Elif Yılmaz [1]
Filibeli Ahmed Hilmi, II. Meşrutiyet döneminin önemli İslamcı fikir adamlarından birisidir. Batı medeniyetinin maddeci ve pozitivist düşünce akımlarına karşı sunduğu eleştirilerle o dönem adından sıkça söz ettirmiştir. Ahmed Hilmi, materyalizm ve pozitivizme karşı ciddi mücadeleler vermiş, halkı Batılı ideolojilere karşı bilinçlendirmeye yönelik değerli yazılar kaleme almıştır. Bu eserler arasında en önemlisi 1910 tarihli A’mâk-ı Hayal adlı romanıdır.
Yazar ‘’Hayalin Derinlikleri’’ mânâsına gelen eserinde, bir hayali yolculuğu ele almıştır. Eserde, kâinatın sırrı, yaratılış gayesi, vahdet-i vücut, ruh, madde, varlık, hiçlik ve benlik konularına vurgu yapılmıştır. Filibeli Ahmed Hilmi bir dönem felsefe hocalığı yapmış olmasının da getirdiği bir birikimle, spiritüalizm (ruhçuluk) felsefi
doktrini ile ilgilenmiş, bu yönüyle ruhun mahiyetini sorgulamıştır.
Eserde, dindar bir ailede yetişen Raci’nin maddeden mânâya olan yolculuğu, esas
konudur. Raci, bu yolculuğun sonunda, hakikati müşahede edebilme istidadına erişecektir.
A’mâk-ı Hayal’in kaleme alındığı dönemin toplumsal ve kültürel durumu, eserin yazılış amacını ortaya koymaktadır. 1900’lü yılların başı, Tanzimat Fermanı ile beraber Osmanlı Devleti’nde başta eğitim olmak üzere, sosyal, kültürel hatta ekonomik anlamda Batılılaşma yolunda sistemsiz adımların atıldığı dönemin etkilerini taşımaktadır. Bu süreçte, genç kuşaklarda meydana gelen zihniyet dönüşümü ise kültürel mirasımızın gelecekte yok olma tehlikesine işaret etmektedir.
Bu çalkantılı dönemde Osmanlı eğitim sisteminde, dinî ve fennî ilimlerin bir arada var olması ise giderek imkânsız bir hâl almaya başlar. Oysaki bu zamana kadar Osmanlı eğitim anlayışında ilmi ve fenni konular mezcedilir, talebeler bu yöntem ile yetiştirildi. Bu değişimin arkasında materyalizm ve pozitivizm akımlarının da etkisi olduğu söylenebilir.
Modernleşme ya da yenileşme dönemi olarak adlandırılan bu dönemin etkileri özellikle kültür, medeniyet ve kimlik konularında bir karmaşaya yol açar. Eski ve yeni değerlerin iç içe yaşandığı bu dönemde ikiliklerin toplumda istikrarsızlığa yol açtığı gözlemlenebilir hale gelir. Bu dönemde Batıdan gelen pozitivizm ve materyalizm gibi fikir akımlarının aydınları etkilemesi, söz konusu ikilikleri keskinleştirir. Bu bağlamda pozitivist paradigmanın öncüsü olan Auguste Comte’un mektubu önemli bir role sahiptir. Comte, pozitivizme çağıran bir tebliğ mektubu yazarak, bu mektubu Tanzimat Fermanı’nın ilanında önemli rol oynayan Reşit Paşa’ya gönderir. Comte, “İnsanlık Dini” dediği pozitivizmin evrensel bir din olduğunu ifade ederek, Hristiyanlık ve İslamiyet’in zıt meziyetlerini bu “yeni din” de bir araya getireceğini söyler [2]. Mektubun, dönemin zihniyet değişimini en ince ayrıntılarına kadar şekillendirdiğini söylemek yerinde olacaktır.
Çünkü Comte, Batı’nın, teolojinin zincirlerinden kurtulduğu gibi, Doğu’nun da pozitivizmle özgürlüğe kavuşacağını mektubunda açıkça ifade ederek Mustafa Reşit Paşa’yı etkisi altına almıştır. Auguste Comte, sadece bilimsel veriler ışığında toplumsalı algılamayı önererek, metafiziğe karşı bir tutum benimsemiş ve rasyonel aklın getirisi olacak bir pozitivist dinin varlığına inanmıştır. Osmanlı Devleti’nin çözülmesine çare olarak “pozitivist dini” öneren Comte, Osmanlı toplumunun bu yeni dine tabi olması için, Reşit Paşa’nın aracılık yapmasını şiddetle tavsiye eder. Tanzimat aydınlarından bazıları, Comte’un bu tebliğini adeta reddedilemez bir direktif gibi kabul etmiş, çağdaş eğitim kurumlarını yaygınlaştırmayı amaç edinmişlerdir. Örneğin, Osmanlı’da Batı tarzı ilk yükseköğretim çalışmalarının Tanzimat Dönemi ile başladığı bilinmektedir. Ayrıca o dönem Batı ülkelerine eğitim amaçlı çok sayıda öğrenci gönderilmiştir. Peki Comte’un bu ideolojisi, Osmanlı toplum yapısına uygun mudur?
Ahmed Hilmi, A’mâk-ı Hayal romanında tam da bu soruya cevap verme ve materyalizmin kusurlarını teşhir etme gayesindedir. Romanda başkişi Raci ve arkadaşlarının ilimle, fenle meşgul oldukları, din duygusundan soyutlanmış bir şekilde hikmete efsane gözüyle baktıkları [3] belirtilir. Bu ifadeler, aynı zamanda dönemin eğitim anlayışının bir yansımasıdır. Ahmed Hilmi, bu değişim sürecine şahitlik eden bir aydın olarak Türk milli ve dini değerlerinden uzaklaşmakta olan eğitim konusuna dikkat çekme isteğindedir. Ahmed Hilmi’nin bakış açısını iyi tahlil edebilmek adına, materyalizm, pozitivizm ve İslamiyet’in meta ve manâya yüklediği anlamlara değinmenin yararlı olacağına inanıyoruz.
Allah ve kainattaki her şeyi madde ile izah etmeye çalışan, âlemde bir şuur ve irade görmeyen, insanlar arasındaki ilişkileri belirleyen ana faktör olarak maddeyi esas alan materyalizm, [4] din olgusunu rasyonel olmadığı gerekçesi ile yok sayarak, maddeci bir perspektifle kendi dünyasını inşa eder. Bu konuda materyalist düşüncenin önde gelen isimlerinden Karl Marx’ın din ile ilgili görüşleri dikkat çekicidir. Marx, “Din halkların afyonudur.” diyerek, dinin bir uyuşturucudan farksız olmadığını ve uyuşuk bir beynin bütün fonksiyonlarını yitirerek tamamen işlevsiz hale geldiğini iddia eder. Böylelikle insan, aklını kullanmaktan aciz bir hayvana dönüşür. Tarihin materyalist yorumu, insanlık hayatında birtakım değerlerin varlığını inkâr edip, hayatı sadece yemek, içmek, giyinmek, barınmak ve cinsi ilişkiden ibaret olarak kabul etmektedir [5]. Özetle materyalizmde manâ, yalnızca metadır.
Pozitivist paradigmaya baktığımızda, materyalizmle birbirini besleyerek, nerdeyse ideoloji kardeşliği yaptığını söyleyebiliriz. Pozitivizm, bilimin tekliği inancından hareketle deney ve gözlem yoluyla ampirik bilgiye kayıtsız bağlılık anlayışının hâkim olduğu bir zemine kuruludur [6]. Bu zeminde bilim genele üstünlük kurarak, otoritesini yıkılmaz kale
surları içine inşa etmiştir. Bilim dışı olan her şey yok olmaya mahkûm bırakılarak, görmezden gelinmiştir. “Comte’un anladığı anlamıyla, pozitif olan gerçek olandır (düşsel olmayandır), işlevsel olandır (yararsız olmayandır), kesin olandır (göreceli olmayandır), açık ve seçik olandır (muğlak olmayandır), kısacası metafizik olmayandır.”[7] Pozitivizm
anlayışına göre metafiziğin olmaması kısaca, dinin kabul edilmemesi anlamına gelir.
Çünkü bu anlayışa göre din, gerçek olmayandır, kesin değildir ve muğlaktır. Bu yönüyle manâ boyutunu ele almayan pozitivizm, akıl ile gerçekliği inşa eden bir yapıdadır. Bu gerçeklik ise göz ile görülebilen, kulak ile duyulabilen olmalıdır. Manâ gibi “soyut” bir hakikat, pozitivizmde kabul görmemektedir.
İslamiyet’in manâ ve metaya bakışı bu iki paradigmadan çok farklıdır. İslamiyet yalnızca manâya veya yalnızca metaya bakmaz. Bu ikisi arasında bağlam kurarak, bir gerçeklik oluşturur. İnsan hem bedenî hem de ruhî ihtiyaçları olan bir varlıktır. Ruhî ihtiyaçların karşılanması ise inanç, ibadet ve kalbî değerlerin güçlendirilmesi ile gerçekleşir. İnsanın
kendini bilmesi ve gerçekleştirmesi de mânevî tekâmüle bağlıdır. Dolayısıyla İslamiyet, metayı manâ için bir aracı kılar diyebiliriz. Yani manâya giden yolda, metalar sadece birer perdedirler. Önemli olan perdenin ardındaki manâya ulaşmaktır.
Materyalizm ve pozitivizm gibi ideolojiler ise insan ve tabiatı madde derekesine indiren, somut ile yetinen, vahdet düşüncesinden uzak kurgulardır. Dolayısıyla söz konusu fikir akımları, insanları iyiliğe ve eşref-i mahlukat olmanın gerektirdiği vazifelere yönlendirmekten de yoksundur.
Filibeli Ahmed Hilmi, eserleriyle Batı taklitçiliğinin getirdiği maddeci anlayışın, İslam dininde bir karşılığının olmadığını ortaya koymaktadır. A’mâk-ı Hayal romanı söz konusu düşüncelerinin kurgu içinde dile getirildiği bir eser olarak materyalizm ve pozitivizmin gençler üzerindeki kültür ve kimliğe yabancılaşma etkisini gözler önüne serer.
Görüşleri ile çoğu zaman ilerleme karşıtı olarak anlaşılsa da Ahmed Hilmi bilinenin aksine ilerleme karşıtı değildir. Bilakis o, toplumların benliğini unutmadan ilerlemesi gerektiğini ifade ederek, değişimin önünü açmıştır. İlerlemeci toplum anlayışına sahip olan yazar, içtihat kapısının da her zaman açık tutulması gerektiğini ifade eder. Çünkü ona göre, yeniliği görmemek, geride kalmak demektir. Ayrıca, “İlerleme sadece Batılı ideolojiler ile olmalı.” anlayışını eleştirmekte, inanç ve milli değerlerin muhafaza edilmesi gerektiğini savunmaktadır.
İslâm mütefekkiri Ahmed Hilmi, Osmanlı Devleti’nin siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik açıdan zayıflamaya başladığı böyle bir dönemde, geleneğin korunmasından yana tavır alırken, aynı zamanda Müslümanları siyasi birlik ve İslâmî ilimlerde yeniliğe teşvik etmiştir [8]. Mütefekkir yazara göre toplumdaki söz konusu çözülüşte birlik olamamanın
büyük etkisi vardır. Bu nedenle İslâm dünyasının, çağın yeniliklerine adapte olması, geçmişin fikri mahsullerini hazmetmesi, doğruları alarak, zararlıları terk etmesi, ahlâka ve ilerlemeye uygun olmayanları değiştirmesi gerektiğini vurgular. Yeni durumlarda ise İslam’ın özüne ters düşmeden [9] zamanın ilmî silahının kuşanılmasını zorunlu görür.
Böylelikle Ahmed Hilmi, değişimin kontrollü olması gerektiğini ifade eder.
Ahmed Hilmi’nin “A’mâk-ı Hayal”i yazma amacının, Tanzimat sonrası halkın ve özellikle gençlerin vaziyetini ortaya sermek ve çözüm sunmak olduğu söylenebilir. Materyalizmin eğitim üzerindeki yansımaları ile genç dimağlarda bıraktığı bu tesir doğrultusunda, İslam dinini sorgulamaya başlayan gençler, bir belirsizlik deryasına hapsolmuşlardır. Ahmed
Hilmi, gençlerin mevcut sapkın fikirlerden arınması için farklı yaklaşımların incelenmesi, tenkit edilmesi, kıyas edilerek doğru bilgiye ulaşılması gerektiğine inanır. Bilim anlayışı bağlamında da Ahmed Hilmi, dogmalardan hareket etmeyen tecrübe ve gözleme önem veren ve zamanının bilim ve felsefe dünyasını yakından takip eden bir düşünürdür [10].
Ahmed Hilmi, Batı’dan zanaat ve sanayinin alınıp ilerletilmesini savunurken, manevi ithalin ve taklidin insan tabiatına aykırı olduğunu ifade eder [11]. Bu sebeple pozitivist düşünceye karşı olan Ahmed Hilmi’nin önerisi, meydana gelen şüphelere, taklitlere ancak felsefe ile cevap verilebileceği yönündedir. Ona göre “Bir felsefî ekolü tercihte uzunca
düşünmenin ve hele sathî bir taklitten sakınmanın, yani hiç olmazsa tercih olunacak [12] Buradan da anlıyoruz ki ona göre, akıl ile temellendirilmeyen bir dini düşünce her zaman rasyonel eleştiriye maruz kalır. Yazar, bu eleştirilerden kurtulmanın yolunun, dini, akıl süzgecine katmaktan geçtiğini belirtir. Bu bağlamda Ahmed Hilmi, pozitif ilimleri takvayı
engelleyici bir etken olarak görmemek gerektiğini, çünkü İslam’ın ileri dönemlerinde özellikle akli ilimlerin önem kazandığını vurgular [13]. Çünkü din, ilerlemenin önünde engel değildir, aksine akli ilimler de dinin otoritesini destekleyecek niteliktedir. Buradan hareketle Ahmed Hilmi hem akli hem de dini ilimlerin birbirinden beslenmesi gerektiğini savunur.
Ahmed Hilmi’nin en önemli çözüm önerisi vahdet-i vücut inancıdır. Yazar, İslam metafiziğinin iyi anlaşılmasının gerekliliği üzerinde durarak, kâinatı ve benliğimizi idrak etmemizin vahdet-i vücut ile mümkün olacağını belirtir. Peki vahdet-i vücut ne demektir? Ahmed Hilmi’ ye göre vahdet-i vücut: “Her ne şekil ve tecelli ile düşünülürse düşünülsün
vücudun (varlığın) esas bakımından bir ve aynı şeyden ibaret olduğu, renk ve şekillerin o bir şeyin tecelli, tezahür ve safhalarından başka bir şey olmadığı demektir.” [14] Bu tanımdan hareketle denilebilir ki âlemdeki bütün vücutlar ezeli ve ebedi olan bir tek varlıktan meydana gelmiştir ve o varlığın bir tecellisi olarak vücut bulmuşlardır.
“Allah’tan gayri olan bütün şeyler O’nun tecelli ve zuhurundan ibarettir. Tecelli ve zuhur eseri olan bu şeyler, görünür de görünmez de mevcut olan bütün âlemler, bu var olan, tek olan, varlık (vücud) yalnız kendisine mahsus olan Allah’ın kendisidir. Zira eşya, Hakk’ın rahmetinden veya sıfatından meydana çıkmasından (tecelli ve zuhur) ibarettir.” [15] Allah’ın yarattıkları üzerindeki bu zuhuru, yaratılanda Allah’a ait kodları barındırmayı zorunlu kılar. Yaratılan Yaratan’dan bağımsız değildir, onun bir tecellisidir. Aslında vahdet-i vücudun en önemli dayanağı İbnü’l Arabi’ye göre: ‘’Varlık birdir ve o da Hakk’ın varlığıdır.’’ [16] cümlesidir. Var olan şey yani âlem Allah’ın varlığından meydana gelmiştir.
Bu durumu şu örnekle açıklamamız mümkündür. ‘’Buhar latif ve şeffaftır, gözle görülmez. Bir derece yoğunlaşırsa bulut, biraz daha yoğunlaşınca su, biraz daha yoğunlaşınca buz olur. Kısaca özde aynı olan bir varlığın farklı ortamlardaki farklı hal ve şekillerini, buna bağlı olarak değişen fonksiyon, işlev ve görevlerini göstermektedir.’’ [17]
İşte aynen böyle de tek olan hakiki varlık görünen mevcudata farklı formlarda tecelli etmiştir ve bir olan varlık, Hakk’ın varlığı olmuştur. Hakk’ın varlığı görünen manâda (mevcudatta) zahirken, esas itibariyle görünemezdir. Vahdet-i vücut ekolünü materyalizmden ayıran en önemli nokta da burasıdır. Çünkü materyalizm, tabiatın var olduğu, Allah’ın inkâr edildiği bir sistem üzerine inşa edilmiştir. Vahdet-i vücut ise tabiattaki bütün mevcudatın bir yaratıcının emri doğrultusunda var olduğunu ortaya koymaktadır.
Ahmed Hilmi, gençlerin vahdet-i vücut anlayışına göre yetiştirilmesi gerekliliği üzerinde durur. Çünkü vahdet-i vücut, dünya ve ahiret kodlarını barındıran bir çeşit sistem gibi bedenimizi Allah’ın çizdiği yolda tutmaya çalışır. Sadece maddeden ibaret olmayan bir varlık olduğumuz bilincini hep uyanık tutar. Bu şekilde yazar, eserinde de işaret ettiği
üzere manevi açlık ile kıvranan gençlerin, maddeden teşekkül olan hayatlarında mutsuz ve bir türlü cevabını bulamadıkları bir sorunun esiri olduklarını betimler. ‘’Nereden geldik, öyleyse şimdi nereye gideceğiz?’’ Bu sorunun cevabı maddeci bir perspektifle hep cevapsız kalmaya mahkûmdur. Ahmed Hilmi ise, bu soruya ‘’vahdet-i vücut’’ cevabını verir. Yani her şey O’nun emrindedir. Biz de O’nunuz. O’ndan geldik, yine O’na gideceğiz. Fıtratın gerektirdiği şekilde yaşamaya gayret eden gençler manevi bunalımdan kurtularak, özüne yani dinine döneceklerdir. Eserde de ikrar, inkâr ve şüphe arasında gidip gelen Raci’nin kafasındaki bütün sorulara yanıt bulması vahdet-i vücut düşüncesi aracılığıyla gerçekleşmiştir. Böylece, manânın metadan ibaret olmadığı, hakikati bulmak için manânın derinliklerine inmek gerektiği Raci karakteri ile verilmiştir. Ahmed Hilmi, A’mâk-ı Hayal romanıyla toplumsal hafızayı harekete geçirmek istemiş ve materyalizmin etkisi ile zihniyet dönüşümü geçiren toplumumuzun, samimi olarak istediği takdirde
özüne dönebileceğini vurgulamıştır.
A’mâk-ı Hayal, maddeci dünya görüşüne kocaman bir taş atarak, materyalizm eleştirisini gerçekleştirir. Okurlar, A’mâk-ı Hayal aracılığıyla materyalizm ve pozitivizm gibi ideolojilerin Türk toplumunda eğitim, kültür, sosyal ilişkiler ve din algısı üzerindeki yansımalarını gözlemlemiş olacaklardır.
A’mâk-ı Hayal materyalist ve pozitivist görüşlere açık bir manifesto niteliğinde olmasına rağmen eserin kurgusundaki derin manâya ulaşmak uzun bir düşünsel süreci gerekli kılar. Çünkü manânın özü tefekkür ile ortaya çıkar. Belki de Ahmed Hilmi okurlarının tıpkı Raci gibi adım adım manânın özüne ulaşmasını amaç edinmiştir. Genel olarak “A’mâk-ı Hayal” ile Filibeli Ahmed Hilmi hiçlik, kötülük-karanlık, iyilik-aydınlık, Yaratıcının varlığının gerekliliği, yaratılanın bir Yaratıcı’ya ihtiyaç duyması, ilim ve kendini bilmenin ehemmiyeti, hakikati bulma ve sonucunda saadete erişme gibi temaları usta bir kalemle ontolojik olarak ele alır. Romanda dinlerin bâtıni yönleriyle ilgili sembolik bir dil yoğun olarak kullanılmıştır. Bu nedenle tasavvuf ve mistisizm hakkında bilgisi olmayan okurların anlamakta zorlanacağı ifadeler dikkat çekmektedir. Raci’nin Aynalı Baba ile karşılaşmasının anlatıldığı bölüm, daha çok metafiziksel olaylar etrafında
şekillendiği için soyut ve tasavvufî lügate sahip bir dildir. Fakat romanın “Manisa Tımarhanesi” başlıklı bölümü daha anlaşılır ifadeler barındırması sebebiyle tasavvufa vakıf olmayan okurlara da uygundur.
Son olarak denilebilir ki A’mâk-ı Hayal yazıldığı dönemden günümüze kadar Bediüzzaman Said Nursi’nin tabiri ile maddiyyun taununa karşı her zaman güçlü bir eleştiri olarak varlığını korumaya devam edeceği beklentisindeyiz.
A’mâk-ı Hayal: Bir Materyalizm Eleştirisi PDF