Nur Yağmur Deveci [1]
Yersiz yurtsuzluk ya da öteki olmak bir seçim midir kader midir? Parmakla gösterilen diğeri olmamıza; çocukluk ve gençlik çağlarında yaşadıklarımız, ailemiz ya da milliyetimiz mi karar verir? Oryantalizm, gerçekten mezhepler üstü barışçıl bir yaklaşım mı yoksa gizli bir İslamofobi midir? Okuyucular Yersiz Yurtsuz kitabının her sayfasında bu sorulara cevap aramaktadır.
Edward Said, 1 Kasım 1935’te Batı Kudüs’te Hristiyan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir ve bir Episcopol (AnglikanProtestan) olarak vaftiz edilmiştir. Lisans eğitimini Princeton Üniversitesi’nde görmüştür. Harvard Üniversitesi’nde yüksek lisans, İngiliz Edebiyatı alanında doktora çalışması yapmıştır. Columbia Üniversitesi’nde 1963’te araştırmacı, 1965’te asistan, 1968’de doçent ve 1970’te profesör olmuştur; 1989’da Beşerî Bilimler Old Dominion Foundation profesörlüğüne getirilmiştir. New York’taki Dış İlişkiler Konseyi, Amerikan Sanatlar Akademisi ve PEN gibi kuruluşların yönetim kurulu üyeliklerinde bulunmuştur. 1977-1991 yılları arasında Filistin Ulusal Konseyi’nin üyesi olarak görev yapmıştır. Lösemi hastalığına yakalanan, uzun ve acılı bir tedavi dönemi geçiren Said, 23 Eylül 2003’te New York’ta ölmüştür [2]. Edebiyat eleştirisi ve teorisi, felsefe, kültürel çalışmalar, uluslararası politika ve müzik alanlarında çok sayıda kitabı mevcuttur. En önemli eseri olan Şarkiyatçılık, 26 dile çevrilmiştir ve alanında önemli bir yere sahiptir.
Otobiyografi türünde yazılan kitap, Ortadoğu ve oryantalizm konularına ilgisi olanların incelemesi gereken eserlerden biridir. Kitapta çocukluk ve gençlik anılarını kaleme alan Edward Said, adeta oryantalist olmayı neden seçtiğini anlatmaktadır.
Çevirisini Aylin Ülçer’in yaptığı Yersiz Yurtsuz kitabı başarılı çeviri eserler arasındadır. 389 sayfa olan eserde çok uzun cümleler kurulması, küçük punto kullanımı ve bazı özel isimlerin (Allah vb.) küçük harfle başlaması dikkat çekmektedir.
Edward Said, Hristiyan bir Arap ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Babası varlıklı biriş adamı olan Kudüslü Wadie Said, annesi Nâsıralı Hilda Mûsâ’dır. Arapça soyadı olan “Said”in yanına İngiliz ismi olan “Edward” iliştirilmiştir. Said soyadı amcaları ve kuzenleri tarafından kullanılmıştır. Ancak kitabın ilerleyen kısımlarında atalarının arasında Said soyadının çok fazla kullanılmadığını belirtmiştir. Said soyadının nereden geldiği konusunda yazarın araştırmalarının sonucu, gizem olarak okuyuculara miras kalmıştır.
Said’in annesi hem klâsik hem de yaşayan Arapçaya hâkimdir ama bu nitelik onu Mısırlı yapmaya yetmez. Edward, Beyrut’ta yatılı okul ve üniversite okur. Annesinin soy karmaşasını Said şu şekilde anlatır; “Nassıra doğumlu ve annesi Münire Lübnanlı olmasına karşın, kendisi Filistinliydi. Babasını hiç tanımadım, ama sonraları onun Sefad kökenli olduğunu, Teksas’ta bir süre kaldıktan sonra Nassıra’ya yerleşip buranın papazlığını yaptığını öğrendim’’ [3].
Edward Said, normal koşullarda basit olması gereken soyağacı dallanışını sekteye uğratan küçük ayrıntıların zorluğunu ve bunların birbirinden kopukluğunu içine sindirmekte zorlanmıştır. Çok kimliklilik hissini taşımış ve dönem dönem keşke tam Arap ya da tam Avrupalı veya Amerikalı, tam Ortodoks Hristiyan veya tam Müslüman ya da tam Mısırlı olsaydık diye hayıflanmıştır.
Said, anne babasıyla ve kardeşleriyle karışık ilişkisini de kaleme almıştır. Babası, ailesine çok otoriter bir yaklaşım sergiler. Çocukları, özellikle tek erkek evladı olan Edward için sınırları çizilmiş bir hayat planlar. Hangi hobilerinin olacağına, hangi eğitimleri alacağına ve kimlerle arkadaşlık yapacağına çocuğu için kendisi karar verir. Edward kendisini babasına sevdirmek ve onun övgüsünü kazanmak için bazen becerisi olmayan futbol, kriket vb. işlerle de uğraşır. Her sevdirme girişimine rağmen, babası, Said’in kendisine yakışmayan vasat bir oğul olduğu imasında bulunmuştur.
Said, annesini hem çok sevdiğini hem de ona çok içerlendiğini anlatır. Kendisinin yeteri kadar sevgi ve şefkat görmediğini, onun, babasının eşi rolünden çıkıp oğlunu savunmadığını söylerken annesiyle yakınlaşmaya, onun sevgisini kendisine yöneltmeye çalıştığını da eklemiştir. Said’in, annesi Hilda’yla olan ilişkisi incelendiğinde güvenli bağlanmanın gerçekleşmediğini, annesine kaygılı bağlanma ile bağlandığı anlaşılmaktadır [4]. Annesinin izin verdiği kadar ona yakınlaşabilen Said, her zaman annesinden gelen küçücük bir sevgi pırıltısı için tetikte beklemiştir. Başarılarında bazen oğlunu cesaretlendiren Hilda ile Edward Said arasında tamamen tutarsız, denge dinamiklerini başka etkenlerden alan bir ilişki meydana gelmiştir.
Kardeşleriyle ilişkileri ise kendi tabiriyle rekabet üzerine kurulmuştur. Said ve kardeşleri annelerinin ilgisini ve sevgisini kazanmak için birbirleriyle yarışmışlardır. “Onun yörüngesinde olduğumun da bu yörüngeye özellikle girmeye çalıştığımın da bilincinde değildim; tek bildiğim birimiz gözüne girmeyi başardığında, diğerlerinin otomatik olarak dışlandığıydı’’ [5] diyerek kardeşleri ve annesiyle olan karmaşık ilişkisini anlatmıştır. Babasının kendisinden kardeşlerini koruyup kollamasını istediğinde Said’in eylemsizlik tepkisi, kardeşler arasındaki çekişmenin varlığını göstermektedir. Kendisi ve kardeşleri arasındaki rekabetin getirdiği etkileşimden olsa gerek, aralarında hiçbir zaman gerçek anlamda soğukluk olmadığı da belirtilmiştir [6].
Evde Arapça, okulda İngilizce konuşan Said, öğrenimini farklı ülkelerde ama hep Batı ekolünde bitirmiştir. Okul hayatı boyunca haylaz ama zeki bir öğrenci olmuştur. İflah olmaz merak duygusu bazı öğretmenleri tarafından hor görülse de sivri zekâsı ve İngilizceye hâkimiyeti hep takdir edilmiştir. Gençlik dönemlerinden beri çeşitli sanat dallarında eğitimler almıştır. Bunlardan en önemlisi müzik ve piyano dersleridir.
Yalnızlığını kitaplarla paylaşan, hayali karakterlerle dostluk yapan Said, küçük yaşta birçok filozof ve düşünürün eserlerini okumuştur. Batı klasiklerinin üzerine edebiyatsever aile dostlarıyla birlikte yaptıkları tahlillerin, meslekseçiminde etkili olduğu söylenebilir. 15 yaşında Budala’yı ve diğer Dostoyevski eserlerini de tahlil etmeye başlamış ve Freud’un kuramlarından etkilenmiştir.
Çevresindekilerin karakter tahlillerini yaparak okuduğu kitaplardaki karakterlerle ilişkilendirmiştir. Amcası için “yıllar sonra fark ettim ki, o egzotik, başıboş, gizemli kişiliğiyle benim gözümde Conrad’ın bir tecessümüydü; bir Kurtz [7] gizli bir benlik, babamın İngiliz beyefendiliğine karşı bir Cunningham Graham’dı.’’ [8] Said, Conrad’dan [9] o kadar etkilenmiştir ki doktora tezini bu yazar hakkında yazmıştır. Ayrıca gençlik yıllarında bütün dinlerde ahlâksızlık olarak nitelendirilen türde arkadaşlarıyla birlikte yazılar yazmıştır [10].
“Bir İngiliz okul çocuğu gibi düşünmek ve inanmak üzere yetiştirildiysem de aynı zamanda üstleri tarafından bulunduğu konumu, yani İngiliz olmaya özenmeyecek şekilde eğitilen bir yabancı, Avrupalı olmayan bir öteki olduğumu bilecek şekilde de yetiştirilmiştim . . . Aynı zamanda hem ‘pis Arap’ hem de Anglikan olmak sürekli bir iç savaş içinde olmak demekti.” [11] Yazar Kış Ruhu kitabındaki bu sözlerle kendi kimlik karmaşasını ve aslında kim olduğunu bilmediğini vurgular. Said; “Hangi okula gidersem gideyim, hangi gruba girersem gireyim, hangi duruma düşersem düşeyim geçmişten gelen ve yakamı bırakmayan bu hayaletleri (uyruğu, gerçek kökeni ve geçmişi) def etmenin bir yolunu bulamıyordum bir türlü.’’ [12] sözleriyle yersiz yurtsuz olduğuna dâir duygularını dile getirir.
Said, hayatı boyunca birçok evde birçok şehirde birçok ülkede yaşamak zorunda kalmıştır. Bazen iç savaşlar, bazen işgaller, bazen ticari ilişkiler, bazen de eğitim için göçebe gibi yer değiştirmiştir. Hiçbir eve hiçbir memlekete bağlanamamış olsa da bu kimliğiyle barışmayı zor da olsa başarmıştır. Doğu ile Batı arasında kalması, kendisinin köprü misyonu edinmesine neden olmuştur.
Edward Said’in Oryantalizm ve Entelektüel adlı çalışmaları başta olmak üzere birçok çalışmasının kendi hayat hikâyesinden belli izler taşıdığı ve kişisel serüveniyle paralellikler gösterdiği kolayca tespit edilmektedir. Şarkiyatçılık kitabı kurucu bir eser olarak değerlendirilmekte ve bu çalışma Avrupa’nın Doğu ile bağlantılı kültürel, siyasal ve ekonomik çıkarlarından kaynaklanan, kökü çok eskilere uzanan bir yazı geleneğini incelemektedir.
Said’in yazdığı eserde bazı çelişkiler bulunmaktadır. Kendisini bazen Filistinli olarak nitelerken bazen de işgal sonucunda sınır dışı edilen mülteciler hakkında “Filistinliler” diye bahsetmesi, akıllara kendi milletinden olanları öteki olarak mı görüyor sorusunu getirmektedir. Halası Nebiha’nın evine giderken Filistinlilerin yardım bekleyişini şu şekilde tasvir etmiştir; “girişten kapıya uzanan merdivenleri tıklım tıklım doldurmuş düzinelerce Filistinlinin bağırışları, hatta feryatları eklenmişti.”
Eserde başka bir çelişki de uluslararası camianın Said hakkında milletler ve mezhepler üstü bir düşünceye sahip olduğu yönündeki görüşüdür. Said kitapta Müslümanlara karşı hoşgörülü yaklaştığını ifade ederken kitabın başka yerinde eski okuluna izinsiz girdiğinde okul görevlisiyle karşılaşmasını şu sözlerle anlatmıştır. “Tam o sırada çok kızgın, tesettürlü bir kadın odaya dalarak burada ne aradığımızı sordu. Okula izinsiz girmiştik bir nevi haneye tecavüz suçu işlemiştik ve okul müdürü sıfatıyla bizden derhal okuldan çıkmamızı istiyordu. Ortamı yumuşatmak adına uzattığım elimi sıkmayı da reddetti. Bu bariz zorbalığından biraz da gözümüz korkarak çaresiz kös kös dışarı çıktık.” Ortadoğu araştırmalarında önemli bir yere sahip olan, kültürler ve milletler konusunda uzman olan yazarımız kadın görevlinin tesettürü ve inancından dolayı el sıkışmayı reddetmesini yanlı düşünceleriyle yorumlayarak zorbalık olarak sunmuştur.
Eser, otobiyografi türünde olmasına karşın dönemin siyasi ve kültürel yapısına da yer vermektedir. Yahudilerin Filistin’i işgal etmesiyle birlikte yaşanan zorluklar da eserde dile getirilmiştir. İşgal öncesi dönemde Filistin’de rahatlıkla dolaşılan yerlere işgal sonrasında ancak yazılı izin ile gidebildiğini ve özgürlüğün kısıtlanmasını kısa kesitler şeklinde anlatmaktadır. Said’in ailesi, maddi açıdan istediği ülkeye gidip hayatlarına devam edebilme şansına sahip olduklarından dolayı bulundukları ülkede sorun çıktığında, hep yer değiştirmişlerdir.
Said, Filistinli kimliğini biraz daha kabullendiği zamanlarda, toprağından zorla ayrılmanın öfkesini hissetmiş ve uluslararası camiada Filistin savunucularından biri haline gelmiştir. Mısır’da Sovyetler etkisiyle milliyetçi ve İslamcı bir sosyalizm doğmuştur. Abdülnasır Hükümeti, Mısır’ı Arap ulusçuluğunun temsilcisi ve lideri konumuna getirmek için çeşitli siyasi hamlelerde bulunmuştur. Said, Abdülnasır hakkında; “Cemal Abdülnasır birkaç ay içerisinde başkan sıfatıyla General Muhammed Nakib’in yerini alacak, eskiden bizim dünyamız olan bundan sonra onların dünyası olacaktı” diye yazmıştır. Buradaki onlar ifadesinin; Mısırlılar olduğunu da eklemiştir.
Altı Gün Savaşları ile büyük hezimete uğrayan Mısır ve Arap ülkeleri psikolojik olarak da büyük darbeler almıştır. Özellikle Mısır halkı ülkelerinin gücünden şüphe duymuş ve bir daha İsrail ile baş edemeyeceklerini düşünmüşlerdir. Filistin meselesinde bir adım geri atılırken artık ortak sorunlar, yükselen sosyalizm tehdidi ve kaybedilen topraklar olmuştur. Said, bu konudaki görüşünü şu sözlerle ifade eder; “İsrail’den bahsedecekleri yerde daha çok komünizm tehdidinden bahsediyorlardı.” [13] Said ayrıca eserde Lübnan’daki siyasal olaylardan da söz eder. Said, söz konusu bütün bu siyasal olaylarda kendisini azınlık olarak görmüş ve o şekilde davranmıştır.
Yazar, Yersiz Yurtsuz kitabını lösemi hastalığının son evrelerinde hastanede yatarken kaleme almıştır. Kitap, tarih, Ortadoğu ve oryantalizm konularında ilgisi olanların okuması gereken bir eserdir. Edward Said ve onun oryantalizm görüşü hakkında birçok kitap, makale ve yazılar yazılmış, film, belgesel ve animasyonlar yayınlanmıştır. Yazarın otobiyografisinde tarihsel akışa çoğu zaman riayet etmemesi, okuyucuların olaylar arasındaki bağı çözmesini zorlaştırabilmektedir. Eser farklı olmak ile ötekileştirilen olmak arasındaki ayrımı fark ettirdiği için ayrıca önem teşkil etmektedir. Arap olmayan çocuk, Amerikalı olmayan Amerikalı, İngilizlere İngilizce okuyup yazarak meydan okuyan bir savaşçı, bir yandan itilip kakılan bir yandan da üzerine titrenen evlat olarak kendini tanımlayan Edward Said, gerçekten de mezhepleri ve ülkeleri aşan bir entelektüel aidiyete sahip miydi? Said, kendisinin üstü kapalı itiraf ettiği kimlik karmaşası durumunu, doğup büyüdüğü coğrafyaya ve İslam dinine karşıt tutumunu, çocukluk yılları ve travmalarına dahil ederek, fikirlerine masumiyet kazandırmayı mı amaçlamaktaydı? Yoksa gerçekten objektif ve bilimsel yaklaşmaya mı çalışıyordu? Bu soruların cevabını daha iyi verebilmek için, yazarın, bu kitabı ve hakkındaki diğer eserleri incelenmeli; kendisinin oryantalist olarak eylemlerine ve tutumlarına bakılmalıdır.