla anlatıyor. Haliç’in bu üzücü manzarasının yerini güzel ve temiz kıyılara bıraktığı ilerleyen yıllarda kitabı tamamlayabilmek için Haliç’e defalarca gittiğini söylüyor. Şimdilerde festivaller, haç çıkartma törenleri, yarışlar ile yeniden can bulmuş Haliç.
Haliç’in ardından Okmeydanı ile devam ediyor kitap. Tarihi İstanbul’un fethine kadar uzanan bu bölgeyi II. Mehmed ok sporuna vakfetmiş. Öyle ki, Okmeydanı’nın okçuluk dışında kullanılmasını yasaklayıp, bölgeyi tahrip edenleri de cezalandırmış. Sadece Okçular Tekkesi’nin inşasına müsaade buyurmuş.
Okmeydanı’nın tarihini farklı kaynaklardan alıntılarla bizlerle paylaşıyor yazar. Okmeydanı’nda bulunan tarihi taşların tekke mensupları tarafından atılan okların düştüğü yere nasıl dikildiğini anlatıyor. 1200 adımdan daha uzağa atılan okun sahibi adına, şahitlerin ifadesi ve tekke şeyhinin yazılı şehadeti üzerine atıcının adı ve atış tarihinin yazılı olduğu bir taş dikilirmiş. Bu taşın sahibi olan okçu, anıtının altına para serper ve ziyafet düzenlermiş. Tekke şeyhine ve mensuplarına hediyeler verirmiş. İşte bu Okmeydanı bunun gibi içlerinde padişah anıtlarının da olduğu birçok dikilitaşa ev sahipliği yapıyor.
Okmeydanı bölümünde sadece okçuluğa yer vermiyor Burhan Yentürk. O bölgede bulunan Sinan Paşa Mescidine, Okmeydanı Mescidine, Bulgar Hastanesine ve Abide-i Hürriyet’e kadar birçok yapının inşa sürecine, banilerine ve geçirdiği onarımlara değiniyor. Kendi deyimiyle “tarihçilerin işine pek karışmadan” 31 Mart olaylarından özetle bahsediyor. Bu ayaklanmada şehit olan en önemli isimlerin hayatlarını tek tek anlatıyor.
Kitabımızın bir sonraki bölümü “Hasköy”e geçtiğimizde yazarımız bize Fatih’ten önce İstanbul’a giren Türklerin kim olduğunu soruyor. Orta Asya kökenli bir Türk boyu olan Karay Yahudileri en eski Türk devletlerinden birini kurmuş ve tarihteki ilk Musevi devlet olmuştur. Bizans ile kurdukları ticari ilişkilerle yedinci yüzyılda İstanbul’a gelerek Hasköy’e yerleştirilmişler. Bu semt, ayrıca 15. yüzyılda İspanya’dan göçen Seferad Yahudileri’nin yerleştirildiği bölge imiş.
Hasköy’ü gezmeye, isminin tarihçesiyle başlıyoruz. Yazar bize adını buradaki limon, turunç ve nar ağaçlarının çok ünlü olduğu has bahçelerden aldığını Ahmet Refik’ten naklederek söylüyor. Bir rivayette, dokuzuncu yüzyılın başlarında İonnes Pikrios’un burada kurduğu manastırdan dolayı adının “Pikridion” olduğunu, başka bir rivayette ise Hasköy adının Paraskevi’den geldiği, Osmanlı’da Parasköy’e, sonra da Hasköy’e dönüştüğünü öğreniyoruz. Hasköy’ün en önemli Yahudi semtlerini, en tanınır Yahudilerini ve sinagoglarını bir bir tanıtıyor bize Burhan Yentürk. Sık sık Evliya Çelebi’ye atıfta bulunuyor. Seyyah 17. yüzyılda üç bin kadar evin varlığını ve Yahudi evlerinin, bahçelerinin güzelliğini uzun uzun anlatıyormuş. Yahudi mahallesinin yanında bulunan Rum ve Müslüman mahallelerinin varlığını da belirtmeden geçmiyor elbette.
Osmanlı’da ilk tiyatro faaliyetleri 19. yüzyılda Hasköy’de başlamış. Sonrasında çeşitli yangınlar ve salgın felaketleri geçirmesine rağmen burası yazarımızın tabiriyle Yahudi Rönesansı’nın merkezi olma özelliğini korumuş. Şehirdeki ilk İbranice baskı yapabilen matbaa yine Hasköy’de kurulmuş.
Yazarımız bize Hasköy ve civarındaki tarihi yapıları gezdiriyor. Fatih döneminde Haliç kıyısına inşa edilen Handan Ağa Mescidinden ilginç bir rivayet aktarıyor. Mescidin inşasından hemen sonra deniz kuşlarının hücumuna uğramasıyla temiz tutulamaması, Handan Ağa tarafından Fatih’e bildirilince hünkâr, “Merak etme artık konmayacaklar.” der ve mabedi kuşlardan korumak için dua eder. Semt sakinleri günümüzde bile camiye deniz kuşlarının konmadığını söylüyor. Bu satırları okurken Mimar Sinan’ın benzersiz eserlerinden biri olan ve konumu itibariyle de hava akımından hiçbir kuşun konamadığı Üsküdar Şemsi Paşa Camii geliyor hemen akıllarımıza.
İlk Galata Köprüsü’nün sadece bir ihtiyaç için değil, aynı zamanda İstanbul’a ziyarete gelecek olan Mısır valisi Mehmet Ali Paşa’ya gösteriş olsun diye yapıldığını öğreniyoruz. Daha sonralarda yapılan ikinci köprünün yapımını ve çeşitli onarımlardan geçmesini maliyetine kadar detaylarıyla aktarıyor yazar. Bir rivayete göre 1940’lı yıllarda köprü öyle harap vaziyetteymiş ki, halk arasında iki büklüm, ihtiyar kimseler için “Galata Köprüsü’ne dönmüş.” denirmiş.
Hasköy’deki turumuza sivil mimariden örneklerle devam ediyoruz. Aynalıkavak Caddesi’nden Basmacı Ruşen Sokağı’na, Çekidekçi Sokak [3] evlerinden bir başka sokağa geçiyoruz. Bu sokakların günümüze ulaşabilmiş tarihi ahşap evlerini incelerken, diğer yandan da çeşmelere göz atıyoruz. Yazarımız çeşme açısından Hasköy’ün, komşusu Kasımpaşa’dan geri kalmadığını belirtiyor ve bunu on tane çeşme örneğiyle bize ispatlıyor. Kimisi harap vaziyette, kimisi yıkılıp yerine ev yapılmış, kimisi de hâlâ akan suyuyla yıllara meydan okuyan bu çeşmelerin kitabelerini okurlarıyla paylaşıyor Burhan Yentürk.
Daha önceki sayfalarda bahsi geçen Karay Musevilerinin bu civarda inşa ettiği sinagoglar kitapta zikrediliyor.
Bakımsızlık ve rutubetten yıkıntıya dönmüş Maalem Sinagogu, restore edilerek bir kafeterya hizmeti veren Esgher Sinagogu, lastik atölyesi olarak kullanılan Parmakkapı Sinagogu ve daha birçok sinagogun bahsi geçiyor kitapta. Birçoğu yıkılmış, kapatılmış ya da başka hizmetler için dönüştürülmüş.
Aynı bölgede yer alan Hıristiyan eserlerinde de durum farksız. Ayazmalar, kiliseler ve Rum okullarının günümüzde ziyarete açık olamayacak kadar harabeye dönmüş vaziyetleri yazar tarafından tasvir ediliyor. Diğer yandan zikrettiği Piri Paşa bölgesindeki hamam atölye olarak kullanılırken, mescid ve tekkelerden günümüze pek bir iz kalmamış.
Yolculuğumuz Hasköy tersanesi ve lengerhanenin [4] ilginç hikayesi ile devam ediyor. İlk arabalı ve elektrikli yolcu vapurlarının burada inşa edilmesi 1937 yılında Türk mühendis ve işçilerin büyük başarısı olarak basında ses getirmiş. 1970’li yıllarda inşa edilip Tarabya sahilinde hizmet veren gemi restoran da bu tersaneden çıkmış. Bu bina 1991’de Rahmi Koç Müzecilik Vakfı tarafından satın alınmış. Sultan Abdülaziz’in Paris ve Londra ziyaretlerini yaptığı saltanat vagonu burada sergileniyor. Sergilenen başka eserler arasında yazarımız 67 nolu Kalender vapurunun ana makinesini zikrediyor. Bir mabedi andıran Lengerhane binasının içini mimari yönden detaylıca aktarıyor. Ana mekândaki Allah (c.c.) ve Muhammed (s.a.v.) yazıları ile sağ ve soldaki halife isimlerinin yer aldığı madalyonları ve Bizans mozaiklerini yazarın kaleminden okurken meraklanmak kaçınılmaz oluyor.
Hasköy turumuzun sonlarında Sadrazam Mahmut Et Lokantasının hem lezzetli yemeklerini hem de hikayesini okuyoruz. Bir zamanlar ahır olan bu lokantanın sahibi geceleri başına sadrazam kavuğu geçirip şakalar yapar, lokantayı meddah sahnesine çevirirmiş. Bu kavuktan ötürü lokanta sahibi Mahmut Zevkli’ye Sadrazam lakabı takılmış.
“Halıcıoğlu”na geçtiğimizde yazarımız, kitapta sık sık andığı kıymetli dostu Ertan Altan’ın satırlarına yer veriyor. Halıcıoğlu’nun ara sokaklarını, bin bir çeşit çiçekli bahçeleri olan cumbalı evlerini, mahalleye su tankeri gelince kavgaya tutuşan kadınlarını, Köylü Fatma’yı, Karizma Sezai’yi, İğneci İhsan Bey’i ve oğlu Haluk’u, Apostol’u, bakkal Şerif Amca’yı ve daha nicelerini anlattığı çocukluk anılarını büyük bir keyifle okuyoruz.
Söz tekrar yazarımıza geçiyor ve Halıcıoğlu’nda gezmeye devam ediyoruz. Yolumuza sinagoglar, çeşmeler, camiler çıkıyor. Sivil mimarinin birbirinden güzel örneklerini, şimdi yerinde ruhsuz beton blokların bulunduğu o güzel ahşap konakları, cumbalarını, bahçelerindeki ağaçları anarak sokaklarında yürüyoruz. Yazar her sokakta, her bir yapıda bizi önce geçmişe götürüyor, sonra bir anda o zaman yolculuğundan çekiverip günümüze getiriyor. Güzelim tarihi mescitlerin, sinagogların, kiliselerin, mekteplerin nasıl bir onarımdan, restorasyondan geçtiğini, kimisinin de nasıl yıkılıp ortadan kaybolduğunun bilgisini bizlerle paylaşmayı ihmal etmiyor. Bazen köşe başında, bazen de deniz kıyısında dururken kâh üzülüp, kâh şaşırıyoruz.
“Sütlüce”ye geçer geçmez yazarımız hemen çeşitli rivayetleri bize aktararak bu ismin nereden geldiğini açıklıyor. Evliya Çelebi, semtin adının Acemce “Kend-şir”, “Arapça “Rabta-i leben” olduğunu söyler. Bizans döneminde ise “Galat-yani” deniyormuş. Tüm bu isimlendirmeler süt anlamına gelmektedir. Rivayete göre buradaki bir mağaranın içinde bulunan bakırdan bir kadın heykelinin göğsünden havuza akan su kadınların sütünü çoğaltırmış. Hatta bu suda süt tadı bulunurmuş. Sütlüce adına kaynaklık etmesi de buradan geliyor.
Sütlüce’deki turumuza Çavuşbaşı Camii’nden başlıyoruz. Birkaç kere onarım ve yenilenmeden geçmiş, hatta 1538’de Mimar Sinan’a yeniden yaptırılmış bu caminin mimari süslemelerini yazar dikkat çekici buluyor. Avlusunda türbe ve kütüphane olan caminin haziresinde bulunanlar arasında kabir taşı kendi hattı olan ünlü Hattat Karahisarî Ahmet Efendi’nin de medfûn olduğunu öğreniyoruz. Daha sonra planı yine Mimar Sinan’a ait olduğu sanılan Gaysuni Mescidi’ni geziyoruz. Döneminde baştabiplik yapan ve Kanuni’nin vefatında bile yanında bulunan Gaysuni Mehmed Efendi ve kendi gibi tabip oğlu Mahmud Efendi’nin bu mescidin bahçesinde yatıyor olması burayı özel kılıyor diyebiliriz. Mehmed Efendi’nin ardından İstanbul’un tüm hekimlerini buraya defnetmeye başladıkları için mescidin haziresi zamanla hekimler mezarlığına dönüşmüş.
Yazarımız Sütlüce’nin tekkelerini de tek tek ele alıyor. Bu tekkeler sadece bağlı olduğu tarikatın dini merkezini teşkil etmekle kalmıyormuş. Mesela Özbek, Hint ve Afgan tekkeleri misafirhane, Üsküdar’daki Miskinler Tekkesi Cüzzam Hastanesi, Okmeydanı ve Pehlivanlar Tekkesi ise sportif amaçlı hizmet veren birer tesis olarak yıllarca faaliyetini sürdürmüş. Bu tekkelerin büyük bir kısmı zamanla tarihe karışmış. Yerlerini beton bloklar veya yollar almış. Kitabın son bölümü “Kâğıthane”yi ele alıyor. Her bir bölüm başlangıcında olduğu gibi yine buranın isminin nereden geldiğini bizlere açıklamayı ihmal etmiyor Burhan Yentürk. II. Bayezid devrine kadar burada çalıştığı rivayet edilen bir kâğıt değirmeni varmış meğer. Yine bu dönemde Kâğıthane civarında bir baruthane inşa edilmiş. Kanuni ise bu bölgeyi avlanmak ve dinlenmek için sıkça kullanıyormuş. Evliya Çelebi de bu bölge hakkında 17. yüzyılda kenarları çınar ve kavak ağaçlarıyla dolu Kâğıthane deresi etrafındaki mesire alanının İstanbul’un zengin tüccarları ve seyyahları arasında revaçta olduğunu, İstanbulluların kayıklarıyla buraya gelip eğlendiklerini yazmıştır.
Kâğıthane’nin asıl şöhretini kazanması ise 18. yüzyıla, III. Ahmed dönemine dayandırılır. Derenin üzerine üç yeni havuz yaptırılması, dere kenarlarının en meşhuru Sâdâbâd Kasrı olmak üzere çeşitli kasırlar ve köşklerle, çeşme ve sebillerle donatılması ile Kâğıthane adeta zevk ve sefa yeri haline gelmiştir. Fakat bu keyif uzun sürmemiş, yeniçeri isyanı olarak tarihe geçen Patrona Halil İsyanı sebebiyle “Lale Devri” olarak adlandırılan bu dönem kapanmış, birkaç gün içerisinde köşkler, saraylar yerle bir olmuştur.
Bu mesire alanının şairane güzelliğini anlatmak için sözü 18. yüzyıldan Julia Pardoe’ye devrediyor yazar. Gezginin anlattığına göre buraya Avrupalılar “Tatlı Sular Vadisi” diyormuş. Pardoe, Kâğıthane’de arkadaşlarıyla geçirdiği bir günü detaylarıyla anlatıyor.
Ailesiyle beraber gelen Padişah’ın çocuklarını, sarayın son derece güzel olduğunu ifade ettiği kadınlarını uzaktan izliyor. Çayırın üzerinde oturan grup grup insanlar, Çingene ve Bulgar çalgıcılar, ellerindeki güzel demetleri satmaya çalışan çiçekçiler, sarayın sağa sola koşuşturan uşakları… Bu satırları okumak sanki o gün orada çimlerde oturan kalabalığın arasında etrafı izleyenlerden biri olduğunuz hissini veriyor.
Yazarımız bu güzel alıntının ardından sözlerini Kâğıthane mesiresinin eğlenceleriyle ve dillere destan köşkleriyle, çeşmeleriyle, mescitleriyle tamamlıyor. Sâdâbâd Kasrı, Çağlayan Kasrı, Poligon Kasrı, Çadır Köşkü, III. Ahmed Çeşmesi, Nuh Ağa Çeşmesi, Kâğıthane Mescidi…
Tahayyüle sığmayan güzelliklere sahip bu mekanların Cumhuriyet dönemine kadar geçen sürede bakımsız ve boş bırakılması ile süslemeleri zarar görmüş, mermerleri, çinileri çalınmış, kalan parçaları da hurdaya dönmüş.
Burhan Yentürk kitabının arka kapağında “Dik yokuşlar, ilginç insanlar, harap binalar, cami, tekke, kilise, sinagog… Ne ararsanız var, derde devadan gayrı!” diyor. Kitabın sonunda bu cümleleri tekrar okuyunca yazarın ne demek istediği daha iyi anlaşılıyor. Okmeydanı’ndan Hasköy’e,
Sütlüce’den Kâğıthane’ye uzanan bu yolculuk keyifli bir serüvene kapı aralıyor. Bu güzel kitap her okuyucunun biraz da kendi çocukluğundan izler bulacağı hem nostaljik hem de tarihe kayıtlı bilgilerle ara sokakların, cumbalı evlerin pencerelerinden İstanbul’u seyreylemek isteyen okurların istifadesine sunulmuş.