Ayşegül Nesibe Gürsoy [1]
Cengiz Aytmatov 1928 yılında Kırgızistan’da doğmuştur. Memur olan babası, Stalin’in meşhur “1937 yılı kıyımı”nda kurşuna dizilmiştir. Annesi çeşitli memuriyetlerde bulunmuş ve dört çocuğu kendi başına büyütmüştür. İkinci Dünya Savaşı’nın yokluk yıllarını babasız geçiren Aytmatov, çocuk yaşından itibaren çalışmaya başlamıştır. Bu dönemde köy Sovyet’i kolhozu [2] sekreteri, Rusça öğretmeni ve vergi memuru olarak çalışmıştır. 1946 yılında Kazakistan’da Veteriner Teknik Okulu’nda eğitim görmeye başlamıştır. Burada hocalarının etkisiyle Rus klasiklerini okumaya başlamış, ardından hikâyeye yönelmiş, yazı ve çeviri çalışmaları yapmıştır [3]. Daha sonra Kırgızistan Tarım Enstitüsüne devam ederek buradan veteriner olarak mezun olmuştur. İlk eseri 1952 yılında yayınlanan ilk öyküsü Gazeteci Cyuda’dır.
İlk Öğretmen, Deve Gözü, Cemile ve Selvi Boylum Alyazmalım adlı hikayelerden oluşan Steplerden ve Dağlardan Hikayeler adlı kitabıyla Lenin Edebiyat Ödülü kazanmıştır. Edebi çalışmalarının dışında, Avrupa’da SSCB ve Kırgızistan’ın büyükelçiliğini yapmış, Avrupa Birliği, NATO, UNESCO ve Benelüks ülkelerinde büyükelçilik yapmıştır. 2008 yılında Almanya’da vefat etmiştir.
Eser, İkinci Dünya Savaşı yaşanırken Kırgızistan’ın bir köyünde Tolgonay adlı bir kadının dilinden halkın yaşadığı sıkıntıları konu alıyor. Savaşın beraberinde getirdiği acıyı, açlığı, sefaleti, ölümü anlatmanın ötesinde birliği, beraberliği, fedakarlığı da anlatıyor. Kitabı okuduğunuzda Aytmatov’un hayatını okuyor hissine kapılıyorsunuz. Duyguları o kadar yoğun işlemiş ki her bir duyguyu yaşıyor hissini veriyor okuyucuya. Bu denli güçlü tasvirler yaşanmışlıklardan olsa gerek. Daha ilk sayfadaki şu cümleler bile o coğrafyada yaşananları özetler niteliktedir. “Babam Törekul Aytmatov, bilmiyorum mezarın nerededir. Bunu sana sunuyorum. Anam Nahima Aytmatova, biz dört kardeşi sen yetiştirdin. Bunu sana sunuyorum.” [4].
Yazarımız, savaşların barışı getirmediğini, insanlardan neleri götürdüğünü, verilen mücadelenin boyutunu etkileyici bir biçimde işliyor. Dul kalan kadınların, evlatlarına hem ana hem baba olduklarına, aynı zamanda köydeki insanların birbirlerine ne denli destek olduklarına şahit oluyoruz. “Kolhozda canla başla çalışmaları, tarifsiz acılar ve gözyaşları içinde zaferi bekleyişleri…” [5]. Kendi yiyecekleri kadar dahi ürün yokken askerlere sırf cephede savaştıkları için erzak gönderme gayretleri cömertliğin zirve noktası diyebiliriz.
Kurak bir bölgede yaşıyorsanız, geçiminizi sadece tarımdan sağlıyorsanız, hele ki kıtlık baş göstermişse, mutluluğu toprak ve suyun varlığıyla bağlantılı görmeniz muhtemeldir. Eserde de insanların mutluluğu nasıl anlamlandırdığına dair bazı örnekler veriliyor. Kadının “Mutlu olacağız değil mi?” sorusuna eşi şöyle karşılık vermiştir: “Toprak ve su insanlar arasında eşit olarak paylaştırılınca, kendi tarlamız olunca, kendi tarlamızı sürüp eker, kendi ürünümüzü kaldırınca, biz de mutlu olacağız.” [6]. Görüldüğü üzere çiftçi bir ailenin hem eslekleri hem de yaşadıkları coğrafya gereği toprak ve suya atfettiği önem büyüktür.
Hayatımızda gördüğümüz mutlu insanların ortak özellikleri, tamahkar ve ümit var oldukları görülüyor. Eserde bunu çok derinden hissediyoruz. İnsanlar savaş ortamında, açlığı, sefaleti, ölümü, korkuyu, her türlü acıyı en şiddetli haliyle yaşamalarına rağmen, her daim hayata tutunmuş, bir çıkış kapısı aramaya çalışmışlardır. Kadınların dimdik ayakta durma çabaları, erkeklerin vatan uğruna çarpışmaları, savaş ortamında da olsa insanların üzerlerine düşen görevleri yaptıklarını gösteriyor.
Eserin baş kısmında mutlu bir aile tablosu çizilse de ilerleyen kısımlarda maalesef acı dolu sahnelere tanık oluyoruz. Postacının her gün iki-üç ölüm haberi getirdiğinden bahsediliyor. Tolgonay ana bize kaderi şöyle tanımlamıştır: “Bir insanın kaderi, dağdaki patika gibidir: Bazen çıkar, bazen iner, bazen de dibi görünmeyen bir uçurumun başına gelip durur. İnsan tek başına böyle bir yolda ilerleyemez, ama birleşenler, birbirine omuz verenler her engeli aşarlar…”[7]. Yazar, güçlü kadın figürünü o kadar güzel işlemiş ki, teslimiyet olgusunu, dirayeti çok derinden hissediyorsunuz. Bu köyün sakinleri şunu çok iyi bilir. Bugün sana verdiği teselli, yarın kendisine verilecektir. Nitekim Tolgonay anaya da kara haber ulaşacaktır. Kocası ve evli olan oğlunun şehit olduğu haberini almıştır. Gelinine sarılıp bir müddet ağlaştıktan sonra şöyle düşünmüştür. “Ama bizim doya doya ağlamaya bile vaktimiz yoktu. Ölüm haberini alışımızın yedinci gününde, kolhozda çalışanlar bir kere daha toplandılar bizim evde. Yitirdiklerimizi bir kere daha rahmetle andılar ve sonunda bize şöyle dediler: -Yitirdiklerimiz için bütün bir yıl yas tutsak yine azdır. Onları hep hatırlayalım, asla unutmayalım, ama geride kalanların yaşamak için yiyeceğe ihtiyaçları olduğunu da unutmayalım.” [8].
Ne olursa olsun hayat devam etmekte ve savaş tüm hızıyla ilerlemektedir. Var güçleriyle çalışmak zorunda olduklarını görüyoruz. Savaşın ilerleyen yılları her şey daha kötüye gitmektedir. Günlük hayat oldukça zorlaşmaktadır. Tolgonay ananın gelini Aliman’ın şu sözleri yürekleri dağlamaktadır. “Nüfusu kalabalık ailelere gittiğimiz zaman; karınları balon gibi şişmiş, benizleri sapsarı, kolları ipince ve bir lokma ekmek umarak sessizce bakan çocukları görünce yüreğimiz parçalanıyordu. Eğer bana o zamanlar haydi, sen de cepheye git ve öl, o zaman savaş bitecek ve çocuklar da aç kalmayacak deselerdi, hiç tereddüt etmeden giderdim cephede ölmeye.” [9]. Görüldüğü üzere yaşanan acıların insan psikolojisi üzerindeki etkileri ağırdır.
Eserde, hırsın ürünü olan savaşın, kazananı olmadığı gibi kaybedenlerin ise masumlar olduğu görülmüştür. Savaşla beraber verimsizleştirilen topraklar, radyoaktif kirlilik, kullanılamayacak hale getirilen su kaynakları ve en önemlisi insan kayıpları ve büyük göçler görülmektedir. İkinci Dünya Savaşı’nın insana etkileri neler olmuştur diye merak eden bir kişinin cevaplarını fazlasıyla bulabileceği bir eserdir. Okurken zaman zaman gözyaşlarınıza hâkim olamayacak, hatta bazı satırları tekrar tekrar okuyacaksınız. Eser, kadın-erkek, gençyaşlı herkese hitap edebilecek niteliktedir. Dili oldukça akıcıdır. Aytmatov’un bu eseri diğer eserleri gibi sayfa sayısı az olmasına rağmen duygu yoğunluğu yüksektir. Benim de okuduktan sonra en çok etkisinde kaldığım duygu, anne karakterinin o kuşatıcı merhametidir. Eseri okurken savaş yıllarına yolculuk yapılmış gibi hissediliyor. Tarihe baktığımızda da yaşanan savaşlarda coğrafya değişse de hislerin aynı olduğunu görüyoruz. Bu anlamda kitabın evrensel yönü öne çıkıyor. Acı olayların yanı sıra, tarım ile ilgili verilen bilgiler sayesinde bu emek kokan geçim kaynağıyla ilgili pek çok bilgiyi öğrendiğimi de söyleyebilirim. Eserin bende bıraktığı bir diğer etki ise, Aytmatov’un yetiştiği coğrafya gereği mücadeleli bir hayatı olsa da onu yıldırmıyor. Bu durum tam da inci taşının oluşumuna benzemiyor mu? Oluşması ve çıkarılması her ne kadar zor olsa da yapısını sert, güçlü ve parlak yapıyor. Zorlu şartlar içinde yaşayan insanların hayatlarına baktığımızda pes etmek, kaderine razı olmak yerine krizi fırsata çevirdiklerini görüyoruz.