Halise Feyza Bozyak [1]
Tuna’da çırpar bezini
Seveyim elâ gözünü
Hayde more Bulgar kızı!
Dikkat! Osmanlı Coğrafyasına Yolculuk kitabına başlarken kafanızda istemsizce duyacağınız melodiler, türküler, şiirler, ağıtlar olacaktır. Kitap muhteviyatı itibariyle eski dönemlerimizdeki zenginliklerimizden bahsedip, Osmanlı Medeniyetinin bize miras olarak geride bıraktıklarına, torunları olarak yeterince ilgilenmeyip, göz kulak
olamadığımızı fark ettirip içimizde oldukça büyük bir keder yaratmıştır. Muhtemeldir ki yazarımız da gezerken adım adım yüreğindeki hüznü tüm ağırlığıyla hissetmiştir… Lakin kitaba girmeden evvel müellifimizi tanımakta yarar var diye düşünmekteyiz. Halûk Dursun, 1957 yılında Hereke’de doğdu. 1968’de Galatasaray Lisesinde okumak için İstanbul’a geldi. Liseden sonra girdiği İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sonağ ve Türkiye Tarihi kürsüsünden mezun oldu. Marmara Üniversitesinde, 1994 yılında “II. Abdülhamid Döneminde Ortadoğu’da Osmanlı-İngiliz rekabeti: Akabe Meselesi” konulu tezle tarih doktoru unvanını aldı. 2013’te “Yakınçağ Tarihi” alanında profesör oldu.
Marmara Üniversitesinde, Yeni ve Yakınçağ Avrupa Tarihi, İstanbul’un Tarihî Mekanları, Cumhuriyet Dönemi Eğitim ve Kültür Politikaları, Tarih Öğretiminde Müzelerin Rolü derslerini vermiştir. 2013 yılı itibariyle, İstanbul Üniversitesi İstanbul Araştırmaları Anabilim Dalında “Evliya Çelebi’ye Göre İstanbul ve Saray Teşkilatı” ve Bilgi Üniversitesi’nde “Şehir
ve Saray: İstanbul” isimli dersleri vermiştir. Viyana Bilim Sanat Felsefe Akademisi’nde, 2007- 2009 yılları arasında çeşitli dönemlerde, Osmanlı Medeniyeti ve Kurumları, Osmanlı Eğitim Tarihi başlıklı dersleri vermiştir.
T.C. Dış İşleri Bakanlığı Diplomasi Akademisi Başkanlığı’nca düzenlenen “Balkanlar Eğitim ve İnceleme Gezisi Programı” kapsamında Bosna, Karadağ, Arnavutluk, Makedonya, Kosova, Yunanistan ve Bulgaristan’da diplomatlara seminerler vererek, bu ülkeleri gezdirmiştir.
2006-2012 yılları arasında Ayasofya Müzesi başkanlığında bulunmuştur. 2012 yılında yürütmeye başladığı Topkapı Sarayı Müzesi başkanlığı görevini 2014 ortalarına kadar sürdürmüştür. 2014 Temmuz ayında T.C Kültür ve Turizm Bakanlığı Müsteşarlığı görevine atanmıştır. 2016 Nisan ayında emekliliğini isteyerek görevinden ayrılmıştır. 21.07.2018
tarihinde Cumhurbaşkanı kararıyla Kültür ve Turizm Bakanlığı Bakan Yardımcılığı görevine getirilmiştir.
Malazgirt Zaferi’nin 948. yıl dönümü dolayısıyla Muş ve Ahlat’a giden Halûk Dursun, buradaki programlarını bitirdikten sonra Van yolunda geçirdiği bir trafik kazası ile hayatını kaybetmiştir.
Hocayı yakından tanıyanlar için ise; Halûk Hoca bunlardan daha fazlasını barındırmıştır. Halûk hoca her şeyden önce çok titiz bir tarihçidir. Bilgisizliği, cehaleti kabul etmez; araştırmadan konuşan, bilmeden yorum yapan insanlara hiç tahammülü yoktur. Çok disiplinli çalışır ve öğrencilerinden de bunu bekler. Eğitim yönünden taviz vermeyen yapısının altında çoğu zaman, öğrencisini disipline etme, araştırmaya yönlendirme gayreti bulunduğu fark edilmiştir. Aslında Halûk hocayla ilgili; pek sevdiği ve kıymet verdiği öğrencilerinden Elif Sabır, bizimsemaver.com adlı web sitesinde, güzel bir yazı kaleme almıştır: “… Yüzünün gülmesi için anlattığı hususları can kulağıyla dinleyen, araştırmayı seven yarenlerinin olması yeterliydi. Cahillik ise tahammül edemediği yegane unsur olmakla birlikte gereksiz ve safsata niteliğindeki sorulara çok öfkelenirdi. Sürekli soru sorması da aldığı cevaplardan tatmin olamamasından ötürüydü. Bir işin noksansız yapılması düsturunu ilme uyarlayan bu ilim erbabının (…) bitip tükenmeyen bir enerjisi vardı. Bu enerjiden ancak bir behre nasiplenebilen talebelerine de daima İstanbul’un sokaklarında kaybolmayı öğütlerdi. Çünkü bilirdi ki İstanbul’da kaybolmak, İstanbul’u bulmaktı.”
Kendisinin akademi dışında oldukça güler yüzlü, neşeli, nüktedan bir kişiliğe sahip olduğunu yakın arkadaşları ve meslektaşlarıyla olan sohbetlerinden anlıyoruz. Öyle ki çiftlik evini soyan hırsızlara dahî mektup yazacak kadar eğitmeyi, eğlenmeyi, seven değerli bir akademisyenimizdi. Allah kabrini nurlandırsın, mekanını cennet eylesin.
Hayatta bilinmeyen şeyler beni biraz tereddüde düşürür. Bunun sebebi seyyahlık yapan herkesin aslında yazarlık yapamadığını, okuduğum bazı seyahatnamelerde tecrübe etmiş olmamdır. Bilhassa belirtmek isterim ki en uzun bölümü Balkanlar Coğrafyası idi. Buna rağmen kitabın ilk bölümünde anlamlı bir türküyle karşılanınca Urumeli Kapısından
meraklı ve heyecanlı bir giriş yaptım.
“Çıkayım gideyim Urumeli’ne
Arzuhal vereyim Beylerbeyi’ne”
Kitap; Osmanlı akıncılarımızın ilk akın yerlerinden olan, “Urumelinin kahpesi” olarak bilinen, yüzlerce yıl iç içe yaşadığımız ancak dünya düzeni değişir değişmez elimizden ilk çıkan memleketlerden biri olan Yunanistan ile başlıyor. Yazar yanı başımızdaki Yunanistan’ı öyle bir anlatıyor ki; oraya gittiğinizi ve hatta o an yazarla aynı duyguları yaşayarak
gezdiğinizi hissediyorsunuz. Buradaki tek eksiğiniz önünüzde bir atlasın bulunmayışı olabilir. Gerçi yazar zaten daha kitaba başlamadan önümüze bir harita koymamızı isteyerek yemeğin sadece kokusuna değil, tadına da varmamız için uyarmış oluyor. Yunanistan’dan itibaren Kuzey Makedonya, Macaristan, Bulgaristan, Romanya, Sırbistan, Bosna Hersek ve Arnavutluk’un da içinde olduğu bütün Balkan ülkelerini gezdiriyor, bazen de gösterdikleriyle ağlatıyor.
Ecdadın şenlendirdiği kasabaları ve şehirleri görüp, bunlardan geriye kalabilen tek bir taş parçasına gözümüz kayınca ağlamaya başlıyoruz. Osmanlı düşmanlığının, kendinden olmayanı, ne kadar hor hakir gördüğüne; başında bir bekleyeni olmayınca, anasız, babasız kalan, vatanından uzak olanı nasıl hırpaladığına, yıktığına, öyle çaresiz, virane bıraktığına
bazen de sırf hakaret olsun diye onu amacının dışında kullanıp daha sonra terk edip gittiğine şahitlik ediyoruz.
Aşağıya Korint’te bulunan Gülşeni dergahının bir fotoğrafını bıraktım. Bir zamanlar türlü çiçeklerle bezenmiş, içerisindeki manevi ruhaniyetiyle, bulunduğu beldenin nadide bir yapısı olan bu dergâh günümüzde harap haldedir. Yıllar içerisinde kendisini korumaya çalışmış ise de bakanı, geleni, gideni olmadığı için olsa gerek, ne yazık ki sadece ayakta kalmayı başarabilmiştir. Lakin son zamanlara okuduğumuz bir haber bize sevinç getirdi. İki ülkenin hükümetleri bu dergâh için el ele vererek dergâhı restore etmeye karar vermiş. Devlet büyüklerimize ilgilerinden ötürü teşekkür ediyoruz ve umuyoruz ki en kısa sürede bu nadide, ecdad yadigarını şenlenmiş bir biçimde görelim.
Macaristan’da durakladığımız yerlerden biri de binaların arasına sıkışmış bir cami oluyor. Tüm kitabı burada anlatmak gibi bir niyetimiz yok elbette; lakin içimizin acısını, yüreğimizin efganını paylaşmaz isek bize hicran olacak.
Yakovalı Hasan Paşa Camii’nin bizi en çok üzen kısmı, içerisinde barındırdığı taşlardan birisine
büyük bir haç kazınmış olmasıdır. Selanik’te de benzeri durumlarla karşılaştığımızı
belirtelim. Buna rağmen gezdiğimiz tüm Rumeli toprakları arasında bizden ne kadar koparılmaya çalışılmış olsa da bize en çok benzeyen yine Selanik olmuştur. Çıkalım gidelim Urumelinden Ortadoğu ile Afrika’ya!
İkinci bölüm çok tanıdık çok bildik kayısısı ile andığımız hemen yanı başımızdaki Şam şehri ile başlıyor. Yazarımız bu seyahatinde oldukça şaşırtıcı, bir o kadar insanı güldüren olaylar yaşıyor. Öyle ki gezerken adeta yazara eşlik ediyor gibisiniz. Çoğunlukla şehrin tarihine değinen hocamız, bir yandan kültürel yapıya dair bilgiler veriyor, bir yandan da bu
toprakların insanlarını anlatıyor.
Yola Trablusgarp’la devam ediyoruz. Yazar, “Uğruna Ölünen Vatan Parçası” başlıklı yazısında, birkaç fotoğraf paylaşıp şehri gezdirirken tarihî hadiselere değiniyor. Şehrin Roma geçmişini de hatırlatıyor.
Ortadoğu ve Afrika seyahatinde hocamız şehirlerin gündelik hayatlarını da anlatmakla birlikte bol bol cami, külliye, medrese gibi Osmanlı yapılarıyla bizleri tanıştırıyor. Osmanlı camilerinin fotoğraflarını gördükçe diyoruz ki; “Demek ki İslam sanatı belirli bir bölgeyle sınırlı değilmiş.” Çünkü kendisinin de beyan ettiği üzere mimarî yapıları, Anadolu’daki ulu
camilerle benzerlik gösteriyormuş.
Trablusgarp’tan sonra Beyrut’a giriyoruz. Beyrut tarihi hakkında kısa bir özeti hocamız son paragrafına yazıvermiş, bakalım ne demiş: “Beyrut’un yerli halkı o kadar çok şey görüp geçirmiştir ki hiçbir şeye şaşırmazlar. Ama siz Beyrut’a ilk defa gittiğinizde savaş ve barışı, Hristiyanlık ve Müslümanlığı, Amerika ve İsrail’i, İran ve Suriye’yi bu kadar iç içe bu kadar yan yana gördüğünüze şaşırabilirsiniz.”
Daha sonra Yafa’yı, Akka’yı gezdiren hocamız buraların da neleri meşhurdur bize bir genel kültür bilgisi verdikten sonra tekrar tarih bilgilerimizi tazeleyip, şehirdeki Osmanlı mimari eserlerini incelemeye koyuluyor. Akka’yı anlatırken yazardan bize sirayet eden ufak bir burukluk hissediyoruz. “Akka biraz haçlı, biraz Eyyubi, biraz Memlûk, biraz Osmanlı ama
asla İsrailli değil!” diye bu geziyi sonlandırıyor.
Hayfa’ya doğru yola çıkıyoruz; hocamız biraz toplumu irdeliyor, buranın tarihinden bahsediyor, geziye harikulade müzik önerileri ile son veriyor. “Afrika ile Avrupa arasında mor salkımlı bir ülke: Cezayir”e revan oluyoruz. Cezayir halkının kendi asıllarını Türklerden saymaları, bilhassa aristokrat kesiminin soyadlarının Türkçe olması oldukça ilgi çekici. Keza Türkleri çok sevdiklerini de öğrenmiş olduk. Fransızların işgali sonrasında asimilasyona tabii tutulan Cezayir halkının Araplık ile Avrupalılık arasında kaldıklarını, dillerinden Fransızcayı atamadıklarını lakin Fransızlardan da hiç hazzetmemelerinin
sebebini aşikârâne görüyoruz. Kendileri varlıklarını güçlü bir şekilde hissettirmek için ecdadın eserlerine müdahalede bulunmuşlar. Kimi camileri çeşitli gerekçelerle ortadan kaldırmışlar, kimilerini ise kiliseye çevirmişler. Biraz hüzünle devam ediyoruz. Kandil kutlamaları gibi âdetler orada olanca coşkusuyla halâ kutlanırmış. Yazar her seyahatinde
olduğu gibi müze ve botanik bahçelerini de es geçmiyor elbette. Ecdad eserleri, ziyaretgâhlar, pazarlar, çarşılar geziliyor ve ver elini İspanya ile Fas…
İspanya seyahatinde bolca nane ve nanenin maneviyatına dair konuşuyoruz. Yazarımız naneyi çok sevdiğinden midir emin olamadık lakin İspanya seyahatini neredeyse sırf “nane kokusu, nane ruhuyla” anlatıp bitirdi gibi…
Fas’a gelince tabiat güzellikleri ve Endülüs mimarisinin yoğun etkisini ayrıntılarıyla işliyor ve Kuzey Afrika’da Osmanlı imajının, Arap ülkelerine oranla her daim daha pozitif olduğunu dile getiriyor.
Yazar bu kısmı diğer bölümlerden daha kısa tutuyor. Kırım ile bu bölüme “vira bismillah” diyen yazar, öncelikle bizim tarih derslerimizde bu bölgeye çok fazla değinilmediğini belirtip, bölgenin tarihini, Türklerle olan bağlantısını anlatıyor. Kırım Tatarlarını, bölgedeki ecdad eserlerini anlatırken biraz yemek kültürüne de değiniyor.
Buradan Gürcistan’a hareket ediyoruz; indiğimiz yer Tiflis oluyor. Eski Sovyet şehirciliğinin etkisinden ve burada bulunan Azerbaycanlılardan bahsediyor. Tiflis’in tabiatını, iklimini ve buradaki Osmanlı eserlerini, ayrıntısıyla işliyor.
Sıra geldi memleketimize… Hocamız neden Anadolu ile ilgili bir yazısı yok diye çokça sıkıştırılmış. O da “Anadolu’nun gidilemeyecek yerlerine” gidip anlatmayı tercih etmiş.
Kitap boyunca yazar hiçbir fotoğrafta yer almazken bir anda Van fotoğraflarında boy gösteriyor. Ata yadigarı bir köprü üstünde…“Van bir sular ve dağlar şehridir.” diyerek Anadolu’yu gezerken bolca tabiattan bahsedeceğini açıkça ilan ediyor. Buradaki dağları, çayları, dereleri anlatırken civarda hangi yönde ne bulacağımızı anlatmayı ihmal etmiyor.
Van’ın yüksekliği ile Hollanda’nın alçaklığını kıyas edip Bahçesaray yollarına düşüyor.
Gidilmesi ve görülmesi zor olan çetin coğrafyaları o kadar büyük bir iştahla anlatıyor ki insanın okurken yola çıkası geliyor. Gittiği yollardan, muhteşem manzaraları fotoğraflayan Bülent Katkak Hocamız, profesyonel bir fotoğrafçı gibi iş çıkarmış.
Haluk Dursun Hocamızın ağzının tadını bilen bir “şikemperver” olduğunu Anadolu seyahatini çoğunlukla “nerede, ne yenir?” şeklinde anlattığından ötürü anlamış bulunuyoruz. Bu bölümde ve Mardin & Diyarbakır, Antakya seyahatlerinden bolca gastronomik bilgi ve hatıra bulabilirsiniz. Üstelik yukarıda da belirttiğim gibi adres tarifi yapıp gittiği yerlerin isimlerini de veriyor.
Ve’l hasılı kelam çok konuşmak mı çok okumak mı çok gezmek mi diye sorulursa diye kısa kesip gezemeyenlerin okuması, gezebilenlerin ise hem okuyup hem gezmesi deriz. Özellikle bu kitabı okuduktan sonra yollara düşmek isteyeceksiniz. Eğer ki yapar iseniz bu eseri de kendinize rehber edinebilirsiniz. Yazar rotayı çizmiş, nerede ne olduğunu, neresinin ziyaret edilmesi gerektiğini, nerede ne yenmesi gerektiğini, ülkelerin beşerî karakterlerini, iklimlerini, lazım olabilecek olan her şeyi anlatmış. Gezemeyenler için ise; okuyarak da gezilebildiğini öğrenmiş olduk. Bütün seyahat severlere şiddetle tavsiye ederiz.
Belki Adımlarımız Toprağa “Hüzün” Diye Düşer PDF