Hediye Zeynep Köşek [1]
İnsan tabiatı icabı sosyal bir varlıktır ve diğer insanlarla iş birliği halinde yaşaması gerekliliği aşikârdır. Gerçek mutluluğa da ancak toplum düzeni içerisinde erişilebilir. İlk hedef olarak insanın ferd mutluluğuna –tabi sınırlar içinde olmak kaydıyla- ve mutluluğun da ideal devletin temel özelliği ve özü olduğunu Fârâbî El-Medinetül Fazıla (Erdemli Şehir) kitabında vurgular. Şüphesiz onun hayat tasavvurunda ay altı ve ay üstü dünya gibi astrolojik bir yaklaşım da vardır ama bunun ötesinde dünya hayatı ve ikinci/öbür hayatı, o hayatın özüne koyar. Dünya ve öbür dünyanın mutluluğunun birlikte gerçekleşebilmesi için insanların mutlu, huzurlu, barış içerisinde ihtirassız ve birbirlerine saygılı olarak yaşadıkları erdemli bir şehir modeli çizer. Farabi bu tezi ile bir kent değil bir devlet – dünya devleti modeli ortaya koyar [2].
Ebû Nasr Muhammed b. Muhammed b. Tarhan b. Uzluğ el-Fârâbî et-Türkî (870-950) İslâm
felsefesini metot, terminoloji ve problemler açısından temellendiren ünlü Türk-İslâm filozofu, gökbilimci, müzisyendir. İslam’ın altın çağının en önemli isimlerinden biridir. Aristoteles’in Platon’un eserlerini inceleyerek bu iki filozofun felsefelerini İslam’la bağdaştırmaya, bu sayede İslam dinine felsefi bir nitelik kazandırmaya çalışmıştır. Felsefeye mantık ile başlayıp metafizik üzerinde durdu; felsefenin dil, siyaset, doğa, zihin ile ilgilenen dallarında eserler verdi; müzik aletleri geliştirdi, müzik ve psikoloji konularında yazdı. İslam felsefesinin gelişmesini ve korunmasını sağladı [3].
Fârâbî kısa boylu, köse sakallı, zayıf naif bir bünyeye sahipti. Maddî servete değer vermeyen, şöhret ve gösterişten nefret eden, ruh ve ahlâk temizliğini her şeyin üstünde tutan bir zâhid idi. İlim ve sanat adamlarına büyük değer vermesiyle tanınan Seyfüddevle filozofa ikram ve ihsanda bulunmak istemişse de Fârâbî günlük ihtiyacını karşılayacak 4 dirhem gümüş paradan başkasını kabul etmemiştir.
[4] Genellikle münzevi bir hayat yaşamayı seven Fârâbî hiç evlenmemiş ve mal mülk edinmemiştir. Taḥṣîlü’s-saʿâde adlı eserinde kâmil bir filozofun niteliklerinden, “Öğrenim sırasında karşılaştığı güçlüklere katlanmalı, üstün bir zekâ ve kavrayışa sahip bulunmalı, doğruluğu ve doğruları, adaleti ve âdil olanları seven, onurlu bir şahsiyet olmalı, altın, gümüş ve benzeri şeylere değer vermemeli, yeme içme konusunda açgözlü ve nefsânî arzularına düşkün olmamalı, doğruya ulaşmak için azim ve iradesi güçlü bulunmalıdır.” şeklinde söz ederken âdeta kendisini anlatmaktadır [5]
İslâm dünyasında ilk defa Kindî’nin başlattığı felsefî harekete ve O’nun şekillendirdiği Meşşâî akıma, kendi inanç ve kültürünün temelini oluşturan ulûhiyyet, nübüvvet ve meâd akîdesinin yanı sıra Eflâtun ve yeni eflâtunculuktan aldığı bazı unsurları da katarak eklektik bir sistem kuran Fârâbî, kazandığı haklı şöhretten dolayı Aristo’dan sonra “Muallim-i Sânî” unvanıyla anılmıştır. “Sen mi daha bilgilisin, Aristo mu?” diye soranlara, “Eğer Aristo’ya yetişseydim O’nun en seçkin talebelerinden olurdum.” diyerek kendinden beklenen ölçülü tavrı korumuştur.
Fârâbî en büyük başarısını mantık alanında göstermiştir. Fârâbî, herhangi bir şey hakkında bilgi edinirken zihnin iki aşamalı bir işlem yaptığını kabul eder; önce düşüncenin yapı taşları durumundaki kavramlara, sonra da bu kavramları kullanarak hükümlere yani önermelere ulaşır. Filozofun mantığı bu şekilde bir ayrıma tâbi tutarak incelemesi son derece yerinde bir harekettir. Buna göre birinci bölümde terimler ve tarifi meydana getiren temel unsurlar, ikinci bölümde de önermeler, kıyas ve çeşitli ispat şekilleri söz konusu edilmektedir [6].
Fârâbî’nin çocukluğuna dair bilgiler yetersiz olmakla birlikte ilk eğitimini zamanının önemli eğitim ve kültür merkezi olan Farab’da aldığı, sonrasında bu bölgede kadılık yaptığı bilinmektedir. Bir rivayete göre kadılık yaptığı sıralarda kendisine emanet bırakılan Aristo’ya ait kitapları okumuş ve tetkik etmiş, bundan sonra bütün zamanını felsefeye harcamaya başlamıştır. Bu olaydan sonra Fârâbî, hayatı boyunca sürecek bir seyahate başlamış; Buhara, Semerkant gibi önemli ilim ve kültür merkezlerini ziyaret edip Bağdat’a varmıştır. Bağdat’a kırklı yaşlarda vardığı tahmin edilmekle birlikte Fârâbî, Bağdat’a gelmeden önce mantık öğretebilecek kadar Arapçayı öğrenmiş gözükmektedir. Bağdat’a geldikten sonra İbnü’s Serrac’a mantık öğretmiş ve Arapça konusunda en büyük dil âlimlerden biri olan İbnü’s Serrac’dan nahiv (dilbilgisi, gramer) dersleri almıştır. Bağdat’ta bulunduğu sıralarda birçok önemli ilim insanından ders almakla ya da ilim insanıyla temas kurmakla birlikte büyük mantıkçı Ebu Bişr Matta b. Yunus’tan ve sonrasında Yunan felsefesinin önemli bir çevirmeni ve yorumcusu olan Nesturi Yuhanna b. Haylan’dan ders almıştır.
Bütün büyük düşünürler gibi Fârâbî de hem kendi içinde bulunduğu dönemden etkilenmiş hem de içinde bulunduğu dönemi ve kendisinden sonraki dönemleri etkilemiştir. Fârâbî’nin siyaset düşüncesini bir bütünlük içinde algılayabilmek için O’nun yaşadığı dönemin İslam coğrafyasındaki siyasi, toplumsal ve ilmi hayata kısaca da olsa göz atmamız gerekmektedir [7].
Fârâbî, Abbasi Hanedanlığı’nın hem maddi hem manevi olarak hüküm sürdüğü topraklarda doğmuş ve yaşamış olduğu için Abbasi Hanedanlığı’nın siyasi yapısını inceleyecek olursak: Abbasi Hanedanlığı’nda Samaniler, Hamdaniler, Büveyhiler, Tolunoğulları, İhşidiler gibi iç ve dış meselelerde tamamen bağımsız hareket eden, küçüklü büyüklü hanedanlıklar kurulmuştu. Bununla birlikte İslam dünyasındaki Sünni kesimin temsilcisi olan Abbasi halifelerinin maddi anlamda egemenlikleri sadece Bağdat ve çevresindeydi. Bunun sebeplerinden biri yeni kurulan hanedanlıkların çoğunun Şii olmasıydı. Fârâbî, Samanilerin egemen olduğu topraklarda doğmuş, Abbasilerin maddi anlamda egemen olduğu Bağdat’ta yirmi yılını geçirmiş, Büveyhilerin Bağdat’ı işgalinden biraz önce Hamdanilerin egemen olduğu topraklara yerleşmiş, bir ara İhşidilerin egemen olduğu Mısır’a seyahat etmiş ve son olarak Hamdanilerin egemen olduğu Şam’da vefat etmiştir.
Fârâbî’nin yaşadığı dönemde, İslam coğrafyasının ilim dünyasında çeşitlilikler mevcuttu. Müslümanların egemen oldukları topraklar birçok medeniyetin kesişim noktası konumundaydı. Bu dönemde ilimde İslami anlayış egemen olmakla birlikte Helenistik kültür, Harran ve Mısır medeniyetleri, Hristiyanlık, Yahudilik gibi kültürler, düşünceler, medeniyetler ve dinlerin İslam dünyası ile etkileşimi vardı. Özellikle ‘yeni eflatunculuk’ düşüncesinin etkileri İslam dünyasında bir hayli fazlaydı.
İslam dünyası tüm bu düşünce ve kültürlerden etkilenmekle birlikte kendisine yabancı olan düşünce ve kültürlere karşı yeri geldiğinde kendi özünde bulunanlar ile bir mücadeleye girişmiş hâldeydi. Örneğin, Fârâbî’nin yaşadığı dönemde, itikadi meselelere dair ilk İslami yorum olan Mutezile mezhebinin ortaya çıkışında, iç etkenlerle birlikte İslam’a yabancı düşünce ve kültürlerin de önemli etkileri bulunmaktadır. Bununla birlikte Fârâbî’nin yaşadığı dönemde İslam dünyası zamanının en ileri medeniyeti konumunda bulunmaktaydı ve çok değerli ilim adamları yetişmekteydi.
Fârâbî’nin yaşadığı dönemde, Fârâbî’nin Türk olması sebebiyle bizi ilgilendiren diğer bir husus ise Doğu İslam dünyasında Türk ailelerin yavaş yavaş askeriyede ve dolayısıyla yönetimde egemen olmaya başlamış olmalarıdır. Abbasi Hanedanlığı özelinde ele alacak olursak, Halife Me’mun’dan itibaren Türkler hanedanlık politikası olarak askeri birliklerde yer almaya başlamışlardır. Halife Me’mun’dan sonra Türklerin desteğiyle hilafet mevkine geçen kardeşi Mu’tasım’da ordusundaki Türklerin sayısını artırmaya devam etmiştir ve ordunun büyük bir kısmı Türklerden meydana gelmiştir.
Halife Mu’tasım Samarra şehrini kurmuş ve Türk birlikleriyle birlikte hilafet merkezini de Samarra şehrine taşımıştır. Böylece Türkler hanedanlığın yönetim kadrolarında yer edinmişler ve yönetimde büyük nüfuz sahibi olmuşlardır.
Türklerin yönetim bilinci ve geleneğine sahip oldukları yaygın olarak bilinmekle birlikte Abbasi Hanedanlığı’nın egemen olduğu topraklarda kurulan Samaniler, Tolunoğulları ve İhşidiler gibi hanedanlıkların Türk hanedanlıklar olması, Türklerin Doğu İslam dünyasında geldikleri konumu göstermektedir. Dikkat edilirse kurulan bu hanedanlıklar, arka planda kendilerini meydana getiren ve gelişen bir Türk siyaset düşüncesinin var olduğu gerçeğini bizlere göstermektedir.
Sonuç olarak: Fârâbî’nin yaşadığı dönemin İslam coğrafyasında siyasi, toplumsal ve ilmi hayatta karışıklıklar, parçalanmışlıklar ve çeşitlilikler mevcuttu. Kendi düşününü oluştururken Fârâbî’nin İslam coğrafyasındaki parçalanmışlığa ve karışıklığa karşı kayıtsız kalacağını düşünmek ya da bu karışıklıktan, parçalanmışlıktan ve çeşitlilikten etkilenmeyeceğini düşünmek mümkün gözükmemektedir. İşte, İslam düşünce geleneğinde önemli bir düşünür olan Fârâbî, dönemindeki karışıklığa ve parçalanmışlığa karşı ilimle mücadele etmeye, ilimle Müslümanların birliğini sağlamaya çalıştı. Müslüman düşünür Fârâbî’nin eserleri arasında en ünlü, en çok okunan eserler, belki de bu nedenle Fârâbî’nin siyaset düşüncesini içeren eserler, özellikle de El-Medinetü’l Fazıla oldu.
Erdemli bir hayatın ancak ideal bir toplumda gerçekleşeceği düşüncesi tarih boyunca filozof ve şairler için tatlı bir hayal olmuştur. Eflâtun’un Devlet diyalogunda tasarımını verdiği realiteden uzak ütopik devlet düzenine benzer bir düşünceye ilk defa Fârâbî’nin elMedînetü’l-fâżıIa’sında ve kısmen diğer eserlerinde rastlanmaktadır [8].
Fârâbî öncelikle devletin menşei meselesini tartışır; insan toplulukları bir arada yaşama ve devlet denen en üst düzeyde teşkilâtlanma fikrini nereden almışlardır? Sorusunu sorar. Bu soruya şu cevaplar verilebilir: a) Genel varlık planındaki düzeni gören insan toplulukları
kendi aralarında da böyle bir sistem kurmayı düşünmüş olabilirler (ontolojik teori). b) Kendi vücudunda kalp, beyin ve çeşitli fonksiyonlara sahip iç ve dış organların koordineli bir şekilde çalışmasını, kalbin beyne, onun da diğer organlara kumanda etmesini örnek alan insanoğlu devleti gerçekleştirmiş olabilir (biyoorganik teori). c) İnsan doğuştan medenî bir varlıktır. Tek başına üstesinden gelemeyeceği ihtiyaçlarını karşılayabilmek için iş bölümünün ve dayanışmanın en yüksek düzeyde gerçekleşeceği büyük çapta bir
örgütlenmeyi düşünerek devleti kurmuştur (fıtrat teorisi). d) İnsan topluluklarının bir arada yaşamasını sağlayacak iki önemli güç vardır: Sevgi ve adalet. Mutlu olma gayesiyle yaratılan insan mutluluktan tam olarak nasibini alabilmek için adaleti gerçekleştirecek güçlü bir kuruluşa ihtiyaç duymuş ve bu amaçla devleti meydana getirmiştir (adalet teorisi).
Filozof, erdemli devleti biyoorganik açıdan sağlıklı bir bedene benzetir. Önemine göre bedende her organın bir görevi vardır ve bunların verimli çalışmaları kalbe bağlıdır. Tıpkı bunun gibi devletin kurum ve kuruluşlarının da verimli ve koordineli çalışmaları devlet başkanının kabiliyet ve tutumuyla ilgilidir. Ancak kalp ve diğer organlar görevlerini tabii olarak yaparken devletteki kurum ve kuruluşlar hiyerarşik sistem içinde kendi kabiliyet, irade ve sorumluluklarının bilinci içinde görevlerini yapmak durumundadırlar. Burada başkoordinatör olarak devlet başkanının önemi ortaya çıkmaktadır. Fârâbî faziletli devletin ideal başkanında şu nitelikleri arar:
Bu on iki temel niteliğe sahip bulunan bir kimse hem erdemli devletin hem milletin hem de bütün yeryüzünün reisi ve imamıdır.
Fârâbî, bütün bu özelliklerin bir insanda bulunmasının güç bir şey olduğunun farkındadır. Bu durumda yapılacak şey, aşağıdaki altı özelliği taşıyan yeni başkanın bir önceki başkanın koyduğu kanunları uygulaması olacaktır. Bu özellikler şunlardır: Bilge olmak, öncekilerin koyduğu kanun ve töreleri bilmek, öncekilerin görüş beyan etmediği bir konuda kanun koyabilecek kadar hukuk formasyonuna, yeni bir meseleyi çözebilecek üstün zekâya, kanunları halka kabul ettirebilmek için üstün ikna kabiliyetine ve savaş sırasında aldığı kararları yürütecek irade ve kudrete sahip bulunmak.
Bu üstün niteliklerin hepsi bir kişide bulunmayabilir. O takdirde devleti iki kişi yönetecektir. Bunlardan biri kesinlikle bilge olacak, öteki ise diğer özelliklere sahip bulunacaktır. Bu niteliklerden her biri ayrı kişilerde bulunduğu takdirde devlet altı erdemli başkan tarafından
yönetilecek demektir. Eğer devleti yöneten kadroda altı nitelikten beşi bulunup bilgelik bulunmayacak olursa o erdemli devlet başkansız sayılır ve her an tehlikeyle yüz yüzedir. Eğer bir bilge kişi bulunamayacak olursa giderek devlet yıkılır.
Fârâbî’nin faziletli bir toplum meydana getirmek üzere tasarımını verdiği erdemli devletin Eflâtun’un ütopik devletinin izlerini taşıdığından şüphe yoktur. Filozofların kral ve kralların filozof olmasını öneren Eflâtun’dan farklı olarak Fârâbî, kişinin dünya ve ahiret
mutluluğunu ve toplumun dirlik ve düzenliğini sağlayacak bir nizam vaad eden Kur’ân-ı Kerîm’in ortaya koyduğu hayat tarzını da dikkate alarak “ilk reis” ve “imam” diye nitelediği ideal devlet başkanının şahsında yani İslâm halifelerinde Hz. Peygamber ile filozofun üstün özelliklerini birleştirmek istemiştir [10]
Medinet’ül Fazıla’da (Erdemli Şehir) Fârâbî bir şehir modeli üzerinden dünya devleti modelini; dünya devleti modeli üzerinden dünya modelini insanlığa sunar. Erdemli şehrin karşıtının cahiliyye şehri olduğunu söyler. Fârâbî buradan yola çıkarak mutluluğa erişmek amacıyla insanların el ele vermesi gerektiğini, bir milletin erdemli millet olması halinde mutluluğa ulaşabileceğini ve dünyaya da erdemli bir dünya modeli sunabileceğini söyler. Böylece erdemli bireyden erdemli topluma; erdemli toplumdan ideal bir dünya devletine doğru gider.
O’nun devlet düzenine dair söylediği şu sözler anlamlıdır:
1-) Sevginin kurduğu devleti adalet devam ettirir. (Temel felsefesini yansıtan vecizesidir.)
2-) Halk birbirine sevgiyle kaynaşır, adaletle yaşar ve dürüst çalışarak ayakta kalabilir.
3-) Devlet en üstün hayır, en yüksek kemal ve en yüksek mutluluğa kendisiyle ulaşılan ve kendi kendine yeten bir birliktir [11].
Fârâbî insandan ve toplumsal yapıdan bahsederken, benzetme yoluyla ve hiyerarşik yapı sayesinde kendi sistemini daha anlaşılır kılmaktadır. Örneğin, varlıktaki düzen ve tertibi insan vücudundaki organların düzeniyle bağdaştırması gibi. Aynı şekilde varlık mertebelerini, en mükemmel olan, mükemmellik açısından orta düzeyde olanlar ve en eksik olan; sadece kendisine hizmet edilen hem hizmet eden hem de aynı zamanda kendisine hizmet edilen ve görevi sadece hizmet etmek olan gibi ifadeler kullanmaktadır [12].
Sonuç olarak, Abdullah b. Ömer (r.a.)’in naklettiği bir hadiste Allah Rasûlü (s.a.s.) şöyle buyurdular: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz elinizin altındakilerden sorumlusunuz. Yönetici bir çobandır. Erkek, aile halkının çobanıdır. Kadın, kocasının evi ve çocukları için çobandır.
Hepiniz çobansınız ve hepiniz çobanlık yaptıklarınızdan sorumlusunuz.”[13] Her Müslümanın sorumlu olduğu alanlar var, bunun bilincinde olarak başta kendisi, ailesi ve yakınları olmak üzere bütün insanlara ve doğal çevreye karşı üzerine düşen görevleri ifa etmesiyle erdemliler şehrine katkıda bulunuruz. Toplumun içinde hem hizmet eden hem de hizmet edilen bireyler olarak sorumluluklarımızı en güzel bir şekilde yerine getirerek erdemli bir toplumda yaşam sürebiliriz.
Erdemli Şehrin ve Yöneticisinin Özellikleri PDF