Merve Can [1]
Bu tahlil yazısında, İdeal Devlet kitabından hareketle Farabi’nin ideal devlet anlayışı, erdemli bir devletin özellikleri, iyi bir devlet yönetiminin ve idarecisinin nasıl olması gerektiği üzerinde durulmuştur. Ele alınan konu siyaset felsefesi ile birlikte değerlendirilmiştir. Tahlil yazısında öncelikle varlık, varlığın özü, insan, ahlak ve mutluluk kavramları arasındaki ilişkisi incelenerek erdemli ve erdemsiz toplumun özellikleri ile birlikte erdemli yönetici modeli ele alınmıştır.
Sonuç olarak ise Farabi’nin verdiği bilgiler ışığında ideal devletin nasıl olması gerektiği değerlendirilmiştir.
Siyaset felsefesi, toplumlar ile birlikte devletlerin yönetim şekilleri üzerinde duran bir
alandır ve yerleşik düzene geçmiş insanı ele almaktadır. Siyaset felsefesinin en temel olgusu devlettir. Farabi de, her şeyin evrensel Bir’e bağlı olduğuna inanır ve “devletin dayanağı evrenin düzenidir” anlayışını benimser. Tabiatı gereği başkalarına ihtiyacı olan insan bu ihtiyacını birçok kimsenin bir araya gelmesiyle giderecektir. Bunun için de iyi bir devlet düzenine ve topluma ihtiyaç vardır. Bu da örnek bir devlet ile mümkün olacaktır. Farabi için “ideal devlet” örnek devlettir. Sözünü ettiği devlet hem mutluluk getiren hem de irade ile yapılacak işleri kontrol altına alarak sağlam zeminlere oturtabilen bir yapıya sahiptir [2].
Farabi’nin düşündüğü ideal devlet, kendi içerisinde bulunduğu İslam kültürü ile de ilişkilidir. El Medinetü’l-Fazıla adlı eserinde mükemmel olan toplumu bir şehir devleti içerisinde görmüş olan Farabi, insanı merkezine almış bir filozoftur. İnsanın merkezde olmasından dolayıdır ki oluşturacağı toplumun yaşam dünyası aynı zamanda
yardımlaşmaların dünyası olacaktır [3].
Farabi, ideal devlet olarak anlattığı şehrin merkezine insanı koyduktan sonra bu devletin saadete ihtiyacı olduğunu vurgular. Öyle ki ilmin ve saadetin nihai kaynağı olarak insan aklı ile faal aklın birleşmesi gereğini duyan Farabi, insan faaliyetinin nihai meyvesi olarak saadeti görmektedir. Bundan dolayıdır ki saadetin elde edilmesi noktasında Farabi, devlet başkanlığını bir tek insanda toplayacaktır ve ilahi olan şeyi siyaset kanalıyla idrak edilir kılacaktır. Çünkü Farabi’ye göre saadetin elde edilmesi insanın yaratılış sebebini teşkil etmektedir [4].
Türkistan’ın Fârâb şehri yakınlarındaki Vesiç’te yaklaşık 258 (871-72) yılında doğduğu sanılmaktadır. Latin Orta çağında Alfarabius ve Abunaser diye anılmıştır. Sâmânîler Devleti’nin hâkimiyetinde önemli bir eğitim ve kültür merkezi konumunda bulunan Fârâb’da eğitim programının dinî, eğitim dilinin ise Arapça olduğu, Farsça’nın da kısmen edebiyat dili olarak okutulduğu bilinmekte ve bu ortamda Fârâbî’nin iyi bir tahsil gördüğü anlaşılmaktadır. Fârâbî’nin buradaki tahsilini tamamladıktan sonra bir süre kadılık yaptığı, fakat ilim ve kültürün tadına varınca mesleğini terk ederek kendisini ilme verdiği yolunda rivayetler bulunmaktadır. Bu yöndeki amacını gerçekleştirmek için memleketinden ayrıldığı ve hayatı boyunca devam edecek olan bir seyahate başladığı kaynaklarda belirtilmiştir. Klasik kaynaklarda açık bilgiler bulunmamakla beraber Fârâbî’nin bu akademik seyahat esnasında önce Buhara, Semerkant, Merv ve Belh gibi kendi bölgesinin veya İran’ın önemli ilim ve kültür merkezlerini ziyaret ettiği, daha sonra Bağdat’a vardığı tahmin edilmektedir [5].
İlerlemiş yaşına rağmen Fârâbî 337’de (948) Mısır’a kısa bir seyahat yaptıktan sonra Dımaşk’a dönmüş ve Receb 339’da (Aralık 950) seksen yaşlarında orada vefat etmiştir. (Mes‘ûdî, s. 106).
Genellikle İslâm felsefesi tarihinde Meşşâî okulun İbn Rüşd dönemine kadar olan yaklaşık 250 yıllık geçmişi ana hatlarıyla Fârâbî felsefesinin izlerini taşır. Onun kurmuş olduğu felsefî doktrin gerek öğrencileri ve eserleri gerekse onu eleştiren düşünürler kanalıyla kısa zamanda Mâverâünnehir’den Endülüs’e kadar bütün İslâm coğrafyasına yayılmıştır.
Fârâbî’nin ortaya koyduğu mantık külliyatından sonra Hıristiyan Süryânîler artık bu alanda yazılmış Süryânîce kaynaklara başvurma ihtiyacını duymamışlardır. Onun yapmış olduğu ilimler tasnifi, bu sahada eser yazan İslâm müellifleri üzerinde olduğu kadar Orta Çağ Latin yazarları üzerinde de büyük ölçüde etkili olmuştur [6].
Kaynağını Plotin’den alan ve Fârâbî felsefesinde sisteme kavuşan sudûr teorisi, buna bağlı olarak ittisâl, saadet ve nübüvvet nazariyeleri İhvân-ı Safâ ile İbn Sînâ başta olmak üzere İslâm ve Latin Orta çağ filozofları üzerinde doğrudan veya dolaylı olarak etkili olmuştur.
Robert Hammond’un The Philosophy of Alfārābī and Its Influence on Medieval Thought (New York 1947) adlı eserinde skolastik felsefenin en ünlülerinden olan St. Thomas ile Fârâbî felsefesinin karşılaştırmasını yapmış ve St. Thomas felsefesinin âdeta Fârâbî sisteminin bir tekrarı mahiyetinde olduğunu göstermiştir [7].
Fârâbî’nin din felsefesinin en orijinal yanını oluşturan nübüvvet nazariyesi İbn Sînâ tarafından benimsenip geliştirilmiş, yahudi filozofu İbn Meymûn ile Yeni Çağ filozoflarından Spinoza da vahiy ve ilhamın muhayyile gücünün bir fonksiyonu olarak gerçekleştiğini savunmuşlardır. Öte yandan Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin vahdet-i vücûd felsefesinde varlık mertebeleri nazariyesinin Fârâbî’ye ait sudûr teorisinden mülhem olduğu genellikle kabul edilmektedir [8].
Fârâbî en büyük başarısını mantık alanında göstermiştir. Filozof, kendisinden önceki şârih ve yorumcuların eserlerinden de faydalanarak Aristo’nun Organon adlı mantık külliyatı kapsamına giren her kitap üzerinde çalışmış; bunların şerh, tefsir veya muhtasarlarını hazırlamak suretiyle bu külliyatın incelenmedik ve açıklığa kavuşturulmadık hiçbir
noktasını bırakmamıştır [9].
Farabi başarısını felsefede de göstermiştir. Fârâbî’ye göre felsefe varlık olarak varlığın bilgisidir; yani bütün kâinatı önümüze seren ve her şeyi kuşatan küllî bir ilimdir. Şu hâlde varlığın ilk prensibini ve en son gayesini araştıran, onun işleyişini sebep-sonuç ilişkisi içinde yorumlayan filozofun bilgisi de küllî olacaktır. Bundan dolayı Fârâbî, “Filozofun yapması gereken şey kendi gücü ölçüsünde Allah’a benzemektir.” derken bundan, ruhî ve ahlâkî arınmanın yanı sıra filozofun fikren de aydınlanarak Tanrı gibi varlığın evrensel bilgisine sahip olmasını kastediyordu; buna karşılık ruhunu ve ahlâkını arındırma kaygısı taşımayan ve sadece teorik bilgilerle yetinen kimseye “sahte filozof” diyordu [10].
El-Medînetü’l-fâżıla adlı eseri dilimize “Erdemli toplum veya en mükemmel toplum” şeklinde çevirmek mümkündür. Fârâbî’nin Bağdat’ta telifine başlayıp Dımaşk’ta 941-942 yıllarında tamamladığı ve ölümünden iki yıl önce Mısır’da iken tekrar gözden geçirerek konu başlıklarını düzenlediği bu eser, onun felsefî doktrinini ana hatlarıyla ortaya koyan en olgun eseri sayılmaktadır. Kitap ilk defa F. Dieterici tarafından yayımlanmış olup (Leiden 1895) günümüze kadar on beşten fazla baskısı yapılmış, ilmî neşrini ise Albert Nasrî Nâdir gerçekleştirmiştir (Beyrut 1968). Eser Almanca, Fransızca, İngilizce ve İspanyolcadan başka Nafiz Danışman (İstanbul 1956) ve Ahmet Arslan (Ankara 1990) tarafından Türkçeye çevrilmiştir [11].
Fârâbî varlıkları sınıflandırırken en üst mertebeden başlar en alt mertebeye kadar iner. Bu sınıflandırmaya göre varlık mertebelerinin ilki, en kutsal varlık olan Tanrı’dır. İkincisi, sayıları gökkürelerinin sayısına tekabül eden dokuz akıldan oluşan varlık alanıdır. Fârâbî’nin rûhânîler ve melekler mertebesinde gördüğü bu akıllar varlıklarını Tanrı’dan
alırken kendileri hem üçüncü varlık mertebesini oluşturan faal aklın hem de gökkürelerinin varlık sebebidirler. Dördüncü mertebede yine mânevî ve basit bir varlık olan nefis bulunur. Nefis gök cisimlerinde dairevî hareketi; insan, hayvan ve bitkilerde ise biyolojik, fizyolojik, fizyonomik ve psikolojik her türlü aktiviteyi ifade etmektedir. Beşinci ve altıncı varlık
mertebesini oluşturan sûret (form) basit birer varlık olmakla birlikte yetkinlikten uzaktır. Bunlar birbiri için gereklidir; biri olmazsa diğeri bulunamaz [12].
Erdemli bir hayatın ancak ideal bir toplumda gerçekleşeceği düşüncesi tarih boyunca filozof ve şairler tarafından dile getirilmiştir. Eflâtun’un Devlet adlı eserindeki ütopik devlet düzenine benzer bir düşünceye ilk defa Fârâbî’nin el-Medînetü’l-fâżıIa’sında ve kısmen diğer eserlerinde rastlanmaktadır.
Fârâbî öncelikle devletin kökenini araştırır. İnsanlar neden birlikte yaşama ve bir devlet düzeni kurmaya ihtiyaç duymuşlardır? Bu soruya verilebilecek farklı cevaplar vardır. Örneğin: kendi vücudunda kalp, beyin ve çeşitli fonksiyonlara sahip iç ve dış organların koordineli bir şekilde çalışmasını, kalbin beyne, onun da diğer organlara kumanda etmesini örnek alan insanoğlu devleti gerçekleştirmiş olabilir (biyoorganik teori). Ve yahut insan doğuştan medenî bir varlıktır. Tek başına üstesinden gelemeyeceği ihtiyaçlarını karşılayabilmek için iş bölümünün ve dayanışmanın en yüksek düzeyde gerçekleşeceği büyük çapta bir örgütlenmeyi düşünerek devleti kurmuştur (fıtrat teorisi). Bir diğer sebep de insan topluluklarının bir arada yaşamasını sağlayacak iki önemli gücün varlığıdır. Bunlar
sevgi ve adalettir. Mutlu olma gayesiyle yaratılan insan mutluluktan tam olarak nasibini alabilmek için adaleti gerçekleştirecek güçlü bir kuruluşa ihtiyaç duymuş ve bu amaçla devleti meydana getirmiştir (adalet teorisi).
Fârâbî, insan topluluklarını tam gelişmiş ve az gelişmiş olmak üzere ikiye ayırır. Tam gelişmiş olan topluluklar küçük (şehir), orta (devlet) ve büyük (birleşik devletler) diye üç gruba ayrılır. Az gelişmiş topluluklar da aile, sokak, mahalle ve köy olmak üzere dörde ayrılır. Filozofun medenî toplulukları bu şekilde sınıflandırmasında dikkati çeken husus eski
Yunan’da böyle bir sınıflandırmanın bulunmayışıdır. Çünkü onlarda aile ve sitenin ötesinde devlet veya birleşik devletler fikri yoktur. Halbuki Fârâbî’nin devlet felsefesinde nihaî amaç bütün insanlığı içine alacak, ahlâkî erdemleri ilke edinmiş, iş bölümü ve sosyal dayanışmanın en mükemmel şekilde gerçekleştiği, sevgi ve saygının yaygın olduğu, hukukî
ve sosyal adaletin tam olarak uygulandığı birleşik devletlerdir [13].
Fârâbî, medenî toplulukların tasnifinden sonra devlet (medîne) şekilleri üzerinde durarak bu konuda faziletli olan ve olmayan devlet diye başlıca iki topluluktan söz eder. Bütün bu devlet şekillerinin sınıflandırılmasında devlet reisinin zihnî ve ahlâkî yapısının, idarecilerin adalet, hukuk, ahlâk ve insanlık anlayışlarının belirleyici rolü vardır. Filozof, erdemli devleti
biyoorganik açıdan sağlıklı bir bedene benzetir.
Farabi eserine başlarken ilk var olanın Tanrı olduğunu söyler ve onun özelliklerini sıralar: O’nun varlığını kendisinden önce gelen bir şeyden almış olması söz konusu değildir, kendisinden daha aşağıdaki bir şeyden alması daha az akla uygundur. İlk olana eşit ve onun tam zıddı yoktur. İlk olanın tanımı yoktur çünkü o ilk olandır ve onun hiçbir nedeni yoktur.
O’nun tözünü meydana getiren parçalara bölünemeyeceği düşünülürse, nicel veya başka tür parçalara bölünmesi hiç mümkün değildir. Bundan aynı zamanda onun zorunlu olarak, herhangi bir büyüklüğü olmadığı ve asla cisim olmadığı sonucu çıkar. O halde O, bu bakımdan da Bir’dir, çünkü Bir’in anlamlarından biri de bölünmeyendir. Ancak madde ve
yoklukla karışmış olduklarından, akıllarımızın gücünün zayıflığının sonucu olarak, bizim O’nu idrak etmemiz güç, tasavvur etmemiz zordur. Biz onu olduğu gibi düşünmeyecek kadar zayıfız. Çünkü O’nun aşırı mükemmelliği bizi şaşırtır ve O’nu tam olarak tasavvur etmemize engel olur. Nitekim ışık da görünen şeylerin ilki, en güzeli ve en parlağıdır. Diğer
görünen şeyler, onun sayesinde görünürler. O, varlıkların görülmesinin nedenidir. Bundan dolayı, bir şey ne kadar tam ve ne kadar büyükse, ona ilişkin görme idrakinin o kadar tam ve büyük olması gerekir. O, herhangi bir başkası kendisini yüceltsin veya yüceltmesin, büyüklüğünü övsün ya da övmesin, şerefini yükseltsin ya da yükseltmesin, özü bakımından
büyüklüğe ve özü bakımından şerefe sahiptir. İlk olan, var olan her şeyin kendisinden varlığa geldiği şeydir. İlk olan varlık her şeye sahiptir, onun kimseye ihtiyacı yoktur [14].
İlk var olandan sonra gökcisimleri ve sonrasında insan oluşmuştur. İnsanda genel olarak idrak edilen şeye karşı duyulan eğilim, iradedir. Eğer o eğilim duyunun veya tahayyülün sonucu ise genel bir adla, yani irade adıyla anılır. Eğer o genel olarak düşünüp taşınmanın ve akılsal düşünmenin sonucu ise, ona seçme denir. Seçme, özel olarak insanda bulunur;
duyu ve tahayyülden doğan arzu, eğilim ise başka hayvanlarda da vardır.
Her insan kendini devam ettirmek ve en üstün mükemmelliğini elde etmek için birçok şeye muhtaç olan bir yaratılışta varlığa gelmiştir. Onun bu şeylerin hepsini tek başına sağlaması mümkün değildir. Tersine bunun için o her biri kendisinin özel bir ihtiyacını karşılayacak birçok insana muhtaçtır. Toplumun bütününün katkısı sonucunda herkesin varlığını devam ettirmek ve mükemmelliğe erişmek için muhtaç olduğu şeyler sağlanmış olur. Bunun gerçekleşmesi için ise öncelikle gerekli olan şey erdemli bir devlettir.
Erdemli, mükemmel şehir, bütün organları canlı varlığın hayatını tam kılmak ve onu canlı durumda tutmak için birbirleriyle yardımlaşan tam ve sağlıklı bir bedene benzer. Vücudun farklı organları vardır ve kalp bunların amir organıdır. Mertebe bakımından diğer organlardan üstündür. İşte bu durum aynı şehir için de geçerlidir. Onun da parçaları
yaradılış bakımından birbirinden farklı ve bu parçaların durumları da üstünlük bakımından farklıdır. Şehirde, amir olan bir insan ve mertebeleri bu insana yakın başka insanlar vardır. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, bedenin organları tabidir ve onların sahip oldukları istidatlar, tabii kuvvetlerdir. Buna karşılık şehrin kısımları tabii olmakla birlikte, bu kısımların, şehirde fiillerini meydana getirirken başvurdukları istidat ve melekeler tabii değil, iradi şeylerdir [15].
Bir yönetici nasıl olmalıdır sorusunun cevabını yazar şu şekilde açıklıyor:
➢ Erdemli şehrin yöneticisi, rastgele bulunmuş herhangi bir insan olamaz. Çünkü yöneticilik iki şeyle olur: o insan yaradılışı ve tabiatı bakımından yöneticiliğe istidatlı olmalıdır; o insan yöneticilikle ilgili iradi meleke ve tutumları kazanmış olmalıdır.
➢ Bu insan bir başka insanın hükmü, yönetimi altına girmesi mümkün olmayan insandır. O, mükemmelliğine ulaşmış ve bilfiil akıl ve bilfiil akılsal olmuş bir insandır.
➢ O, kendisiyle mutluluğun elde edilebileceği her fiile vakıf olan bir insandır. Bu ise bir yönetici (rais) olmanın şartlarından birincisidir.
➢ Ayrıca onun dilinde, bildiği her şeyi başkasının tahayyülünde en iyi biçimde canlandırma kudreti olmalıdır. O, insanları mutluluğa ve kendileriyle bu mutluluğun elde edildiği fiillere en iyi bir biçimde yöneltme kudretine sahip olmalıdır. Buna
ilaveten bedenen sağlam olmalıdır.
➢ Onun organları tam ve eksiksiz olmalı. Kendisine söylenen her şeyi anlama ve idrak etme yeteneğine tabiatı gereği sahip olmalı, konudan, kişinin maksadına veya bizzat o şeyin kendi mantığına uygun olan neyse onu anlamalıdır [16]
➢ Anladığı, gördüğü, duyduğu, idrak ettiği şeyi zihninde saklama yeteneğine sahip olmalı, hemen hemen hiçbir şeyi unutmamalıdır.
➢ Uyanık ve çok zeki olmalı, bir şeyle ilgili en ufak bir delil gördüğünde bu delilin işaret ettiği yönde o şeyi kavramalıdır.
➢ Zihninde bulunan bir şeyi tam bir açıklıkla ifade edebilmesini sağlayabilecek güzel konuşma kabiliyetine sahip olmalıdır.
➢ Bilgi edinmeyi, öğrenmeyi sevmeli, ona kendini vermeli, öğrenmenin zahmetlerini yenmeli, içerdiği mihnetlere katlanmalı, bunları yorucu, eziyet verici bulmamalıdır.
➢ Tabiatı gereği doğruluğu ve doğru insanları sevmeli, yalandan ve yalancılardan nefret etmelidir.
➢ Tabiatı gereği adaleti ve adil kişileri sevmeli, baskı ve zulümle bunları yapanlardan nefret etmeli, kendi yönettikleri ve başkaları ile ilgili olarak insaflı olmalı, insanları böyle olmaya yöneltmeli, baskıya maruz kalan insanlara acımalı, güzel, asil ve doğru gördüğü her şeyi desteklemeli, adil olmaya, adaleti uygulamaya davet edildiğinde onu yapmada, gerçekleştirmede isteksiz, inatçı olmamalı, tersine, haksızlık ve kötülük yapması istendiğinde bunu yapmama konusunda dirençli, kararlı ve istekli olmalıdır. Sonra yapılmasını gerekli gördüğü şey konusunda azimli, kararlı olmalı,
korku ve zaaf göstermeksizin cesurca onu gerçekleştirmelidir.
Bütün bu özelliklerin tek bir insanda bir araya gelmesi zordur. Bundan dolayı, bu tabii yaratılıştaki insanlara her çağda ancak bir defa tesadüf edilir. Eğer erdemli şehirde böyle bir insan bulunur ve o insan büyüdükten sonra yukarıdaki zikrettiğimiz şartlardan altısını yerine getirirse veya muhayyile kuvveti aracılığıyla insanları uyarma kabiliyeti dışındaki beş tanesini yerine getirirse, yönetici bu insan olacaktır.
Herhangi bir zamanda böyle bir insana rastlanmazsa, ancak daha önce bu şehirde yukarıdaki şartları taşıyan, kayda geçmiş, art arda hüküm sürmüş bir yönetici ve benzerleri olmuşsa, bu insanların koydukları kanunlar, kurallar ve adetler benimsenir ve muhafaza edilir [17].
Farabi erdemli, mükemmel şehre zıt olan şehirleri şu şekilde sınıflandırır: cahil şehir, bozuk şehir, karakteri değişmiş şehir, doğru yolu bulamamış şehir, yanlışlık içinde olan şehir. Bu değişik şehirlerin halkı da erdemli şehre zıttır. Bu şehirlerde toplumu rahatsız edici insanlar ve olaylar çok fazladır. Erdemli olmayan toplumların insanları mutluluk nedir bilmezler, yalnızca gezmek, yemek, içmek gibi nefsani duyguları beslerler. Bu şehirlerde halkın amacı kendi istediklerini serbestçe yapabilmektir. Erdemli şehrin zıttı olan şehirlerde halkın ruhu mana yönünden eksik olduğu için varlıklarını devam ettirmek amacıyla maddeye ihtiyaç duyarlar. Bu şehirlerde tamamen mutlu, halkı için yaşayan, manaya önem veren, yöneticisine saygılı insanları bulmak oldukça zordur.
Farabi, eserinden hareketle insanların bir arada yaşama zorunluluğu noktasında küçük, orta ve büyük teşekküllü erdemli siyasal ve toplumsal oluşumların ışığında ideal devlet, ideal toplum ve ideal başkan, ideal yönetici çizgisini çizmiştir.[18]
Farabi’nin ortaya koymuş olduğu ideal devlet anlayışında oluşturmuş olduğu ilk başkan modelinde döneminin etkisiyle de elbette dini yönden etkiler hissedilmektedir. Farabi’nin sisteminde görüyoruz ki ilk başkan sıradan bir insan değildir. Çünkü Farabi’ye göre “ideal yönetim,” tanrısal yönetimin insanî varlık sahasında uygulanabilir bir form içerisinde
somutlaştırılmasıdır.” [19]
Farabi, insanın zorunlu ihtiyaçlarını kendi başına karşılayamayacağından dem vuran ve bu doğrultuda sistemini uygun bulduğu yanlarıyla çözüme ulaştırmaya özen göstermiş bir düşünürdür. Bundan dolayıdır ki topluluk halinde bulunmayı öngören Farabi’nin bu düşünceleri etkileşimin örneği olurcasına Platon’un devlet modelini anımsatmaktadır.
Çünkü Platon’da da birlikte yaşamak için bir araya geldiğimizde adını koymuş olduğumuz şey devlettir. Toplulukları alt bölümlere ayırdığını gördüğümüz Farabi, siyasal sisteminde görüyoruz ki, mükemmelliğin ilk derecesini şehir yaşamına vermiştir. Belli başlı farklılıkları içinde barındırıyor olsa da Farabi’nin söz konusu toplum teorisi Platon’un şehir devletine
benzemektedir. İnsana özgür irade ve seçimi sunmuş olan Farabi mutluluğun sadece ideal devlette elde edilebileceğini savunmuştur [20].
Farabi’nin İdeal Devlet’i hem ideal bir devletin, toplumu yönetecek olan ideal yöneticinin özelliklerini açık bir şekilde sıralaması hem de bu konularda çalışma yapacaklara ışık tutması bakımından önemli bir eserdir. Siyaset felsefesi, ahlak, mantık, adalet ile ilgili konularda verdiği bilgilerden dolayı da okunmaya değer bir kitaptır. Kitap okurlarına maddeyi terk edip manaya önem verilmesi gerektiğini, iyi bir yöneticinin özelliklerini, her yönüyle doğru bir şehrin nasıl olması gerektiği ve bu şehrin halkının sahip olması gereken özelliklerini oldukça açık bir şekilde göstermektedir.