Esranur Tellioğlu [1]
“…Şarklıyı yaratan ve bir bakıma –insan olarak- silip yok eden bilgiiktidar bağıntıları, benim için sırf akademik bir sorun değil. Yine de önemi çok açık düşünsel bir sorun. İnsani ve siyasal kaygılarımı, pek dünyevi bir konuyu, Şarkiyatçılığın doğuşunu, gelişmesini, pekişmesini çözümlemekte, betimlemekte kullanabildim. Yazın ile kültür çoğu zaman siyasal, hatta tarihsel bakımdan masum addedilir, bana hep tersi doğru göründü; bu Şarkiyatçılık incelemesi de toplum ile yazınsal kültürün ancak bir arada anlaşılıp incelenebileceğine tümüyle inandırdı beni…”[2]
Karşılaştırmalı edebiyatçı ve teorisyen Edward W. Said (1935-2003)’e ait olan bu sözler, Şarkiyatçılık (Oryantalizm) hakkında önemli ipuçları verir. Said, Filistin Sorunu, Entelektüel, Kültür ve Emperyalizm,Oryantalizm (Şarkiyatçılık), Yersiz Yurtsuz isimli eserleriyle ve özellikle oryantalizme getirdiği eleştirilerle tanınır. Batı Kudüs’te Hristiyan Arap bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen yazar, 1947’de Mısır’a göç ederek kolonyal idarenin yaşadığı Kahire’ye yerleşir. Orta öğrenimine ve akademik hayatına Amerika Birleşik Devletleri’nde devam eder. Otobiyografisine Dünyalar Arasında başlığını koyduğu gibi hatıratını içeren kitaba Yersiz Yurtsuz ismini vermiştir. Said, Kahire Victoria Koleji’ndeki eğitimine ilişkin hatıralarından söz ederken şunları yazar: “Bir İngiliz okul çocuğu gibi düşünmek ve inanmak üzere yetiştirildiysem de aynı zamanda hem pis Arap hem de Anglikan olmak sürekli bir iç savaş içinde olmak demekti.”[3] Onun hem Doğulu hem Batılı ya da ne Doğulu ne de Batılı olan bu yönü, fikir yapısında ve eserlerinde etkisini açıkça gösterir. Karşılaştırmalı edebiyat incelemeleri ve emperyalizm eksenli eleştirilerinde kendine has bir kuram geliştiren Said, bu çalışmalarında Batı’nın Doğu’ya bakış açısını gözler önüne serer. Ayrıca Arap-İsrail Savaşı (1973), Said’in hayatında dönüm noktası olarak kabul edilebilir. Savaş hakkındaki düşünceleri ve Amerika’da yaşayan ama Filistin yanlısı yazılar kaleme alan tavrı, aktivist kişiliğinin önemli bir göstergesidir.
Said, Oryantalizm adlı eserinde Batı’nın veya Oryantalistin Doğu’yu tanıma, tanımlama ve ona hükmetme aşamalarını yazınsal kültürle temellendirerek aktarır. Doğu’nun Batı tarafından akademik araştırma alanı olarak algılanması, antropoloji, filoloji gibi disiplinlerin laboratuvarı haline gelmesi, oryantalizmin bilimsel çalışmalarla ve devletler eliyle emperyalist sisteme kaynaklık etmesi üzerinde durur.
Oryantalist, en kolay kabul gören tanımlamaya göre akademik olarak “Doğu’yu araştıran kişidir.” Oryantalistin yaptığı iş de oryantalizmdir. 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında Said’in tabiriyle Avrupa sömürge yöneticiliğinin kibirli tavrını sezdirmesiyle beraber çok genel ve muğlak bir kavram olması sebebiyle bu kelime mütehassıslar tarafından pek tercih edilmez. Oysaki Doğu’yu araştırma alanı olarak gören antropolog, sosyolog, tarihçi, filolog fark etmeksizin genel veya özel araştırmaların tamamı oryantalist çalışmaların birer parçasıdır. Önemli olan akademi dünyasında Doğu ile ilgili öğretilerin varlığını sürdürmesidir. Bu tanımlama Edward Said’in anladığı üç çeşit oryantalizmden ilkini yani “Akademik Oryantalizm”i ifade eder.
İkinci oryantalizm çeşidi ise “Düşünme Alanı Olarak Oryantalizm”dir. Felsefe, edebiyat, siyaset, sanat gibi disiplinler vasıtasıyla Doğu’yu keşfetme yoludur. Bu anlama biçimi, akademik araştırma sahasıyla ilintili olmakla birlikte daha genel bir Oryantalizm algısını açığa çıkarır. Doğu ve Batı’nın ontolojik ve epistemolojik ayrımına dayanan düşünme yöntemi, romancıdan felsefeciye, siyasetçiden iktisatçıya kadar sayılabilecek oldukça geniş bir yazar kitlesinin Doğu’ya ve Doğuluya dâir tanımlamalarını içine alır. Said bu Oryantalizm’in Aiskhylos’la Victor Hugo’yu, Dante’yi ve Karl Marx’ı bir araya getirebileceğini söyler.
Üçüncü oryantalizm çeşidi, ilk iki Oryantalizme kıyasla daha somut ve tarihsel bir anlama biçimini “Kurum Oryantalizmi”ni ifade eder. Kurum, -başlangıç noktası olarak on sekizinci yüzyıl sonu kabul edilirse- oryantalist zihniyetin Doğu’yu tanımlaması, görüşlerini meşru bir zemine oturtması, Doğu’ya yerleşerek onu yönetme çabasıdır. Doğu hakkında fikir ve söz sahibi olmayla birlikte onu betimleme ile başlayan süreç, yerini artık Doğu hakkında yetki sahibi olma, onu yönetme ve tahakküm altına almaya bırakır. Tam da bu nokta bizlere Rudyard Kipling’in “Beyaz Adamın Yükü” şiirini hatırlatır:
Bu yol Beyaz Adamların aştıkları yol
Bir diyarı arıtmaya giderken arşınladıkları
yol Yer demir gökte asmalar
İki yanda iki yar.
Rehber tutup seçilmiş yıldızımızı
Adımladık bu yolu, bu ıslak, fırtınalı yolu.
Ey dünya, ne mutlu sana, Beyaz Adamlar omuz
omuza Yollarını arşınladıklarında! [4]
Oryantalist, “beyaz adam” imgesi ile kendisini, Batı tarafında konumlandırır. Said’e göre bu konumlanma, ben-öteki algısının dile ve düşünceye hükmetme şeklidir. Diller, ırklar, renkler, tipler ve zihniyetlere dâir genellemeler bizimki/onlarınki düşüncesi üzerinden gelişir ve bilimsel çalışmalar bu düşünceyle ortaklaşa ilerler. Darwinci hayatta kalma ve doğal ayıklanma tezleri, Renan ve Arnold gibi yazarların ırkla alâkalı genellemeleri bu kültür birikiminin (ben-öteki algısı) resmi birer niteliğidir. Avrupalı, modern ve medenî “biz”i; Doğu, barbar ve geri kalmış “öteki”yi ifade eder. “Bizim” olan değerler özgürlükçü, insanî, doğru değerler, bilgi yüklü araştırmacılık, akılcı soruşturma ve edebiyat geleneğiyle desteklenir. Said, oryantalist tarafından ortaya konan her önermede Doğulurenkli tene sahip insanın, Batılı-beyaz adam tarafından incelenen nesne konumunda görüldüğünü belirtir. Yazar, bu durumu Mısır’da 1883’lerden 1907’ye kadar sömürge siyaseti uygulayan İngiliz Cromer’in iktidarındaki yönetim öncülü ile örneklendirir. Lord Cromer, dönemin tipik bürokratlarında olduğu gibi Hristiyan olmayan halkların geri kalmış, Batı’nın ise üstün olduğu düşüncesine inanır. “…Şarklıların Batı’nın usullerini öğrenmedikçe kaderlerini geliştiremeyeceklerini ve bunun için de Büyük Britanya gibi “ileri” ülkelerin nezareti altında uzun çıraklık dönemi geçirmeleri gerektiğini kabul ederdi. Cromer, Mısırlıların bağımsızlık isteklerini hep hor görmüş ve Londra’daki amirlerine bu ülkede İngiliz rehberliğine daha yıllarca ihtiyaç duyulacağı konusunda güvenceler vermişti.”[5] Batı, bu ideolojisini kendince meşru bir zemine oturtur, sonra Doğu’yu da kendi kendini yönetemeyeceğine inandırır. Karl Marx’ın ifadesi ile “Onlar kendilerini temsil edemezler, temsil edilmeleri gerekir.” Özetle Doğu’nun bağımsız olmasına asla izin verilmeyecek, Kipling’in şiirindeki sözde fedakârlık, Doğu’nun egemenliği için uzun süre devam edecektir.
Oryantalizm açısından yazım kültürüne getirilen eleştiriler, Edward W. Said’den önce az olmakla birlikte bazı eserlerde kendini gösterir. 1960’lı yıllarda Enver Abdulmelik, Abdullatif Tibawi gibi Avrupa üniversitelerinde eğitim gören ve aynı zamanda öğretim görevliliği yapan şahıslar tarafından kaleme alınan Krizdeki Oryantalizm eseri alanda ilk olma özelliğini taşır. Aynı eserde Hamid Algar tarafından kaleme alınan bir yazıda Müslümanlarla oryantalizm arasındaki ilişkiler değerlendirilir. Bryan S. Turner’in (1945) Oryantalizm, Postmodernizm ve Globalizm, Oryantalizm, Kapitalizm ve İslam adlı eserler Said’den önceki eleştirel çalışmalar arasında sayılabilir [6].
Said, Oryantalizm adlı eserini, üç uzun bölüm ile on iki kısa birime ayırarak açıklamalarını kolaylaştırmayı hedeflemiştir. Birinci bölüm “Oryantalizmin Etkinlik Alanı”nda tarihî akış içerisinde konuyu siyasal, felsefî tüm boyutlarıyla kapsayan geniş bir çerçeve çizer. İkinci bölüm, “Oryantalist Yapılar ve Yeniden Yapılandırmalar”da modern oryantalizmin gelişimini kapsamlı ve kronolojik betimlemeler ile aktarır. Sanatçıların ve araştırmacıların yapıtlarındaki ortak fikri altyapıyı dile getirir. Üçüncü bölüm, “Bugünkü Oryantalizm”de önceki bölümlerin devamı niteliğinde, 1870’lerden başlayıp İkinci Dünya Savaşı’na kadar olan dönemi ele alır. Bu dönem, sömürgeciliğin Doğu’da en çok yayıldığı zaman dilimidir. Bu bölümün son altbölümü İngiliz ve Fransız hâkimiyetinden Amerikan hâkimiyetine geçişi inceler ve en son ABD oryantalizminin o günkü düşünsel ve toplumsal durumunu ana hatlarıyla anlatmaya gayret eder.
Said’in Oryantalizm’inden hareketle oryantalizmin tarihi sekiz döneme ayırılabilir. Yazarın Antik Çağ’da Yunan-Pers ikilemi üzerinden aktardığı ilk dönem, özgürlükçü Yunanlar ve Tiran Persler mücadelesini, dolayısıyla Doğu-Batı ayrımının köklerini ifade eder. Orta Çağ’da bunun yerini Hristiyan-İslâm ikilemi alır, Batı’da dindar Hristiyan ve kâfir Müslüman fikri baskın hale gelir. Erken modern çağda bu fikir biraz daha politize edilir, özellikle Osmanlı Devleti’nin Avrupa’da büyük bir tehdit haline gelmesi, Osmanlı karşıtlığı üzerinden Doğu karşıtı düşünceyi meydana getirir. 18. yüzyılda Batı’nın Doğu üzerinde üstünlüğünün ortaya çıkmasıyla beraber Doğu nesneleştirilir. Bu durumun ilk görüntüleri Barthelemy d’Herbelot’un Bibliotheque Orientale (1967) Doğu Kütüphanesi eserleri ve Antonie Galland- Kitab ’alf layla wa-layla (1704-1717) Bin bir Gece Masalları adlı meşhur çevirisi üzerinden fark edilebilir. Batı; korktuğu, çekindiği Doğu’yu artık üzerinde çalışarak öğrenebileceği bir nesneye dönüştürmüştür. Ardından 18. yüzyıl Aydınlanma düşüncesinde Batı-Doğu ayrımı yoğun bir biçimde hissedilir. Doğu’nun eleştirisi, geri kalmışlığı, Batı’nın yükselişi ve kendine güveni artık yavaş yavaş medeniyet kavramı üzerinden tanımlanmaya başlanır. Medeniyet, 1756’da ilk kez Fransa’da kullanılır. O tarihten itibaren de Doğu’yu gayr-ı medenî Batı’yı da medenî göstermek son derece popüler bir hale gelir. 19. yüzyılda oryantalizm kurumsallaşır. Bunun öncülü genellikle Napolyon’un Mısır Seferi (1798-1801) kabul edilir. Çünkü Napolyon, Mısır’a sadece bir ordu ile gitmez, beraberinde tarihçiler, coğrafyacılar, kartograflar, edebiyatçılar gibi birçok uzman ve sanatçıyı da götürür. Dolayısıyla Batı’nın Doğu çalışmaları için Mısır Seferi dönüm noktası olarak kabul edilebilir. Aynı yüzyılda oryantalizmin kurumsallaşmasıyla Almanya’da, Amerika’da, İngiltere’de birçok dernek kurulur: Asiatic Society of Calcutta (1784), Societe Asiatique (1822), American Oriental Society (1842), Deutsche Morgenland Gesselschaft (1845)
Said, Oryantalizm eserinde, sömürgeleştirilen halkların ortak özelliklerinin izini süren post kolonyal yazarların birçoğundan farklı olarak “metnin dünyeviliği” kavramını ön plana çıkarır. Said’in “dünyevi” olarak adlandırdığı yazılar, belirli bir tarihsellikte üretilen ve hayatlarını sürdüren metinler olarak okunmalıdır.
“Beyaz Adam”ın Doğu’ya karşı duyduğu merak, Batı’ya filolojiden antropolojiye, arkeolojiden sanata kadar oldukça geniş bir araştırma ve uzmanlık alanı açar. Batı, incelediği Doğu’yu nesneleştirerek kendi Doğusu haline getirir. İlkel, egzotik ve romantik kelimeleri ile tanımladıkları Doğu, Batılı seyyahların eserleri ile desteklenen ve günümüzde dahi etkileri süren tanımlama geleneğine dönüşür. Said, oryantalist yazarlardaki geleneğin indirgeyici ve genelleyici tavrını eleştirir. Ona göre birçok araştırmacı ve bilim insanı epistemolojik araçlar yardımıyla tanım ve gerçeklik arasında uçurum meydana getirmiştir. Tanımın nesneleşmesi, Doğu’yu araştıran ve onun hakkında yazanların hakikate yabancılaşmasına sebep olmuştur. Bununla birlikte, Batılı seyyahların okudukları dünya ile sonrasında gezip gördükleri dünya arasındaki uyuşmazlık da kendilerini hayal kırıklığına uğratmıştır. İşte Edward Said, bütün oryantalist genellemelerin dayandığı soyut söylemleri eleştirerek diğer yazarlardan ayrılır. Ona göre metin, kendi başına soyutlanabilecek bir yapıda değildir, aksine dünyevî bir yapıdadır. Bu sebeple bir metin ancak dünyevî bağlar içerisinde anlaşılabilir. Yazar, yöntem çerçevesinde yazım geleneğinin tamamının subjektif ve art niyetli olduğunu belirtmese de emperyalizm hakkında olduğu gibi- metnin soyutlanabilir olmadığı konusunda da birçok eleştiriye maruz kalır.
Edward Said, oryantalizmi çözümleme denemesinde Michel Foucault (1926-1984)’un kavram ve yöntemlerinden yararlanır. Fransız düşünür ve edebiyatçı Foucault, postyapısalcılık veya post- modernizm olarak bilinen düşünce biçimlerine zemin hazırlayan isimdir. Söylemleri bilgi-iktidar ilişkisi bağlamında ele alan Foucault, iktidar kavramının özneden bağımsız olamayacağını ifade eder. Dolayısıyla özgür özne, iktidar; bilgi de nesne olacaktır. İktidar bilgiyle, bilgi iktidarla yakından ilişkilidir ve daima etkileşim halindedir. Foucault, sürekli bilgi nesneleri üreten iktidar ve aksi yönde iktidar etkilerine yol açan bilgi fikrini vurgular, her ikisinin de birbirine muhtaç olduğunu ifade eder. Objektif bilgiye ulaşmak ancak özgür özne olduğu müddetçe mümkündür [8].
Foucault’un tanımlamasından hareketle Said, oryantalizmi bir söylem olarak değerlendirir. Öncülleri, kuralları, gelenekleri ve hakikat iddialarıyla özel bir bilgi biçimi olduğunu ifade eder. Çalışma nesnesi Doğu olan “Oryantalizm, eş zamanlı olarak hem belli birtakım iktidar ilişkileri tarafından üretilmiş, hem de onları devam ettirmiştir. Bu vakada iktidar, Batılı devletlerin ve otoriter bireylerin Şark üzerinde uyguladıkları veya uygulamaya çalıştıkları iktidardı. Objektif bir şekilde var olan bir Şark yoktu.”[9] Said bu sebeple, oryantalizmi bir söylem olarak incelemeden anlamanın mümkün olmayacağını dile getirir. Ancak Said, Doğu hakkındaki söylemin bağlayıcılığını eleştirirken ferdi olarak ortaya konulan ürünlerin etkisini vurgulayarak Foucault’tan ayrılır.
Said, Doğu’nun, araştırma kurumlarında düşünsel ve tarihsel çalışma alanları ile siyasal emperyalizm tarafından yönetildiği gerçeğini gözler önüne serer. Özellikle 19. yüzyıldaki Batılı yazarların neredeyse tamamının imparatorluk olgusunu benimsediğini dile getirir. Onların özgürlük adına Doğu’nun idare edilmesi gerektiğine dâir düşüncelerini örneklendirmelerle açıklar. Oryantalist yazım geleneğini incelerken oryantalist yazarlardan ve bu yazarların muhayyilesindeki Doğu’yu üreten üç büyük imparatorluktan söz eder. Geleneğin İngiltere, Fransa, Amerika tarafından biçimlendirildiğini ifade eder. Burada dikkat çeken ve eleştirilecek nokta ise, Said’in, eserinde yalnızca üç devletin çalışmalarına yer vererek emperyalizmle ilişkisini İngiltere, Fransa ve Amerika’yla sınırlamasıdır. Bu bağlamda Said, Almanya, İtalya, ve Belçika’nın sömürge elde etme gayretlerine değinmemektedir. Aynı şekilde Rusya Çin ve Japonya’nın gerek kültürel emperyalizm gerekse de despotizm ve kolonyalizm ile ilişkilendirilebileceği gerçeğini göz ardı etmektedir.
Edward Said, oryantalistlerin Doğu hakkındaki genellemelerini değerlendirirken İslamiyet hakkındaki Batılı görüşlere ve çalışmalara da sık sık yer verir. Avrupa’nın 16. yüzyıldaki coğrafi keşifler ve kendi kimliğini tasvip etme gayreti, yerini merak edilen, araştırılan, hayranlık uyandıran Doğu algısına; aynı yüzyılın sonu ve 17. yüzyılın başlarında ise zemmedilen Doğu’ya bırakır. İslâm araştırmalarının ivme kazandığı bu dönemlerde kaleme alınan birçok eserde önyargılı hücumlar söz konusudur. Kur’an ve Hz. Muhammed algısı klişeleşmiş eleştirilerle şekillenen bir hal alır. Oryantalizm araştırmacısı Yücel Bulut’un belirttiği üzere, Alman Filozofu Gottfried Leibniz (1646-1716), karanlıklar ve barbarlıklar ülkesi olarak nitelendirdiği Osmanlı’da cehaletin içine gömülmüş olan padişahın etrafında bir alay kadın ve harem ağası bulunduğunu ifade eder. Leibniz, Mısır işgali için ikna etmeye çalıştığı Fransa Kralı XIV. Louis’e yazdığı raporda bu şekilde Hindistan ile olan ticarette en kârlı duruma geçeceğinden bahseder. Direnme gücünden yoksun görülen ve bağımsız bir varlık kabul edilmeyen Doğu üzerinde hesaplar yapılır ve Batılı ülkeler arasında paylaştırılır. Bu kapsamda “Leibniz’de 19. yüzyılın sömürgeci faaliyetlerinin meşrulaştırılmasına dönük girişimlerin izlerini görmek mümkündür.”[10] Sonraki dönemlerde oryantalist İslâm araştırmalarına bakıldığında önceki çalışmalara nispeten daha objektif ve mutedil değerlendirmelerle karşılaşılır. Kur’an’ın ilk tam İngilizce tercümesini hazırlayan İngiliz Oryantalist George Sale (1697-1736) ve Batılı İslâm Tarihi araştırmaları ile History of the Saracens eseriyle tanınan Simon Ockley (1617-1720) bu konuda zikredilmesi gereken isimlerdendir. Sale, 17.yüzyıl sonları ve 18. yüzyıl başlarında İslâm dini ve peygamberine yönelik yeni bir perspektif ortaya koyma konusunda dikkate değer fikirler sunar. Hz. Muhammed’i şeytan ve deccal şeklinde ifade etmek yerine daha rasyonel bir bakış açısıyla onu tarihi bir kişi olarak tanıtır. Genel anlamda ılımlı ve objektif yaklaşımlarda bulunsa da Kur’an’ın Hz. Muhammed’in eseri olduğunu iddia eder. Hz. Muhammed’in inanç ve muamelatla ilgili hükümleri ve kıssaların çoğunu Yahudilik, Hristiyanlık ve Mecusilik gibi dinlerin kitapları veya mensuplarından aldığını, harikulade bir insan olarak kabul edilme amacıyla Allah’ın elçisi olduğunu ileri sürdüğünü, toplum tarafından şöhret bulup mevki elde etmek için Miraç hadisesine başvurduğunu dile getirir [11]. Simon Ockley de aynı şekilde Hz. Muhammed’in deccal olarak değil de tarihi rol üstlenen bir isim olarak değerlendirilmesi gerektiği konusunda Yakınçağ oryantalistlerini etkiler. Özetle her ikisi de Hz. Muhammed’in eski dönemlerin bilgi ve bilgeliğini koruyarak ahlâkî reform yapan, ciddi başarılara sahip bir adam olduğunu ifade ederler. Nitekim Edward Said de oryantalist çalışmaları incelerken onların İslâm dinine ve Müslümanlara karşı sübjektif yaklaşımlarını eleştirir. Kendisiyle yapılan bir röportajda Oryantalizm adlı eseriyle alâkalı soruya “…hayal kırıklığı uyandıran şey, benim ağır eleştirilere tâbi tuttuğum Araplar ve Müslümanlar hakkındaki önyargıların, yanlış temsillerin, ırkçı varsayımların hâlâ ortadan kalkmamış olması. Açıkçası kendi kitabımın bu dalgayı tersine çevirebileceği konusunda yersiz bir iyimserliğe kapılmışım…”[12] şeklindeki cevabı ile genelleyici oryantalist tavırlar ve nesneleştirilen Doğu/İslâm algısına karşı tutumların henüz değişmediğini, eserinden sonra da devam ettiğini gözler önüne serer.
Oryantalist disiplinin siyasal boyutuna bakınca Said’in de ısrarla üzerinde durduğu gibi Avrupa’nın küresel hegemonyasıyla gerçekleşen emperyalist faaliyetler öne çıkar. Sömürgeci güçlerin cinsiyetçi yaklaşımla da ele aldıkları Doğu, hâkim olunması gereken kadını, Batı da hükmetme yetkisi olan erkeği ifade eder. 19.yüzyıla gelindiği zaman Batı dışındaki insanların önce Doğulu sonra insan olduğu fikri, Renan, Lane, Flaubert, Caussin de Perceval, Marx, Lamartine gibi yazarların Doğu’ya dâir genellemelerinde de kendini kesin olarak gösterir. Dil, tarih, antropoloji, psikoloji ve biyoloji gibi bilimler bu fikri destekler şekilde aracı kılınır. Irk kavramı, evrim teorisi de ötekileştiren zihniyet çıktılarını ortaya koyar. Nitekim Alman Filozof George Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831)’in meşhur Efendi-Köle diyalektiği bu konuda dikkate değerdir. Buna göre, ben’in farkına varan öz bilinç sahibi birey, efendidir ve bu bilincin farkına varmayanlar üzerinde bir üstünlük elde etmiştir. Hegel’in ifadeleriyle özü kendi için olmak olan bağımsız bilinç, efendi’yi ifade ederken, öteki; özü bir başkası için yaşamak ya da var olmak olan bağımlı bilinç, köle’yi ifade eder. “Tarihsel olarak geçmiş incelendiğinde gerek toplumsal yapılar ve yönetim biçimleri gerekse sosyal alanlar Hegel’in efendi ile köle ilişkisinin farklı göstergelerini sunmaktadır. (…) taraflardan biri köle, diğeri efendi rolünü üstlenmekte ve bir diğeri üzerinde üstünlük mücadelesine girişerek onu ötekileştirme, soyutlama, dışlaştırma ve özbilinci bastırma yoluna gitmektedir.”[13]
Oryantalist disiplinde öteki üzerinden kimlik inşa etme, bilgi-iktidar ilişkisi bağlamında nesneleştirme ve hükmetmeyi eleştiren Edward Said, hayali bir Doğu üreten Batı’nın, gayri medeni ve barbar addettiği insanları bilim ve edebiyat desteğiyle nasıl ötekileştirdiğini ifade eder. Aynı problematikle Doğu, geri kalmış ve muhtaçtır, özgür ve refah bir hayat sunulma vaadiyle belli bir dönem idare (işgal) edilebilir. Topraklarının maddî imkânlarından yararlanılabilir ve sömürülebilir. Said’in Oryantalizm eserindeki temel düşüncesi de bahsi geçen tüm çıkarcı, taraflı ve genelleyici oryantalist zihin çıktılarının emperyalist söylem ve eylemlerine yönelik mücadele alanı açarak hümanist eleştiriye başvurmaktır. Said, istediği şeyin meseleye uzun soluklu bir düşünme ve çözümleme süreci getirmek olduğunu belirtir. Ayrıca oryantalizme Batı araştırmacılığı ile cevap verilmemesi gerektiğini ifade ederek uyarıda bulunur. Nitekim her iki durumda da öteki olana dâir göreceli bilgilerle beraber zıtlaşmayı üreten ve besleyen yapılar devreye girer. Çünkü oksidentalizmde Batı’yı sunmak, temsil etmek amacıyla tanı(mla)yan Doğulu kanal söz konusudur. Oryantalizmde de benzer yöntemle, Doğu’yu sunmak, temsil etmek, tanınır kılmak için tanı(mla)yan Batılı kanal söz konusudur. Her iki akademik yönelimin varlığı, söylemsel ve siyasî amaçlar için bilgiyi ve hakikati araçsallaştırır [14] Araçsallaştırma tehlikesine zemin hazırlayan yanlış temsilleri eleştiren Said’in, tersine bir okuma yöntemini/oksidentalizmi çözüm yöntemi olarak kabul etmesi elbette beklenemez. Nitekim o, söylemlerle tanımlanmış ve donmuş zıt kümelere cephe alır. Amacının nesneler aracılığıyla kurulmuş muhalif bilgiler bütünü ima eden düşünceye karşı çıkmak olduğunu belirtir.
Said, Oryantalizm adlı kitabının sonuna geldiğinde nesiller süren düşmanlıkların, savaşın ve emperyalist denetimin kışkırtıcısı olan çatışmaların sebebini kavrayarak bir çözüm yolu sunmayı hedeflediğini ifade eder. Üzerinde durduğu bir diğer nokta ise niyetinin, oryantalist yazım kültürünü yerinden ederek günah keçisi yapmak değil, fikirleri köleefendi diyalektiğine hapsetmeden bazı genel kabulleri tartışmaya açabilmek olduğudur. Bu tartışmada sözü hümanizme getiren Said, ancak bu kavramdan hareketle bir çözüm üretilebileceğini ifade eder. Post-modern eleştirmenler tarafından küçümsenerek reddedilen hümanizm terimini bütün bu tenkitlere rağmen ısrarla savunduğunu belirtir.
Said, hümanizm ile tarihi ve aklî düşünceye başvurmak amacıyla düşüncenin zincirlerini kırmayı hedefleyen William Blake’in deyişi ile “zihnin tavında dövülmüş kelepçeler”den kurtulmayı ifade ettiğini belirtir. Hümanizme olan inancını bir makalesinde şu sözlerle dile getirir: “Hümanizm, tek hatta şöyle söyleyeceğim, insanlık tarihini bozan insanlık dışılıklara ve adaletsizliklere karşı son sığınağımızdır.”[15].
Ayrıca Said’in ölümünden sonra yayımlanan Hümanizm ve Demokratik Eleştiri adlı eserinde yazar, hümanizmin canlı kalan ve kullanılabilir yönünü aydınlatmaya çalıştığını ifade ederken kavramın sadece Avrupa açısından değil herkes tarafından kendini anlamak ve gerçekleştirmek için idrak edilmesi gerektiğini savunur [16]. Yazar hümanizmle beraber tarih, kültür, sosyoloji ile ekonomi gerçekliğini içine alan geniş bir tartışma ve araştırma alanı açmayı hedefler. Böylece insanın, aklını tarihsel ve rasyonel biçimde tefekküre dayalı kullanabileceğini, hakikati kavrayış ile doğru bir söyleyişe ulaşabileceğini ifade eder. Ona göre insanın –hümanizme de dayanan- aydınlanma ve özgürleşme arzusu kolay kolay ertelenebilir bir şey değildir. Bu sebeple Said, Oryantalizm kitabının insan özgürlüğüne giden uzun ve çoğu zaman çetrefilli yolda küçük de olsa bir katkı sağlamasını umduğunu belirtir.
İnsan-merkezcilik olarak ifade edilen hümanizm hakkında birden fazla tanımlama biçimi bulunsa da onu genel olarak insanı önceleyen ve üst ölçüt kabul eden felsefi fikir şeklinde tanımlamak mümkündür. Kökenleri Antik Yunan’a kadar dayandırılan hümanizm, 15. yüzyıl İtalyan bilginlerinin çevirileri vasıtasıyla daha sonra da Fransa’da popüler hale gelir. Batı’da başlangıçta Hristiyanlıktan beslenen bu fikir, Orta Çağ skolastik düşüncesine karşı başkaldırı sonrası antik metinlere yönelme sonucunda Avrupa’da yaygınlık kazanır. Din anlayışından doğsa da felsefe ve edebiyata girerek fikir akımlarını etkileyen ve onlardan etkilenen bir şekil alır. İkinci Dünya Savaşı ile kesintiye uğradığı halde savaş sonrası dönemde yeni hümanist neslin başarılı olduğu bir gerçektir [17].
Edward Said’in savunduğu hümanizm, emperyalizmin destekleyicisi olan kısmıyla oryantalizme yeni bir kapı aralar ve insan hürriyetinde yol gösterici bir çözüm önerisi sunar. Her ne kadar Said’in önerisi oryantalist söylem ve yaklaşımlara, genelleyici tavırlara antitez olacak nitelikte ise de yeterli değildir. Said, hümanizmi eleştirmenin mümkün olduğunu belirtse de Oryantalizm’de kavrama herhangi eleştiri getirmemiş, sadece hümanizmden ne anladığını ve onunla nereye varmak istediğini belirtmekle yetinmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, fikirlerin ortaya çıktığı toplumlarda ne anlam ifade ettiğidir. Her düşünce akımı kendi döneminde yaşanan hadiseler ekseninde ortaya çıkar, taraftar bulur ve gelişip yayılır veya yok olur. Fikir-hadise irtibatı çerçevesince incelenmesi gereken hümanizm de Batı’nın iç dinamikleri dikkate alınarak değerlendirilmelidir. Avrupa’da kilisenin baskıcı otoritesi ve sorgulanamaz oluşuna yönelik başkaldırılar hümanizmin doğuşuna sebep olmuştur. Aydınlanma ile birlikte dinin toplumsal ve hukukî boyutları rafa kaldırılarak vicdanlara hapsedilmiştir. Dinin tecridi ile seküler bir hayat tarzı ikame edilmiştir. René Guénon (1886-1951) da hümanizmi, Rönesans’la birlikte ün kazanan ve modern uygarlığın tüm programını önceden özetleyebilen bir kelime olarak tanımlar, hümanizmin aşamalarından ve hangi tehlikelere yol açtığından bahseder: “Gerçekten de her şeyi insancıl boyutlara indirgemek, üst düzeydeki ilkeleri hesaba katmamak, simgesel olarak ifade edilirse, yeryüzünü fethetmek bahanesiyle gökyüzünden yüz çevirmek söz konusuydu. Yolunu izlediklerini iddia ettikleri Yunanlılar bu anlamda en büyük entelektüel çöküş zamanlarında bile bu kadar ileri gitmemişlerdi. Hümanizm çağdaş ‘laisizm’in ilk şekliydi. Ayrıca her şeyi doğrudan doğruya kendisi amaç kabul edilen insanın ölçülerine indirgemek istediğinden, sonunda insanda bulunabilecek en düşük seviyeye inildi ve sadece insan tabiatının maddi yanına ait ihtiyaçların tatmin edilmesine çalışıldı. Boşuna bir çalışma! Çünkü insan tabiatı daima tatmin olabileceğinden daha fazla suni ihtiyaçlar yaratır.”[18]
İslâm medeniyeti ele alınacak olursa, skolastik düşünce veya din adamları şeklinde ayrıcalıklı bir zümre bizzat dinde yoktur. Bununla birlikte Hz. Muhammed , Cahiliye âdeti olarak nitelendirdiği ırkçı yaklaşımları kesin olarak reddeder. Kur’an ve sünnet ile de insana büyük değer verildiğini görmek mümkündür. Âyetler insanın en güzel şekilde yaratılmış olduğunu (Tin,4), şerefli ve saygıya layık kılındığını (İsra,70) belirtir. Bütün insanların Allah katında eşit, üstünlüğün ancak takvada yani Allah’tan sakınarak emir ve yasaklarına uymakta olduğunu (Hucurat,13) ifade eder. 944’te vefat eden Semerkandlı mütekellim Mâtürîdî de tefsirinde aynı hakikati dile getirir: “…İnsanların atalarıyla ve kabileleriyle övünmeleri üstünlük sebebi değildir, aksine kabileler insanların birbirleriyle tanışmaları için var edilmiştir. Takva bir eylemin sonucu kazanılır, o da ilahî buyruklara itaat etmek ve isyandan kaçınmaktır. Bu da Allah’ın emir ve yasaklarına saygı ile olur. İnsanın yaptıklarına Allah’ın lütfu ve keremi de eklenince, o fazilete ve üstünlüğe ulaşması mümkündür. İnsanın belli bir atadan meydana gelmesinde ise kendisinin yaptığı herhangi bir eylem yoktur. Öyleyse fazilet nasıl olsun?”[19]. Halbuki bu dönüşüm Batı’da ancak 15. yüzyıl sonrasında dile gelerek hümanizm kavramı ekseninde gelişmiştir. İslâm, insana iyiliği ve yardımlaşmayı tavsiye ederken onlara haklarını teslim etmiş ve edilmesini öğütlemek amacıyla kurallar koymuştur. Nitekim dokunulmaz kabul edilen ve gözetilmesi gereken hususları şeriatın asıllarından sayan usulde “zaruriyat” kavramı dikkate değerdir. Beş temel ilke (külliyat-ı hamse) olarak bilinen; can, akıl, din, mal ve nesil/ırz emniyetini ve tüm bunları muhafazayı ifade eden kavram, dindeki ahlâk-hukuk ilişkisinin açık bir göstergesidir. Bunun yanında farklı dinlerin kutsallarına saygı duyulması ve hakaret edilmemesi gerektiği konusunda uyaran yine Kur’an âyetleridir (En’am,108). Kısacası, sömürge anlayışına karşı olan, köleliği kaldırmak isteyen İslâm düşüncesini, tarihte Aydınlanma benzeri bir kırılma yaşamadığı halde hümanizmle ilişkilendirmek tutarsız olur. İnsana Batı perspektifi ile bakmayan medeniyetlerde düşünülmesi gereken, hümanist yaklaşımların kendi bakış açılarına ne kadar uygun olduğudur. İnsanın kıymetini savunmanın tek yolu Protagoras’ın meşhur tâbiriyle “İnsan her şeyin ölçüsüdür” fikrini benimsemekten geçmez. Tek ölçü ve en üst değer kabul edilen insan merkezci düşünce, dogmalara karşı çıkarken bizzat insanın kutsallaştırılmasına sebep olur. İslâm geleneğindeki kesrette vahdet anlayışı, yaratılmışlar arasındaki çeşitliliği hürmetle karşılama, adalet ve şefkatle muamelede bulunma çerçevesinde çoklukta bir olmayı ifade eder. Vahdet, tabiatı ve tüm canlıları ve hatta eşyayı bile (incitmemeyi nasihat ederek) içine alan bir kuşatıcılığa sahiptir. Hülasa “…insan sevgisi hümanizmle doğan yeni bir şey değildir. Fakat kutsal karşıtlığı, Tanrı merkezciliğin karşısına insan merkezciliği koymak, hümanizmle doğan yeni bir şeydir.” [20]. Edward Said, Oryantalizm’de emperyalizm karşısındaki duruş olarak nitelendirdiği hümanizm kavramını sadece Blake’nin kastettiği fikirle ele aldığını belirtmiştir. Bu sebeple de savını kusursuz bir şekilde açıklayamamıştır. Said’in hümanizmi, yazım kültürü ve bilimsel çalışmaları da içine alan sömürgeye başkaldırı olarak incelendiği zaman yerinde ve haklı bir arayıştır. Ancak müteşamil bir çıkar yol olmadığı açıktır. Elbette ki Said eserinde hümanizmin İslâm’da veya Uzakdoğu dinlerindeki karşılığını inceleyerek onlara eklemleme gayretine girişmemiştir. Fakat kastettiğimiz şey, bu önerinin evrenselliği bulunmayan ve ehven-i şer bir öneri olduğudur. Nitekim hümanizmin Batı nazarında yeterli ve kapsayıcı; Doğu nazarında ise geçerli ve tutarlı bir karşılık bulması mümkün değildir.
Antik Çağ’a kadar götürülebilen Batı’nın Doğu algısı ve üzerine yapılan araştırmalar, oryantalist çalışmaların birer parçasıdır. Araştırmaların niteliği ve objektifliği iki dünya arasındaki büyük değişimlere göre farklılıklar arz eder. İslamiyet’in doğuşu ve yayılması sonrası Batı/oryantalist, Müslümanları tehdit unsuru olarak görür. Hz. Muhammed’e ve Müslümanlara karşı -insaflı araştırmacılar ve çalışmalar da olmakla birlikte- karalama kampanyaları ve aşağılayıcı tavırlar oryantalist çalışmalarda kendini gösterir. 18. yüzyıl, Doğu’nun/İslâm’ın daha nesnel değerlendirilmesine kapı aralasa da İkinci Dünya Savaşı sonrası İngiliz ve Fransızların bıraktığı sömürgeciliğin ABD tarafından devam ettirilmesi, oryantalizmin bu durumdan nasibini almasına sebep olur. Artık önceki dönemlerin oryantalist yaklaşımları eleştirilmeye başlanır. Bazı eleştiriler oryantalizmin yeni durum ve şartlara uyum sağlayarak kendini yenilemesini önerirken bazıları ise temel yöntemlerini, varlığını, hedeflerini sorgular.
Said’in Oryantalizm’ini önceki çalışmalardan ayıran yön, pek çok bilim adamı, seyyah, devlet görevlisi ve sanatçının kendisinden ilham almış olmasıdır. Said, oryantalizmi emperyalizmle ilişkilendirmiş, Foucault’nun bilgi-iktidar ilişkisi bağlamında ele almış, oryantalist çalışmaların sömürgecilik dönemi ve sonrasında Batılı olmayan toplum ve kültürleri algılama biçimleri üzerinde durarak araştırmacıları daha eleştirel incelemeler yapmaya sevk etmiştir. Hatta Said eseriyle, yeni oryantalist çalışmalarda ciddi bir patlama yaşanmasına sebep olmuştur.
Said’e göre yazımdan bilime, kültür araştırmalarından sanata kadar incelenen ve ortaklaşa ilerleyen çalışmalarda hayalî bir Doğu söz konusu edilmiştir. Bu sebeple o, metnin dünyeviliğini savunmuştur. Bilgi, uygarlık ve refah bir hayat elde eden/etmek isteyen Batı, öz(ne) bilinci ile kendi dışında kalan bütün dünyayı nesneleştirmiş ve iktidar konumunu almıştır. Said’in çoğunlukla yazım kültüründen hareketle ele alarak eleştirdiği Batı/oryantalist, varlığını inşa etme gayretiyle Doğu’yu ötekileştirmiştir. Bu ötekileştirme ve nesneleştirme gayretlerinin çıktılarını geniş çaplı ele alan Said, oryantalizmi emperyalizmle ilişkilendirmesi sebebiyle Batı dünyası tarafından ağır eleştirilere maruz kalmıştır. Bernard Lewis, Leonard Binder, Fred Halliday, Michael Richardson, James Glifford ve Sadik Jalal al-Azm, Aijaz Ahmad gibi isimlerin Said’in Oryantalizm’i hakkındaki görüş ve eleştirileri ayrıca incelenebilir.
Edward Said’in polemikçi yönünün ısrarla ifade edilmesi, oryantalizmi daha sorgulanabilir kılması açısından öncü sayılabilecek bir isim olması sebebiyledir. Dolayısıyla oryantalizmi emperyalizme kılıf olarak kullanan kişilerin kendisine cephe alması gayet doğaldır. Said, genelleyici tavırları eleştirdiği halde –çoğunlukla kaçınmakla birlikte- bazen kendisi de aynı hataya düşmüştür. Yazar, Oryantalizm’i yalnızca İngiltere, Fransa ve Amerika özelinde kaleme almış, üç devletten önce veya sonraki oryantalist/emperyalist çalışmalara değinmemiştir. Said, bu konuda indirgeyici bir yaklaşım sergilediği için tenkit edilebilir. “Her mütercim bir katildir” deyişinden hareketle anlam karmaşıklıklarını gidermek için eserin kendi dilinden okunması eseri kavramayıkolaylaştıracaktır. Yazarın zihin dünyasını anlamak için çocukluk ve gençlik yıllarını samimi bir dille aktardığı otobiyografisi olan Yersiz Yurtsuz’u okumak ayrıca fayda sağlayacaktır. Said, Oryantalizm’in devamı niteliğindeki eseri Kültür ve Emperyalizm’de de kültür kavramını edebî ve siyasal açıdan ele almıştır.
Oryantalizm’in Batı dünyası ve Doğu araştırmalarında yaptığı açılım takdire değerdir. Hümanizmin oryantalist emperyalizme çare olduğuna inanan Said, bu kavramın zihnin tavında dövülmüş kelepçelerden kurtulup aklın hakikati bulma gayretini ifade ettiğini belirtmekle yetinmiştir. Bu gayrette izlenecek yol ve yöntemi belirsiz bırakmış, evrensel değil ehven-i şer bir öneride bulunmuştur. Bu sebeple Said, oryantalizmi emperyalizm ve hümanizmin kıskacında bırakmıştır.
Emperyalizm ve Hümanizm Kıskacında Oryantalizm’e Bir Bakış PDF