Zeynep Ebrar Erer [1]
“Akli denklem ile Hakk’ı itiraf etmek mümkündür. Fakat bilmek, anlamak mümkün mü? Ne konuşalım? Harflerden meydana gelen bir dizi ile hikmetin esası bilinir mi?” [2]
Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi Efendi, 1863 yılında Osmanlı’nın önemli dini-edebi merkezlerinden biri olan Filibe’de doğmuştur [3].
İslâm kültürü yanında Batı kültürüne de hâkim olan Ahmed Hilmi Bey, dinî bilimlerde araştırmalar yapmış, kelâm, felsefe, tasavvuf ve tarihle meşgul olmuştur. II. Meşrutiyet döneminin önde gelen fikir adamlarından biri olan Şehbenderzâde Ahmed Hilmi’nin görüşleri, daha çok Batılılaşma hareketi, materyalist akımlar, dinî ilimlerde yenilik ve Müslümanlar arasında siyasî birlik konularında yoğunlaşmıştır [4]. Böylelikle o, yazılarında Batı taklitçiliğine karşı çıkarak, XIX. yüzyılın hâkim felsefesi olan maddeciliği reddetmiş, İslâm
felsefesiyle Batı felsefesi arasında uzlaşma yolları aramıştır [5]. Bu bağlamda eserlerinde dönemin popüler akımlarından olan Calvinist maddeci felsefeye karşı tasavvufu savunmuştur. Batı düşüncesi ve fikir akımlarına dair değerlendirmelerinde geniş ufku, ilmî istidlâlleri ve felsefî tartışma seviyesi bakımından Şehbenderzâde, dönemin diğer İslâmcı yazarları arasında üstün bir mevkiye sahip olmuştur [6]. Yazar, İstibdâdın Vahşetleri yahut Bir Fedâinin Ölümü, Öksüz Turgut, Müslümanlar Dinleyiniz, Akvâm-ı Cihan gibi çeşitli şiir, roman ve tiyatro türü eserler kaleme almıştır. Ahmed Hilmi’nin edebi eserlerinden biri olan A’mâkı-ı Hayâl ise büyük ilgi görerek defalarca basılmış ve Refik Algan tarafından Awakend Dreams: Raji’s Journey with the Mirror Dede adıyla İngilizce’ye çevrilmiştir [7]
Filibeli Ahmed Hilmi Efendi’nin tasavvufi roman türünün örneği [8] olan olan A’mâkı-ı Hayâl isimli eserinde iyi bir tahsil görmüş olan Râci’nin “nokta” olduğunu fark ettiği andan itibaren “merkez”e doğru yaptığı yolculuk anlatılarak bir hakikat arayışı sunulmakta ve kâinata dair hikmetlere yer verilmektedir. Eserde her bölümde farklı sorulara cevaplar arayarak
materyalist görüşün sığlığı, insanın huzura ulaşmakta yaşadığı sorunlar gün yüzüne çıkarılmaya çalışılmıştır [9].
Kendisini vahdet-i vücûd ekolünün mensubu olarak tanıtan Ahmed Hilmi Bey, [10] A’mâk-ı Hayâl’de felsefenin insanı mutluluğa ulaştıramayacağını, mutluluğun evrenin mutlak yaratıcıyla birliğini kabul etmekte olduğunu vurgulamaktadır.
Alegorik bir üslûp içeren A’mâk-ı Hayâl, iki bölümden oluşmaktadır. “Râci’nin Hatıratı” adlı birinci bölümünde, kitabın başkahramanı olan Râci’nin hakikati bulmakta kendisine yol gösteren Aynalı Dedeyle hayalin derinliklerine doğru dokuz gün boyunca yaptığı yolculuklar anlatılmaktadır. İkinci bölüm olan “Manisa Tımarhânesi”nde ise Râci’nin, akli denklemlerin hakikati bulmada sınırlı olduğunu anlaması ve âleme mânâ gözüyle bakması okuyucuya sunulmaktadır.
Eserin başkahramanı Râci, dini açıdan titizlikle yetiştirilmiş ve iyi bir tahsil görmesine rağmen bir gün vicdanıyla baş başa kaldığında kendini, küfür ile iman arasında bir halde bulmuştur. İçindeki şüphe ejderhasını öldürmek amacıyla Bâtınî ilimlere başvurmuştur ancak bu ilimler onu, içine düştüğü hallerden kurtarmaya yetmemiştir. Bir gün iki meczubun varlık ve yokluk, hep ve hiç hakkındaki konuşmalarına kulak misafiri olmasıyla artık Râci için tüm sorular tek bir soruda içkin hale gelmiştir: “Acaba ben var mıyım?” [11]. Her gün önünden geçtiği kabristanın bir gün kapısını açık gören Râci, içeri girip takkesinin üzerinde ayna parçaları bulunan bir adamla karşılamış ve hakikate yolculukta refikini bulmuştur. Böylelikle Aynalı Baba ile “A’mâk-ı Hayâl”e doğru dokuz gün sürecek yolculuk başlamıştır.
İlk gün Râci, ancak canlı cenazelerin yani istek ve arzularından kurtulmuş kimselerin varabileceği Hiçlik Tepesi’ne çıkmakla görevlidir. Ancak bu zorlu yolculukta nefsinin esiri olmaktan kurtulamamıştır. İkinci gün ise Hürmüz ile Ehrimen’in, adalet ve imtihan meydanındaki mübarezeleri anlatılmaktadır. Râci, Gazap’ı yenebilecek tek varlık olan “Hikmet”tir ancak Gazap’ı yense de Nefs-i Emmare’ye esir düşmekten kendini alıkoyamamıştır. Ertesi gün Râci kâinatı bilmek için Büyük Üstad’a gitmektedir. Uzun yolculuktan sonra girdiği ve her yerin karanlık olduğu kulübede çanakta parlayan suya bakan Râci, “Ey daif-i bezm-i vücûd / Anla nedir sırr-ı şuûn.” [12] şeklinde bir ses duymasının ardından
kelimelerle ifade edemediği hallere bürünmüş ve bir anda “hiç” olarak sonsuzluk meydanını fark etmiştir. Saatler, asırlar bir “an” gibi geçmekteyken kendini birçok canlının vücudunda görmüş ve sonunda bir bedene hapsolmanın acısı ile inlerken kâinatın sırrına ermeye doğru yol almıştır. Diğer gün Râci âlim olarak davet edildiği ilahiyat fakültesi imtihanında
“insanların ilminin eşyanın hakikatine nispetle bir nokta olduğu”nu anlamıştır. İmtihanda kâinatın yaratılışı hakkında sorulara verilen cevaplar ve tartışmalar gereksiz detaylar üzerinden gerçekleşince Râci içinden gülmüş ve duruma hiçbir anlam verememiştir. Bu kâmil kişilerin mukayesesine Aynalı’nın “Nitekim insanların gözü hakikati görme noktasında
arpacık soğanına benzer.”[13] şeklindeki cevabı ise yaratanın bilgisi yanında yaratılanın bilgisinin azlığını ifade etmektedir. Beşinci gün Râci kâinatı seyretmek üzere bir Anka kuşu üzerinde seyahate çıkmıştır ve insanın âlemin özü olduğuna, gerçek yaratıcı ile maddi manevi bağının bulunduğuna dair en büyük delilleri keşfetmiştir. Altıncı günde Râci, yedi senede bir ülkeye gelip “Bu kervan nereye gidiyor?” diye yedi kez soran ejderhanın sorusunun cevabını aramaya koyulmuştur. Büyük sıkıntılar çekerek cevabı bulacağını umduğu yere ulaşmış ve bir levha bulmuştur. Levhanın üzerinde “Sırrımdan Bana Hitap” ve “Benden Sırrıma Cevap” başlıklı iki gazel yazılıdır. Bu gazellerdeki manayı anlayamamakla birlikte aradığı cevabı da bulamadığını düşünerek aramaya devam etmiştir. Hâlbuki ejderhanın sorusunun cevabı
“Âlemde meşhûd olan bu devran/ Tekâmül içindir, kemale doğru/ Her nokta cevval her zerre raksan/ Uçup giderler visâle doğru.” [14] beyitlerinde gizlidir. Ertesi gün Râci, Câbilsa [15] şehrine giden bir kervana tek gözlü, tek kollu ve tek ayaklı biri olarak katılmaktadır. Bu hikmetin sırrına ise Aynalı’nın şiiriyle ermektedir: “Hep ikilik birlik için/ Bak iki göz bir görüyor/ Birlik ise dirlik için/ Bak iki göz bir görüyor.” [16] Sekizinci bölümde Râci artık ruhun hakikatini öğrenmeye taliptir ancak bunun için ölmeye hazırlanmakta ve “hiç” olma yolunda yürümektedir. Artık “yokluk” ile “varlığın” tek bir şey olduğunu anlamıştır. Dokuzuncu güne gelindiğinde Râci, beşeriyetin ulular meclisinde saadet tanımını aradığına şahitlik etmektedir.
Her ulu kendi tanımı yapmakta ve en son reisleri olan Fahri Kâinat ayağa kalkarak “Saadet, hayatı olduğu gibi kabul, insana yüklediği yüklere razı olup bunun daha iyi olması için gayret etmektir.” [17] şeklinde saadet tanımını ortaya koymaktadır ve eserin ilk bölümü böylece sona ermektedir.
Eserin ikinci bölüm Sami’nin, arkadaşı Râci’nin halinden endişe etmesi üzerine, ona acıdığını ve üzüldüğünü belirttiği bir mektupla başlamaktadır. Râci ise halinden memnuniyetini dile getirmekte, ruhunun gıdasını aradığından bahsetmektedir. Bu arayış esnasında bulunduğu tımarhanede deliliğin bir saadet mi yoksa felaket mi olduğu hakkında tefekküre dalmaktadır.
Sonunda “Bu âlemin büyük bir tımarhane olduğu” kanaatine varan Râci artık öyle bir mertebededir ki “Ona Mecnun mu denilir ki onun Leyla’sı/ Yeni bir cilve-i şevket ile Mevla olmuş.”[18] beyitindeki gibi Leyla’dan Mevla’ya erme mertebesindedir.
Amâk-ı Hayâl, kahramanlar, olaylar, zaman ve mekân açısından incelendiğinde Doğu ve Batı mitolojilerini/ felsefelerini içeren manevi bir âlem19 üzerinden gerçek hayata ışık tutmaktadır.
Yazarın eserde İslâm dini ve medeniyeti ile sınırlı bir anlatım ortaya koymaması evrensele hitap etme noktasında önemli bir yaklaşımdır. Zira eserde Doğu kökenli inançların kurucu liderlerinin de Râci’nin mertebe atlamasında etkili olması, okuru, hangi düşünce veya inanç olursa olsun doğrunun ve hikmetin “tek” olduğu düşüncesine sevk etmektedir. Bununla
birlikte kitapta farklı inançlara yer vermenin yanında İslam’ın her zaman en mükemmeli temsil ettiğini de ortaya koymaktadır. Bu fikre “Ulular Meclisi” bölümünde, tüm uluların reisi Fahr-i Kâinat Efendimiz (sav)’in, en son ayağa kalkarak en mükemmel saadet tanımını yapan ve saadeti temsil eden kişi olmasından ulaşmak mümkündür.
Kitap bir yönüyle de o dönemde yeni yeni toplumda yer eden Batı taklitçiliğinin ve materyalizmin sorgulamasını içermektedir. Yazar, bunların mutluluk getirmeyeceğini, hakiki saadeti bulmak için toplumun kendi dini- kültürel kökenlerine bakması gerektiğini vurgulamaktadır. Ancak bu vurgulamanın manevi- tasavvufi bir alem üzerinden edebi bir
roman olarak aktarılması oldukça değerlidir. Anlatım ve benzetmeler yönünden zengin bir metin olan Amâk-ı Hayâl’de modernleşmenin getirdiği sorunlara dair eleştiriler de belirli figürler üzerinden ele alınmaktadır. Aynalı Baba’nın giyimi, modanın; Râci’nin mükemmel tahsilli arkadaşları, çevremizin beklentilerinin; “hiç” ile “hep”in, “varlık” ile “yokluk”un aynı
olduğunun ifadesi ise toplumsal dünya düzenin eleştirisi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Eserdeki temsiller, farklı yorumlara imkân vermektedir ancak bir fikir vardır ki eserin tüm yorumlarının çıkış ve yine tüm yorumların varış noktasıdır: İnsanoğlunun bu dünyada her neyi var ise muhtaçlığının ve ricasının üzerine kuruludur ve bu kâinatı ayakta tutan Allah’ın Cemâl ve Celâl isim ve sıfatlarının dengesidir. Râci’nin hakikat arayışının anlatıldığı bu
hikâye, ilk emir olan “oku” emrine muhatap olan bizlerin evreni okuma çabamıza ışık tutmaktadır. Bu sebepledir ki insan, kendine verilen en güzel nimet olan aklını gereği gibi kullanmalı ve yaratılış sebebi olarak Allah’a rücu Eden Râci bir kul olmalıdır.
Noktadan Merkeze Bir Yolculuk PDF