Zeliş Çoban [1]
İncir Çekirdeği-Hereke’den Çıktım Yola, Ahmet Haluk Dursun’un Timaş Yayınları tarafından, Kültür Tarihi Dizisi içinde yayımlanan ve ilk basımı Ocak 2014 yılında
yapılan, karton kapaklı, 272 sayfa, 15 resim içeren eseridir.
Ahmet Haluk Dursun Hereke’de 1957 yılında doğdu. Galatasaray Lisesi’nin ardından İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Son Çağ ve Türkiye Cumhuriyeti
Tarihi Kürsüsünü bitirdi. Akademik çalışmalarını sürdürdüğü Marmara Üniversitesinde Yakın Çağ Tarihi Anabilim dalında “Osmanlı Müesseseleri ve Medeniyeti Tarihi” alanında doçentlik ve profesörlük unvanı aldı. Akademisyenlik ve öğretim üyesi olarak çalışmalarının yanında, çok çeşitli kamusal görevler yürüttü. İBB Kültür A.Ş bünyesinde Miniatürk Projesi danışmanlığı, Ayasofya ve Topkapı Saray Müzeleri Müdürlüğü, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Müsteşarlığı ve Kültür ve Turizm Bakanlığı Bakan Yardımcılığı, yürüttüğü pek çok görevlerin arasında öne çıkanlardır. Haluk Dursun “Elveda Boğaziçi” başlıklı yazı dizisiyle 1989’da Mimarlar Odası “Basında Uzmanlık Ödülü”, 2002 yılında “Nil’den Tuna’ya” adlı kitabıyla Türkiye Yazarlar Birliği “Yılın Gezi Yazarları Ödülü” 2010 yılında İtalya’da Rotondi Ödülleri kapsamında Ayasofya Müzesi başkanlığı dönemindeki hizmetleri sebebiyle Yılın Sanat Kurtarıcısı ödülü, 2011 yılında ise İstanbul Turizm Etkinlik ödülünü kazandı. 19 Ağustos 2019 tarihinde Van’ın Erciş ilçesinde bir programdan dönerken geçirdiği trafik kazasında hayatını kaybeden Haluk Dursun, 2019 yılında Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri’nde; “Türk kültür ve medeniyetinin günümüz insanına aktarılması yolunda gösterdiği emek ve verdiği eserler ile Osmanlı coğrafyasının her yanına uzanan beraberlik ruhunun yaşatılması çabaları ve Anadolu kültür birliği yolunda gençlere verdiği emek dolayısıyla” Vefa ödülüne layık görüldü. Prof. Haluk Dursun, İstanbul’un tarihini, mimarisini, kültür ve sanatını konu alan sayısız konferans verdi. Değişik gazetelerde kültür sanat yazıları yazdı, televizyonlarda tarih, kültür ve sanat içerikli programlar hazırladı ve sundu [2]. Çeşitli televizyon kanallarında İstanbul, Boğaziçi, Osmanlı coğrafyası ve Türk dünyası konularında belgesel programları yaptı [3]. 2017-2018 yıllarında Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da “Gençlerle Başbaşa” başlıklı seminer ve konferanslar verdi [4].
Haluk Dursun’un İncir Çekirdeği- Hereke’den Çıktım Yola (2014) dışında, Ermeni Terörünün Kaynakları (1982), İstanbul’da Yaşama Sanatı (1999, 2010, 13. Baskı), Nil’den Tuna’ya Osmanlı Yazıları (2000, 2009, 5. Baskı), Tuna Güzellemesi (2004, 2007, 2. Baskı), Osmanlı Coğrafyası’na Yolculuk (2007), Boğaziçi’nde Kırk Yılım (2009, 2010, 2. Baskı ), Şehir ve Kültür: İstanbul (2011), Ayasofya Müzesi Kültür Envanteri (2011), vefatından sonra basılan Haluk’un Defteri, Gençlerle Hayat Bilgisi (2020) adlı eserleri vardır.
İncir Çekirdeği-Hereke’den Çıktım Yola Timaş Yayınevi tarafından Kültür Tarihi Serisi adı altında yayımlanan bir eserdir. Bu kategoride eserleri basılan diğer yazarlar arasında Mehmet Akif Ersoy, Turgut Cansever, Dursun Gürlek, İsmail E. Erünsal gibi isimler yer alıyor. Geniş bir yelpazede üretilen bu eserler tarih, coğrafya, gezi, anı, gelenek, şehir, folklor, inanç, çevre gibi konuları kimi zaman biri, ya da birden fazlasını bir araya getirerek ele alıyor. İncir Çekirdeği- Hereke’den Çıktım Yola ikinci gruba dâhil bir eser, zira kitap tür ve konuların zengin bir bileşimi olarak karşımıza çıkıyor. Yazar Haluk
Dursun’un bu seride yer alan diğer eserleri İstanbul’da Yaşama Sanatı, Nil’den Tuna’ya Osmanlı Yazıları ve Osmanlı Coğrafyasına Yolculuk başlıklarını taşıyor.
Yazarın kısa yaşam öyküsü ve içindekiler başlıklarının ardından “Haluk’un Defteri” alt başlıklı önsözde, Haluk Dursun kitabı okura şu sözlerle tanıştırıyor: “Küçüklüğümden beri okumaya, dinlemeye, sormaya, yazmaya doyamam. Defterler tutarım, ta çocukluğumdan beri. Kapaklarında Haluk’un Defteri yazar… Haluk’un Hereke Defteri’nde eski hatıralar var, eski hayatlar var, tabiat var ama en çok o günlere, o insanlara hasret var.” Önsözü takiben altı bölümü bulunan kitapta, yedinci ve son bölüm ise “Modern Çağda Bir Çelebi” alt başlığı ile Ali Satan’a ait.
Yazarın okuyucuya seslendiği, ilk bölüm olan “Geçmişe Dair” ağırlıklı olarak otobiyografik içeriğe sahip sekiz yazıdan oluşuyor. Yazar zengin deneyimlerle örülü ancak oldukça mütevazı tarzda anlattığı geçmişini hatırlayarak bugünkü konumunu değerlendiriyor. Çocuk ve genç Haluk ile olgunluk çağına erişmiş bir hoca, Saray-ı Hümayun başkanı olarak, zaman zaman kendisi için özel, önemli kavramları, meseleleri dünün Haluk’u ve bunları yazdığı andaki Haluk’un perspektifiyle karşılaştırıyor ve mutlaka bütünleştiriyor. Bugünkü his ve düşüncelerinin temellerinin atılış anlarını
hatırlıyor. Düşünce ve duygu dünyasının nasıl inşa edildiğini, diğer bir deyişle, yaşantısının örgüsünü anlamlandırıp bunu okuyucuyla dürüstçe paylaşıyor ve başardıkları, tercih ve imtina ettikleriyle kendi ağzından bir Haluk Dursun portresi
çiziyor. Yine de bunu “ben” diyerek yapmıyor. Yaşantısında öne çıkmış insanları anlatırken aslında kendini de anlatmış oluyor. Anıların canlılığı, berraklığı, detaylara gösterilen özen hayranlık verici. Geçmişe özellikle çocukluğuna yabancılaşmış, onu parçalanmış bir an olarak algılayan pek çok insanın aksine, onun ileriye dönük heyecanı ve enerjisi çocukluğunu da tek vücut halinde yaşatması, merak etmiş, gözlemlemiş, öğrendiklerini uygulamış ve unutmamış olması okuyucuya kuvvetle yansıyor. Yazar, “Annem ve babamdan ziyade anneannem, dedem diyen çocuklar daha mı bilge
oluyor?” sorusunu da zihinlere getiriyor. Kitabın tamamındaki hoş dokunuşların, gülümseten, şaşırtan, düşündüren yerel tabirlerin, atasözleri, deyimler, meseller ve hikâyelerin kaynağı da anlaşılmış oluyor böylece. Kendini tanıma, içgörü, hayal ve gözlem gücünün, aile, komşu ve akrabalarıyla, “Hereke’de Çöpten Kâğıt Okuyan Çocuk” başlıklı yazısındaki aktarımıyla kitaplarla, kelimelerle ünsiyetinin ise ailesi kadar, ilkokul öğretmeni ve sonrasında Mekteb-i Sultani de üst dönem öğrenci ağabeyleri, ileride tanıdığı örnek şahsiyetlerin katkılarıyla geliştiği, onları minnet ve sevgiyle anmasından anlaşılıyor. Kitabın ikinci bölüm başlığı ise “Memlekete Dair”; bu memleket, Roma ve Osmanlı İmparatorluğu devirlerinde önemli bir yerleşim yeri ve 1843 tarihinde ilk halı ve ipekli dokuma fabrikası, Fabrika-ı Hümayun’un kurulduğu, doğal güzellikleri ile bilinen Hereke’dir. Bölümü oluşturan dokuz yazıda Aşağı Hereke, Yukarı Hereke, Kösederesi, Hereke’nin bağları, üzümü, zeytini, ayvası, Fabrika-i Hümayun’u, işçisi, memuru, köy yolları, deresi, çeşmesi, bayırı, tepesi, yokuşu, çınarı, erguvanı, incir, kiraz, armut, servi, ıhlamur ağaçları, tüm renkleri, mis kokularıyla okuyucuya arz-ı endam ediyor. Çiçek sevmeyen insan olur mu diye düşünenler bir de kendi deyimiyle “Hereke’li Sümbülzade Haluk”tan çiçek, hangi şiir eşliğinde ne kadar çok sevilebiliri öğrenebiliyor. Yazar, Hereke ağzıyla konuşan, lakaplarıyla anılan yerlilerini, İstanbul’da tahsil görüp ille de memleketim diyen atalarını, onların izinde kendisinin de tüm benliğiyle memleketi Hereke’nin toprağına bağlılığını, aynı zamanda modern bir seyyah olarak Üsküp’ten Moğolistan’a, Selanik’ten Yemen’e Hindistan’a seferlerini zikrederken; bu gel-gitli durumunu, birbirine zıt özelliklere sahip iki farklı kökenden gelmesine bağlıyor
ancak bu farklılıkların bir harmanının içinde taşıdığı sevgi ve tutkulara sağlam bir zemin oluşturduğu anlaşılıyor.
Kitabın tartışmasız en iştah açıcı, ilginç, bilgilendirici ve yirmi bir yazıyla en uzunu olan üçüncü bölümü, “Ağzının Tadını Bilenlere…” başlığıyla sunuluyor. Yazar, “Ağız tadı ancak bu kadar sempatik anlatılırdı.” dedirtiyor; yine de yazılarda tekrarlanan “Artık o tadı bulamıyorum.” serzenişiyle, gerçekte aranıp da bulunamayanın, özlem duyulanın, o tatlardan ziyade o eski zamanlarda muhabbetle birlikte sofraya oturan insanlar olduğu hissediliyor. Yazarımız ister hüdayinâbit olarak adlandırdığı otlardan yapılan yemekler, ister hamur işleri, enfes tatlılar, ister her türden balık, et yemeği, kebap,
köfteler olsun malzemelerinin yetiştiği iklim, coğrafya, Latince ya da bölgelerine göre değişen yerel adları, yetişme koşulları, renkleri, kokuları ve tatlarıyla sayfalar boyunca okuyucuyu bir şölen sofrasına davetle, başlığın hakkını veriyor. Sözün özünde “…bu işin sırrı, bu tadı unutulmaz yapan gizem; mekân, ortam ve insandır” ifadesiyle afiyetin asıl kaynağını açıklıyor. Bir yaşam felsefesi olduğu kadar bir de yemek felsefesi, kendi tabiriyle, “gastro filozofi”, daha yalın anlamıyla yemek keyfinin ona göre olmazsa olmazlarını paylaşıp, Türk etten, Giritli ottan, Arnavut inattan ölürmüş deyimi ile gülümsetiyor. Çok gezen bilir, sözünü yaşatır şekilde kitabın okuyucuya iyi bir referans olan yazılarının içeriği ise ne nerede yenir ki, bu gerçek bir hizmet, diğer bir deyişle güzel yaşam kılavuzu. Meyvelerle ilgili yazılar bunca bilgi sevgiden gelir diye düşündürüyor. Kâh türküler, kâh anılar eşliğinde ya da insanın doğadan kopuşunun sonucu, ardında bıraktığı nimetlerden faydalanan canlıların aldığı keyfi söz konusu ediyor.
“Dürdane’ye Dayanamıyorum” başlıklı yazı hem muzip bir itiraf içeriyor hem de bahsedilen Dürdane’nin “Bursa Siyahı” tabir edilen bir incir türünün adı olduğunu bildiriliyor. Bir de ne neyle gider, en iyi eşlikçisi nedir mevzu ile hangi ruhların onun hakkını verebileceğine ait değerlendirmeler var ki, adabıyla yiyen içen insanları, onlara has coğrafyaları da işin içine katınca hem en meraksız insanın bile ilgisini doğallıkla uyandırıyor, hem de düzinelerce kaynak taramasına eşdeğerde bilgilendiriyor. Yeme içme kültürümüze sahip çıkmayışımız, unutulan, kaybolan tatlarımız yazarla ortak canımızı acıtıyor.
“Tabiata Dair” başlığının ilk yazısında, sahne Boğaziçi, mevsim hazan, başrolde şiirler, şairler, makamlar, besteler, bestekârlar, icracılar okuyucuya ömrün hazanının tefekkürünü ve hüznünü yaşatıyor. Bölümün devam yazılarında, yazar suya ve dağa duyduğu aşkı ilan ediyor. İstanbul, Anadolu, Balkanlar, Kafkasya, hatta gezegenin kırında ya da kentinde gözden uzak kalmış ne kadar çiçek, ot, ağaç varsa bana gönül koymasınlar, mevcudunun adını anayım gayretiyle ve okuyucunun dağarcığına, yerli yerinde kullanılan tabirlerini de katarak aktarıyor.
Yazarın sahiplendiği, sevdiği hayvanlar, tabiri, terminolojisi, cinsi, huyu, suyu, yeri yurdu ve meraklısına getirdiği nimetler ve külfetlerle “Hayvanlara Dair” bölümündeki beş yazıda paylaşılıyor.
Kitabın son bölümü olan “Eşyaya Dair” kısmında, yazarın deyimiyle, “…çobanlara, bağcılara, dağcılara ve avcılara… “mahsus olanlardan, müzayedelerde el değiştiren geçmiş zamanlara ait daha incelikli yaşam gereçlerine değin, zevk için, işlevi için, koleksiyon merakı için sahip olunan eşyalar konu ediliyor. Gözden ırak düşmüş eşyaların isimleri de hatırdan ve günlük dil kullanımından çıkmış olduğundan, okuyucuya hatırlamak ve öğrenmek için bulunmaz bir fırsat sağlıyor. Kaynağını memleket, toprak, tabiat sevgisinden alan bir yaşama sevincini içinde taşıyan yazar zaman zaman bu sevgilerden mahrum kalmışlara inceden sitemler konduruyor, vandallığın her türünden acı duyuyor. Haluk Dursun sanki okunmuyor da dinleniyormuş gibi karşılıklı konuşma, sohbet, muhabbet havasında yazıyor. Okuyucunun ses vermesini, dile gelmesini bekler bir tarzda, yazılar bazen “Bu fikrime katılır mısınız?”, “Tanır mısınız?”, “Biliyor
musunuz?” gibi bir soru hitabıyla, bazen gençlere bir tavsiye ile ya da yazıya yakışan atasözü, deyim veya temenni ile bitiyor. Yazarın meramını anlatmak için yeri geldiğinde yöresel deyim ve yerel söyleyişler gibi olanaklardan da yararlanarak serbest, dolaysız bir dil kullandığı gözleniyor.
Yaşam muhasebesi, çocukluk ve ilk gençlik günlerine özlem, yitirilen sevdiklerine hasret dolu yazılar orta ve üstü yaş grubuna hitap ederken, bilgiye ve tecrübe aktarımına dayalı bazı muzip ve mizah dozu yüksek yazılar da gençlere cazip geliyor olabilir. İnsan ruhunda tüm yaşların aynı anda var olabileceğinden varsayımla dönüp dönüp okuma ve kitabı hırpalama ihtimali de mevcut. Kitapta yazarın kullandığı eğlenceli başlıklardan bazıları: “Tembelhane Yanıyor, Gençler Kaçışın”, “Deli misin, Depik misin?”, “Ayılar Nasıl Kafayı Bulur?”, “Süt Uyusun, Siz Uyumayın!”, “Kim Demiş Kaz Kafalı Diye?” ise okuyucuya “Okuyunuz, Okutunuz” başlığı attırıyor.
İncir Çekirdeği-Hereke’den Çıktım Yola aynı zamanda İskender Pala ile birlikte hazırladığı ve televizyonda yayınlanan 2011 tarihli bir sohbet programının adıdır; yalnızca hayata dair küçük detayları çağrıştırsa da, daha ötesini vaad ediyor ve sunuyor. Zira incir çekirdeklerinin bolluğu bereketi misali, ihtiva ettiği bilginin niceliksel ve kültür tarihi açısından niteliksel önemi kitabın sonunda bir dizin bölümü mevcut olsa kitap henüz okunmadan ilk bakışta görülebilirdi. Adıyla uyumlu bir başka yönü ise incir gibi tatlı, yalın, samimi bir üslup ve dil kullanılıyor olması. Kitabın Haluk Dursun’a ait son yazısı bir dörtlük ile bitiyor:
Ab-ı hayat akar gider,
Dağı taşı yıkar gider,
Bu dünya bir penceredir
Her gelen bir bakar gider.
Bu dörtlükten sonraki son sözü ise: ”Ne güzel değil mi?” Bilgi, duygu, incelik ve ruh taşıyan bu kitabın yazarına katılmamak elde değil. “Modern Çağda Bir Çelebi” alt başlığı ile Ali Satan tarafından kaleme alınan bölümün
en sonda yer almasının sebebi-hikmeti, her ne kadar yaşamı hakkında kitabın ilk bölümü “Geçmişe Dair” de ipuçları verilmiş olsa da resmin kayıp parçalarının tamamlanması ve resmin bütününün özellikle yetişme çağındaki genç okura örnek niteliği olsa gerektir.
Haluk Dursun kendisini tanıyanların ortak kanaatine göre vatan, insan, doğa sevgisi yüksek, zeki, meraklı, donanımlı, gayretli, çok yönlü bir kültür adamı entelektüel, eğitimci, bürokrat, yazar aynı zamanda modern zaman seyyahıydı. Gençliğinden itibaren kendisine yakıştırılan lakaplardan bahisle, Haluk Dursun en hoşuna gideni “Hoca” olarak seçiyor. Hakkıyla ifa ettiği bu sıfat ile kendisini saygıyla hatırlıyoruz.