Tuğba Nur Ökten [1]
15 Eylül 1971 yılında İstanbul’da dünyaya gelen İbrahim Kalın, Erzurum kökenli bir ailenin çocuğudur. Alanya Lisesi’nden mezun olduktan sonra İstanbul Üniversitesi’nde Tarih okumuş, yüksek lisans için Malezya’ya gitmiş daha sonra doktora için gittiği George Washington Üniversitesi’nde beşerî bilimler ve mukayeseli felsefe alanında Molla Sadra’nın varlık görüşü ve bilgi felsefesi üzerine yazdığı teziyle doktorasını tamamlamıştır. George Washington Üniversitesi ve Bilkent Üniversitesi’nde ağırlıklı olarak İslam düşüncesi ve İslam-Batı ilişkileri alanında dersler veren İbrahim Kalın; İslam ve Felsefe alanında çeşitli akademik çalışmalar yapmıştır [2]. Bu alanlarda tercüme eserler de dahil olmak üzere birçok önemli çalışması bulunan İbrahim Kalın, Siyaset Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı’nın (SETA) kuruculuğunu yapmıştır. Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyeti Üyesi Kalın, “İslam ve Batı” kitabını yayınlayınca yazın dünyasında da tanınmaya başlamıştır. İslam ve Batı eseri İbrahim Kalın’a 2007 Türkiye Yazarlar Birliği Fikir Ödülü’nü kazandırmıştır. Bürokratik görevler almaya 2009 yılında başlayan Kalın, ilk olarak Dış Politikadan Sorumlu Başbakan aşdanışmanlığı’na, 2010 yılında Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü’ne, 2012‘de Başbakanlık Müsteşar Yardımcılığı görevine
getirilen Kalın, bir sonraki görevini Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreter Yardımcılığı ile 2014 yılında üstlendiği “Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü” görevine devam etmektedir [3]. Akademideki ve bürokrasideki çalışmalarının yanı sıra İbrahim Kalın’ın halk müziği başta olmak üzere sanata yakın bir ilgisi vardır. Bestelediği eserler arasında “Seni Mene Vermez İse” ve “Elif Bacı” adlı çalışmalar bulunmaktadır.
Yazar, eserin giriş kısmında bir medeniyet tasavvuru yapmaya hazırlık olması sebebiyle önce kelimelerin yoğun anlamlarını genel çerçevede açıklamaya çalışır. Manaların derinliğine girmekten ziyade bir dünya düzeninde bu kelimeler nasıl bir yere sahip ve neden derin anlamlar içinde yalnız kalmış iki zıt kelime olarak algılanıyor gibi sorular üzerinde durmayı tercih eder. Bu çerçevede İslam kelimesinin, “Allah’a teslim olmak yoluyla barış ve huzura kavuşmak” anlamına geldiğini belirterek inanç ve ahlak kavramlarının tarihte ve kültürdeki yerlerine dikkat çeker. Bu sayede eserdeki İslam ve Batı ifadeleri coğrafi ayrımdan uzak bir şekilde kültürel bir çerçevede açıklama yoluna gidilmiş olur.
Kalın’ın, İslam ve Batı kelimelerinde asıl yoğunlaştığı nokta bu kelimeleri iki kavram tahayyülü içinde “ben” ve “öteki” ile ifade ederek barışın hâkim olduğu bir dünya düzeni çizmesidir. “Kudüs’te yaşayan bir Müslümanın Filistinli bir Hristiyan’a bakışıyla, Paris yahut Teksas’ta yaşayan bir Hristiyan’a bakışı arasında önemli farklar vardır.” [4] Bu ifadeyle Kalın aslında “ötekileştirme”nin tarihteki ilk kıvılcımlarına hoşgörüden uzak bir kültürel uyuşmazlığın neden olduğunu vurgular.
İki medeniyetin kültür noktasında değerlendirilmesi okuyucuyu bir ayrım noktasına getirir. Eserde bu durum “İslam kültürünün hızlı bir şekilde yayılıp kabul görmesi onun belirlediği, ilkeler çerçevesinde son derece esnek ve dinamik bir yapıya sahip olmasına” bağlanır [5]. Durağan bir yapıyı kabul etmeyen İslam, kolaylaştırıcı bir oluşu amaçlaması ile kendi
yayılmasına hız katar. Bu düşünce İslam’ın aktif rol oynadığı hakikat perdesinin aynı medeniyet içinde farklı ufuklar açacağını işaret eder [6]. İslam ve Batı medeniyetlerini dil bakımından değerlendirildiğinde bazı ilgi çekici detaylarla
karşılaşılır. Bu konudaki örnekler eserde Yunanlılar ve İranlılar üzerinden anlatılır. “Ünlü yazar Cahiz’in “Kitabü’l-Buhala’da (cimriler kitabında) Yunanlılar için söylediği bir söz dikkat çeker: “Bizanslı Yunanlılar’ın bütün toplumların en cimrisi ve tamahkarı olduğunu ispat eden şeylerden biri de dillerinde (Yunanca) cömertlik kelimesinin bulunmamasıdır. ”Yine bazı
kimselerin İranlılar’ın sahtekarlığına delil olarak Farsça’da Arapça’daki “nasihat” (samimi tavsiye) kelimesinin bulunmayışına dikkat çektiklerini nakleder. Çünkü “insanlar sadece kullanma ihtiyacı duydukları şeylere isim verirler; böyle bir kelimeye gerek olmadığında, ona duyulan ihtiyaç da ortadan kalkar.” [7] Bütün bunlar, dilin bir toplumu yansıtmada ayna işlevi görebileceğinin güzel bir örneği olur.
Orta çağ Batı dünyasının temel sorunlarından biri, İslam ve Müslümanlar hakkında birincil kaynaklara dayalı, sağlam ve güvenilir bilgiden yoksun olmasıdır. Hristiyan dünyası İslam’ı en başından itibaren dini-teolojik bir meydan okuma ve rakip olarak algılamıştır. Bu rekabet duygusunu güçlendiren etkenlerden birisi de İslam’ın Arap müşrikleri ve Doğu Hristiyanları arasında kısa sürede yayılmış olmasıdır. Bunu, siyasi tehdit algısı takip eder. 10.yy. dan sonra siyasi meydan okumayı kültürel meydan okuma izler. Güçlü bir kültür ve medeniyet üreten İslam dünyası, 10-16.yy sonlarına kadar bütün Avrupa’yı etkisi altında bulunduran bir bilim, düşünce ve eğitim geleneği inşa eder. Yazar bu durumu “Avrupalılar bir din olarak İslam’ı, bir kültür ve medeniyet olarak İslam’dan kesin olarak ayırmış; birincisine şiddetle karşı
çıkarken ikincisine hayranlıkla bakmış ve ondan etkilenmiştir.”[8] cümleleriyle aktarır.
Toplumlar, kendilerinden önceki düşünce birikimlerine ancak eleştirel bir şekilde baktıklarında yeni sentezler üretirler ve bu sayede medeniyette evrenselliği yakalayabilirler. İslam ve Batı medeniyetleri hem diğer kültür ve düşünce birikimlerini benimseyerek dönüştürmüş hem de evrensellik iddiasında bulunmuşlardır. Bunun yanında gelişen rekabet duygusu ise kendileri hakkındaki ben tasavvurlarıyla belirlenmiştir.
Avrupalı Hristiyanları İslam topraklarına getiren Haçlı seferleri, Müslümanlara da “Frank” leri savaş meydanında tanıma imkânı verir. Burada haçlı seferlerinin sadece dini gerekçelerle yapıldığını söylemek mümkün değildir. Papa, dini otoritesini siyasi bir güç olarak kullanma kaygısı ile Batı ve Doğu Hristiyanlarını birleştirmeyi amaçlar. Bu durumu tetikleyen bir başka etken ise “doğudan gelen tehlike” olarak gördükleri İslam kabul edilir. Müslümanlara karşı
açılan silahsız savaşta yeni stratejiler uygulanır. Bunların başında en kayda değer ve beklenmedik bir gelişme olan Kur’an’ın Latince’ye çevrilmesi vardır. Amaç kutsal kitabı doğru anlamak değil, düşmanı kendi silahıyla alt etmektir. Bu düşmanlık skolastik düşünceyi yıkan Rönesans hareketinin bir dönemin sonunu getirdiğini gösterir.
Müslüman Endülüs, Orta Çağ’ın “karanlığı”nda bir gece lambası gibi Güney Avrupa’yı aydınlatır. Bu aydınlanmanın temelinde özellikle Endülüs’ te örneğini gördüğümüz barış içinde yaşama gerçeği yatar. Müslüman, Yahudi ve Hristiyanların katkılarıyla bu din ve medeniyet tecrübesine “bir arada yaşama” anlamına gelen “convivencia” ismi verilir.
Değişen dünyada yenileşme hareketini esas alan Güney Avrupa “yeniden fetih” olarak adlandırdığı “reconquista” ile başta İslam’ın Avrupa’daki tarihi sona erer, daha sonra özellikle İspanya içindeki “convivencia” da büyük kayıplar verir. 1492’de Müslümanlarla aynı kaderi yaşayan Yahudiler de kendilerine sunulan üç seçenekten birini tercih etmek zorunda bırakılır. Hicret, cebren Hristiyanlığın kabulü yahut ölüm. Yaşadığı topraklardan ayrılmak istemeyenler içinse iki seçenek kalır. Direnmek yahut din değiştirmek. Yaşadığı topraklarda yaşamını sürdüren bu Müslümanlar tarihe “morisko” adıyla geçer. Bu dönemin en kayda değer hadiselerinden birisi Oran fetvası olarak ün salan ve Cezayirli Maliki fakih Ubeydullah Ahmet el- Mağravi’nin Moriskolar hakkındaki yaklaşımıdır. Oran fetvasında kalben Müslüman olup fakat yaşayış olarak Hristiyan olunabileceği açıklanır. Fakat bir süre sonra İspanyol kardinali bütün “moriskoları” şüpheli bir grup olarak görüp öldürülmeleri yahut sürülmeleri için son fetvasını verir. Eserde bir moriskodan aktarılan “Allah’tan niyazım o ki (Müslümanlar) en azından (Hristiyanların) yaptıklarını yapmasınlar ve onların dinlerini kalplerine taşımasınlar.”9 bu cümle o dönemde Müslümanlarda açılan yaranın ne kadar derin olduğunun göstergesidir. Tüm dünya ülkelerinin şahit olduğu Endülüs’ün hazin sonu, kimileri için haklı bir isyan iken kimileri içinse bir tarihin kanayan yarası olarak kalır. Bu durum özellikle 19.yy düşüncesinde geniş yankı uyandırır ve Osmanlı aydınları tarafından geniş bir literatür üretilir.
Orta Çağ’da “sarasin”; Endülüs’te “Moor” kelimeleriyle ifade edilen Müslümanlar, 16.yy sonra giderek “Türk” tipiyle özdeşleştirilir. İstanbul’un fethi ile başlayan “Türk şoku” Osmanlı’nın “Avrupa’nın hasta adamı” ilan edildiği döneme kadar devam eder. Bizans’ın gözdesi İstanbul’un kaybı, yüzlerce yıl geçse de öfke ve hüzün ile hatırlanmaya devam
edecektir. Avrupa ve Osmanlı modern dünyaya bu tarihi yükü taşıyarak girecektir.
19. yy Avrupa kolonyalizmi, Müslüman toplumların modern Batı algısını belirlemiş ve günümüze kadar devam eden bir kurban edilmişlik psikolojisinin doğmasına yol açmıştır. Bunun temel sebeplerinden biri Avrupa kolonyalizminin tarih boyunca gördüğümüz savaş yahut işgallerden farklı bir nitelik arz etmesidir. Medenileştirme adı altında başka toplumları sömürmeyi “beyaz adamın yükü” olduğuna inanmışlardır.
Avrupa, reform ve rönesans ile köklü bir yenileşme dönemine girerken oluşan hammadde ve pazar arayışını ucuz yoldan halletmek adına kolonyalizmi tercih eder. Kolonyalizm, yenileşme hareketinin dile etkisi ile sömürmenin büründüğü son haldir. Avrupa, sömürge arayışını dünya çapında seyyahlar aracılığıyla yapar. Seyyahlar ile birçok toplumun kültürünü, dilini ve halkını inceleme fırsatı bularak oryantalizmin de temellerini atarlar.
Bütün bunlar yeni bir dünya kurmanın habercisi olur. Oryantalizmi Edward W. Said “Şark ile uğraşan toplu bir müessesedir” diyerek tanımlar ve devam eder: “Yani şark hakkında hükümlerde bulunur, Şark hakkındaki kanaatleri
onayından geçirir, Şark’ı tasvir eder, tedris eder, iskan eder, yönetir; kısacası Doğu’ya hakim olmak, onu yeniden kurmak ve onun amiri olmak için Batı’nın bulduğu bir yoldur.”[10] Şeklinde bir sonuca vararak yeni bir dünyanın eşiğinde Avrupa kolonyalizmi ile oryantalizmine bir açıklık getirmiş olur.
Kalın için İslam dünyasının Avrupa’yı yeniden keşfi, aynı zamanda modernitenin keşfidir. Reform ve Rönesans ile yenilenme çağını başlatan Avrupa, İslam dünyası için keşfedilmesi gereken bir yer haline gelir. Bir zamanlar Avrupa’nın bilim, sanat ve kültürel olarak imrendiği İslam dünyası zamanla kurban psikolojisinin hâkim olduğu kolonyalizm adı altında birçok değerini kaybeder. Liderliğin Avrupa dünyasına geçtiğini gösteren her yenileşme işareti ne kadar doğru ve haklı bir izlenim vermese de “kayıp bir medeniyet” olarak değerlendirilen İslam’ın merak duygusunu uyandırır. Bu duruma yakından bakıldığında merak edilen şeyin basit bir hayranlık, taklit yahut uyarlama arzusundan öte yeni arayışların olduğu görülür. Her halükârda Müslüman gözlemci, iki Avrupa ve iki İslam dünyası arasında gidip gelir. O önemde iki medeniyeti gözlemleyen birçok seyyah en son kendini istemsizce mukayese yaparken bulur. Nice aydın ve sanatçı “İslam medeniyeti niçin geri kaldı?” sorusuna cevap arar. Bu çabanın bir örneğini Ziya Paşa’nın şiirinde görmek mümkündür: “Diyar-i küfrü gezdim beldeler kaşaneler gördüm Dolaştım mülk-i İslam’ı bütün viraneler gördüm.”[11]
Eserde, Avrupa’da yaygın kanaate göre, halkı Müslüman olan ülkelerin demokratik, barışçıl ve kuşatıcı bir siyasi-sosyal yaşam biçimini desteklemesi yahut kabullenmesi mümkün olmadığı belirtilir. Bernard Lewis giderek yaygınlaşan “Müslüman öfkesi”nin, Amerikan dış politikasından değil, köklü bir değer ve medeniyet çatışmasından kaynaklandığını ileri sürer [12]. Lewis’e göre Müslüman toplumların Batı ile ve aslında bütün dünya toplumlarıyla barış içinde yaşayabilmesi için modernleşmesi, bunun için de sekülerleşmesi gerekir. Fakat İslam-Batı ilişkilerinde yaşanan gerginlik ve Amerikan politikalarının yol açtığı öfke, İslam ülkelerindeki siyasi reform ve demokratikleşme çabalarını da baltalar.
Yazar, “Batı’nın İslam algısı, aslında kendisinin aynadaki yansımasıdır.” [13] Sözüyle bütün bu anlatılan tarihi arka planın ve son günlerde yaşanan hadiselerin teyit ettiği bir nokta olarak görür. Ötekinin dışlanması üzerine kurulu ben tasavvurları, ötekiyle ilişkilerin çatışma ve savaş üzerinden yürütülmesi sonucunu doğurur. Yazar, bugün yapılması gerekenin, bir Yahudi-Hristiyan-Müslüman geleneğinin sürekliliğini vurgulamak ve bu dinlere mensup insanları ortak ahlaki ve manevi değerlerde buluşmaya davet etmek olduğuna inanır. Buradan hareketle bizden farklı olan insanlarla belli ahlaki ilkeler çerçevesinde yaşamayı öğrenmemiz gerekeceğini savunur. Yine ötekiyle barış içinde olabilmekse, kendimizle barışık olmamıza bağlıdır. Ayrıca kendimiz kalarak evrensel değerlere sahip çıktığımız gün, yerel olanla evrensel olan arasındaki gerilimin de aşılabileceğini vurgular.
Eserde 1881-1885 yılları arasında ABD’nin TR elçiliğini yapan Lew Wallace ile Sultan Abdulhamid’in kadim dostluğu anlatılır. Hadise tarihte ilk kez yabancı biriyle el sıkışan Sultan ile vefatına yakın bir zamanda eşinden öğrenilen “O, yeni dünyayı, bir olan Allah’ı buldu.” Cümlesi üzerine Müslüman olduğunu öğrendiğimiz Lew Wallace arasında geçer. Böylelikle Kalın, “ben” ve “öteki” çatışmasını Osmanlı ve Amerika’nın üzerinde Doğu ve Batı gerçekliğinde açıklar.
Eserde kapak görseli için seçilen Reconquista’yı başlattığına inanılan Don Pelayo ve Emevi komutanı Alkame’yi gösteren vitray14 ile konu bütünlüğü anlamlı görsel kullanılarak zenginleştirilir. Görselde bir tarafta İslam’ı temsil eden Emevi komutanının kılıcı elinde tutması, arka temada oklardan oluşan bir ordunun varlığı diğer tarafta kırmızı renk ile gücün
temsil edildiği bir Don Pelayo bulunur. Eserde sıkça bahsedildiği gibi kapak resminde de İslam için zorlayıcı ve şiddet yanlısı bir imaj çizilirken, Batı için şiddetten uzak olarak gücün sahibi olduğu imajı verilir. Böyle bir resmin İspanya Katedralinde bulunması bütün bu anlatılanları doğrular nitelikte olduğunu gösterir.
İslam ve Batı ilişkilerini ve genel tarihini akademisyen rolüyle ele alan Kalın, bürokrat kimliği ile de her iki medeniyete ışık tutar. Karşıt düşüncelerin yüklendiği “ben” ve “öteki” olarak bir ayrıma tutulan kavramlar için “ben”in kendiyle barışık olduğu bir zeminde “öteki” ile geliştirilen ilişkilerin iyileşeceğini savunur. Buradan hareketle Batı’nın diğer toplumlara
üstünlük kurma amacından uzaklaşması ve Doğu’nun kurban edilmişlik psikolojisi ile geri kalmışlık düşüncesinden ayrılması durumunda evrensel bir düzenden bahsedilebilir. Barışın hâkim olduğu bir düzenin varlığı ancak “ben”in “öteki”ne tutacağı ayna ile mümkün olur. “Öteki”nin dışarda tutulan, ayrıştırılan olmaktan ziyade “ötesi” ne tutulan bir ışık olarak “ben”i bulmaya ihtiyacı vardır. Batı “ben” algısından sıyrılıp hoşgörü çerçevesinde yaklaşırsa
Doğu da “öteki” ayrımından kurtulacaktır. Eserde düşünceler tarafsız bir dille anlatılmaya çalışılmış, verilmek istenen mesaj mantık çerçevesindeki konuşma havası içerisinde aktarılmıştır. Yazar zaman zaman doğruluğunu
savunduğu yerlerde araştırmalarını aktararak bir ikileme düşülmesinin önüne geçmiş olur. Yazarın, içeriği çok yoğun olan İslam ve Batı kavramlarını küresel boyutta değerlendirerek konuya kapsamlı bir açıklama getirdiği söylenebilir. Tarih boyunca İslam’ın yaşadığı sıkıntılara ışık tutarken Batı’yı bunu yapmaya iten nedenlerden de bahseder. Sonuç olarak uzlaşının mümkün olduğunu asırlar alan bu sorunun artık can ve mal ile ya da kin ve öfke ile ödemenin fayda vermediğini de açıklar…Bugünkü Avrupa ve Amerika kamuoyunun İslam’a bakış açısını, İslam’ın Batı’ya yeterince ulaşamamasının bir sonucu olduğunu savunur. Kalın, bu esere “son nokta” anlamında bir sonuç yazmayı uygun bulmaz. Buraya kadar ana hatlarıyla ele alınan konunun, her gün yaşanan gelişmelerle evrildiğini, yeni şekillere büründüğünü, farklı boyutlar kazandığını gerekçe gösterir. Buradan gelişime açık olmak gerektiğine vurgu yapar. Eserde özellikle üzerinde durulan kolonyalizm, Doğu’nun değeri, oryantalizm gibi kavramları derinden incelemek için Edward W. Said’in “Oryantalizm” ile “Şarkiyatçılık Batı’nın Şark Anlayışları” eserleri faydalı olacaktır.