Teslime Gülsen Nurdoğan [1]
İbn Ataullah el-İskenderî İskenderiye’de doğdu. Dedesi Abdülkerîm İskenderiye’de tanınmış bir Mâlikî fakihiydi ve tasavvuf karşıtıydı. El-İskenderî, Şâzeliyye tarikatının Ebü’l-Hasan eş-Şâzelî ve halifesi Ebü’l-Abbas el-Mürsî’den sonra üçüncü büyük şahsiyetidir. Mısır’ın fethinden sonra buraya yerleşen Benî Cüzâm kabilesine mensuptur. Nâsırüddin İbnü’l-Müneyyir’den fıkıh, Muhyiddin el-Mâzûnî’den nahiv, Şerefeddin Abdülmü’min ed-Dimyâtî’den hadis ve Muhammed b. Mahmûd el-İsfahânî’den felsefe, mantık, kelâm tahsil etmiştir [2]. Leṭâʾifü’l-minen adlı eserinde babasının Ebü’l-Hasan eş-Şâzelî ile görüştüğü anlaşılmaktadır.
Kendisinin Şâzelî ile görüşmüş olması tarihen mümkünse de bu konuda kaynaklarda bilgi yoktur [3] Fıkıh âlimi iken Şâzeliyye tarikatının pîri Ebü’l-Hasan eş-Şâzelî’nin halifesi Ebü’lAbbas el-Mürsî ile tanışmış ve onun sohbetlerine katılmıştır. Kesin olmamakla beraber şeyhinin izniyle vaaz ve irşat için gittiği Kahire’ye yerleşmişti ve burada geniş bir cemaat oluşmuştur. El-İskenderî ile İbn Teymiyye ve müritler arasında çıkan yoğun tartışmalar yüzünden İbn Teymiyye hapse atılmıştır ancak eserlerinde İbn Teymiyye ile tartıştığı konulara girmemiştir.
Kitleleri etkileyen hitabet tarzı, vaaz ve sohbetleriyle tanınan el-İskenderî’nin bu özelliği eserlerine de yansımıştır. Yazdığı eserlerde tasavvufun en derin konularına dair bilgiler bulunur. Riya ve şöhretten uzak ibadet ve taat, tevekkül, teslimiyet, recâ ve ümit onun tasavvufî düşüncesinin temel kavramlarıdır. Sözleri aşk ve cezbenin coşkunluğuyla değil tefekkürün incelikleriyle yoğrulmuştur. Ona göre amel ve ibadetler bir takım şekil ve sûretlerden ibaret olup bunların ruhu, âbidin kalbinde bulunması gereken ihlâs sırrıdır. Fakr veya iftikar denilen Allah’a muhtaç olma hali üzerinde ısrarla duran el-İskenderî haşyetle beraber olan ilmi en hayırlı ilim olarak görür. Onun düşüncelerinde Hakîm et-Tirmizî, Sülemî, Hâris el-Muhâsibî, Ebû Tâlib el-Mekkî, Abdülkerîm el-Kuşeyrî ve Gazzâlî’nin tesirlerini görmek mümkündür.
Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî gibi el-İskenderi’nin düşünceleri de Müslüman toplumunu etkilemiştir. Eserleri Kuzey Afrika başta olmak üzere bütün İslâm ülkelerinde bilinmektedir. Elliden fazla sûfînin tercüme ve şerh ettiği el-Ḥikemü’lʿAṭâʾiyye’nin şârihleri arasında hemen her tarikattan sûfî vardır. Şeyhi Mürsî ondan fıkıh,
tefsir, nahiv gibi zahiri ilimleri bırakmamasını istemiştir. Hem zâhirî hem bâtınî ilimlerin alimi olmuştur.
El-İskenderî, mürşidi Ebü’l-Abbas el-Mürsî vefat ettiği zaman (686/1287) Kahire’de bulunuyordu. Hayatının bundan sonraki dönemini Kahire’de geçirip 13 Cemâziyelevvel 709’da (19 Ekim 1309) Medrese-i Mansûriyye’de vefat etti ve Karâfe Mezarlığı’na defnedildi.
Eserlerinden bazıları şunlardır: Hikem-i Ataiyye, Letaifül-Minen, Et-Tenvir fi Iskati’t-Tedbir, Miftahu’l-Felah ve Mi bahu’l-Ervah, Tacu’l-Arus el Havi li Tehzibin-Nüfus, el-asdü’l-Mücerred fi Marifeti’l-İsmi’l-Müfred, Risale fi’t-Tasavvuf, El-Münacatül-Ataiyye.
Kitabın çevirisini yapan Cemal Aydın eser ve yazar hakkında, bu kitabın Allah’a hakkıyla kulluk edebilmenin yol ve çarelerini gösteren en özlü tasavvuf eserlerinden birisi olduğunu belirtir. Birçok dile çevrilen eser, kalbini Allah’a bağlamak ve O’nun rızasını kazanmak için neler yapılması gerektiğini ikna edici bir dille anlatır. Arapça adı Tacu’l Arûs el-Hâvî li Tezhîbi’n-Nüfus olan bu kitabın çevirisinde mütercim, günümüzün ünlü Şazeli Şeyhi Dominik Abdullah Pöno’nun (Dominique Abdallah Penot) La Couronne de Fiançailles adıyla yaptığı Fransızca çeviriden büyük istifade etmiştir. Ona göre secîli, yani cümle ve cümle bölümleri kafiyeli bir nesir olan eserin Arapçası, tam anlamıyla bir edebiyat harikasıdır, az sözle çok şey ifade etmektedir [4].
Bu eseri okuyan kişi kendisini gerçek bir şeyhin, bir mürşid-i kâmilin karşısında gibi hisseder. Allah yolunda yürümek istiyorsa, bu kitapta anlatılanlar ona yeter. Ama Tac’ul Arûs’u tür olarak bir kalıba sığdırmak zor görünüyor. Veciz sözler barındırdığı için hikmetler kitabı; öğüt ve nasihatler barındırdığı için tasavvufi ahlak kitabı; İslam felsefesi açısından da felsefi olarak nitelendirilebilir. İskenderî, adeta tasavvuf felsefesini özetlediği bu eserinde engin bir tefekkür anlayışıyla tasavvuftaki en girift konuları anlaşılır hale getirmiştir. Bu yönüyle bir tasavvufi ahlak kitabı da sayılabilir. Aslında bir fakih olan yazar, ibadet ve taatin özünü anlatmıştır. İslam’ı bir şekiller ve ritüeller armonisi olarak algılayanlar için bu kitap muhakkak okunmalıdır.
Şazeli tarikatından olan dervişlere “Allah’ın Gelinleri” unvanı verilir. Bu tabiri ilk kullanan Bayezid-i Bestami olduğu düşünülmektedir. Bayezid-i Bestami “Veliler Allah’ın gelinleridir.” der. Bu ifade daha sonra tasavvufta yaygınlaşmıştır. İskenderî de kitabına “Gelin Tacı” (Tâcü’l-Arûs) adını vermiştir. Şeyhi yani mürşidi, bir geline benzetir ve der ki: “Gelin (şeyh), duvağını şehvet düşkünü bir alçağa açmaz. Sen o gelini (samimiyetle) görmek isteseydin, öncelikle fuhuş ve ahlaksızlıktan uzaklaşırdın. Bunu yapsaydın, sayıları asla azalmayan ve desteklerini hiç çekmeyen velileri görürdün. (…) Sen birini sevdiğinde ancak onun karşısına çıkabilecek bir hale geldiğinden emin olduğun zaman kendini ona takdim edersin. Sendeki bütün kusurlardan arınmadıkça öyle bir şeyi gerçekleştiremezsin.”[5] Böylece, bir makama çıkmak isteyen birinin önceden hazırlık yaptığını belirtir. Şeyhi de bir geline benzeterek güveyin gelinin karşısına çıkarken süslenip püslendiğinden kinayeyle müridin de iç ve dış alemini donatarak şeyhin huzuruna çıkması gerektiğini söyler. Müridin yani talebenin, şeyhin karşısına edep ve muhabbetle çıkmasını öğütler. Burada Şeyh Ebu Hasan eşŞazeli’nin de sözlerini aktarır ki Şazeli de velileri Allah’ın gelinlerine benzetmiştir. Şazelî şöyle der: “Veliler, gelinler gibidirler. Kendilerini fasıklara (günahkarlara) göstermezler.” [6] Böylece el-İskenderî’nin şeyhi de Allah dostlarına gelin sıfatını yakıştırmıştır ki; tasavvufta gelin, edep ve erkanın sembolü olmuştur. Taç, gelinliği süsleyen en gözde zînetlerden
biridir. Zaten gelinlik başlı başına süslüyken gelinin başına takılan taç, hem zerafetine zerafet katar hem de geline hürmet ve değer katar. Nitekim padişahların da tacı bulunurdu.
Taç, bir makam belirtisidir. Efendimiz Aleyhisselam hadis-i şeriflerinde: “Kur’an okuyan gencin anne ve babasının başına kıyamet günü öyle bir taç takılır ki güneşin ziyası bile bu tacın parlaklığının yanında sönük kalır.” buyurmuştur. Demek ki taç ahirette de bir makam belirtisidir.
İskenderî, kitabına tevbe ile başlar. Allah ile bir olmanın yolu, Allah ile dostluğun yolu bütün her şeyden yüz çevirip Allah’a yönelmekle olur. Allah ancak böylelerinin tevbesini kabul eder. İskenderî de kalbi Allah’a hasretmenin yolunun tevbe olduğunu düşünmüş olmalıdır. Kitabının başlangıcında tevbenin gerekliliğini açıklayan müellif, nasihatini de Kur’an ayetleri ve Hz. Muhammed Aleyhisselam’ın sözlerini delil kılarak yapar. Hz. Peygamberin şu sözünü tevbe etmeye örnek gösterir: “Bazen kalbimi bir perde perdeler de günde yetmiş kere Allah’a tevbe ederim.”[7]
İskenderî, kalbi safileştiren bir ilaç gibi olan tevbe için şunları tavsiye eder: Tefekkür, gündelik davranışlarını bir bir zihinden geçirmek, hayırlı işlerin için şükretmek, günahlar için af dilemek, tevbede samimi ve ciddi olmak, gönlü
mahzun, kırık ve mütevazı olmaktır.
Buna ilaveten de: “Peygamberimiz Aleyhisselam’ın izince gitmekte gevşeklik göstermediğin müddetçe artık gaflet seni alt edemez. Hz. Peygamberin izince gitmenin yolu iki şekilde olur: Dışarıdan ve içeriden. Dışarıdakiler, namaz, oruç, zekât, hac, cihat vb. ibadetlerdir.
İçeridekiler, namazda huşu ve Kur’an’ın manasını iyice anlayıp özümseyerek okumaktır. Eğer bu iki şeyi layıkıyla yapamıyorsan bil ki sende kibir, benlik iddiası var.”[8] demiştir. Hz. Peygamber Aleyhisselam’a bağlılığın önemini ayetlerle delillendirir ve bu bağlılığın çok sıkı yapılması gerektiğini söyler. Tevbeden yüz çeviren kişi için şunları dile getirir: “Allah’tan gayrısına önem veren kimse kurtuluşa eremez! O kişi, kendisini en büyük ziyana sürüklediğini bile bile nefsine boyun eğer. Kalbinin kendisini hidayete çağırdığını bile bile kalbine kulak asmaz!”[9] Günahın kişi üzerindeki sonuçlarına da değinerek tevbe bölümünü bitirir.
Kitabın ikinci bölümünde “Büyük Cihad” başlığı altında nefisle mücadeleyi anlatır ki nefis denilen şey kişinin kendisidir, kendi içi ve özüdür. Dolayısıyla nefis terbiyesi öncelikle kalple yapılması gereken bir şeydir. Bir iç terbiyedir. Bu iç terbiye sonra bedenin bütün azalarına tesir etmektedir. Nefisle mücadele haz vermez aksine diş sıktırır diyerek bu işin
zor olduğunu söyler. Küçük günahlarını önemsemeyen kişiyi uyarır: “Belki büyük günahlarına tevbe ediyorsun lakin küçük günahlara aldırmıyorsun. Oysa büyük günahlar mağfiret-i İlahi ile nasıl bayağılaşabilirse de küçük günahlar da birikerek seni mahvedebilir.” diye belirtir. Bunu aslanla karşılaşınca Allah’ın yardımını isteyip kurtulurken, elli kadar kurt tarafından helak edilen adamın durumuna benzetir. İddiasını ayetle delillendirir. Zikir meclislerine davet eder. Hatta günah işlemekte olsa bile… Kişinin kendisini bütünüyle Allah’a teslim edip yalvarmasını öğütler: “Zikir meclislerinde cennetten gelen kokular yayılır. Bunu yaparsan sen o kokuları yürüdüğün yolda hatta oturduğun evde bile hisseder ve koklarsın. Sana kemal kapısı bir açılsa Allah’a karşı isyan ve itaatsizliğe niye dönesin ki? Sarayın kapısı kendisine açılan birinin bir kulübeye geri döndüğünü hiç gördün mü? Yaşı kırkı bulduğu halde Allah’ın kapısını hiç çalmamış kimse gibi olma! Senin sinende yatan nefsine çok dikkat et, seni mahveden odur!”[10]
İskenderî’ye göre kalbin kilidinin açılması, Allah’a ve Resul’üne itaatle mümkündür. Nitekim bunu, “Yücelme ve yükseliş Allah’a itaatle elde edilir. Alçalış da günahla gerçekleşir. Senin itaatin nur, onur ve manevi açılım olur.”[11] şeklinde anlatır.
Kalp gözü tedavisinin en önemli şey olduğunu; bunun için haram ve yasaklardan yüz çevirmeyi, mekruhları terk etmeyi, şüphelilerden kaçınmayı tavsiye eder. Bedenlerin organlarını kalbe akan su kanallarına benzetir. İyi kalbin riyadan uzak ve samimi bir kalp olduğunu söylerken, kötü davranışları ise kalp gözünün kapalı olması ile bağdaştırır. “Bedbahtlar ise bunun tam tersini yaparlar. Birisinin günah işlediğini gördüklerinde kapıyı yüzlerine kapar ve gördüklerini hemen dışarıya yaymaya bakarlar. İşte öyleleri kalp gözleri açılıp aydınlanmamış ve Allah’tan uzaklaşmış insanlardır.”[12] diye özetler.
Müellifimiz, akıl ve zekayı kalp ile ölçer. “Ona dikkat et, eğer sen ona birinden bahsettiğinde kalkar da o kimsenin kusurlarını sayar dökerse, bil ki o kişinin gönlü haraptır.”[13] der. Kalbin kapılarını kapatan en büyük engelin kibir olduğunu söyleyen İskenderî bunu da şöyle açıklamaktadır: “İlahi yardım bolca serpiştirildiği halde ona gururdan başka sırt dönen hiçbir şey yoktur. Nitekim yağmur suları da dağların doruklarında değil de sadece vadilerde birikir. Rahmet de kibirlilerin kalplerinden böyle uzaklaşır ve rahmet alçak gönüllülerin kalplerine düşer.” [14]
Müellif kalbin ilahi yakınlığa açılmasının şartının vahdaniyete ve Allah’tan gafil olmamak ilkesine bağlı olduğunu sık sık tekrarlar.
Eser, kalbi arıtmanın yollarını öğreterek Allah’ın rızasına erdirmeyi amaçlamaktadır. Veciz ifadeler kullanılmış, darb-ı meseller ve ariflerin sözleriyle konuya açıklık getirilmiştir. Kur’an-ı Kerim ayetleri ve Hz. Muhammed Aleyhisselam’ın sözleriyle de desteklenmiştir. Tatlı sert bir dil kullanılarak muhatap uyarılmış, akla hitap ederek düşünsel yol açılmıştır.
Aslında çok ağır olan konuları sade, açık bir dil ile sıkmadan anlatmıştır. Sürükleyici, coşkun bir anlatım tarzı vardır. Yedi yüzyıl öncesinin insanlarına yazılmış bir kitap olmasına rağmen hala güncel, sanki müellifin kaleminden yeni çıkmış gibidir. Yalın, basit cümleler ama her nedense derya gibi bir alana giriyorsunuz. Dönüp dönüp okuyasınız geliyor. Tasavvuftaki kalbi arıtmak, nefsi terbiye etmek konularını hemen herkesin anlayabileceği bir dille yazmak bir ustalık işidir. Çünkü bunlar ağır konular olarak bilinir. Eşrefoğlu Rumi’nin Müzekkin-nüfus’u, Mehmet Zahid Kotku’nun Tasavvufi Ahlak kitabı ve Gazzali’nin bu konuda yazdıkları biliniyor. Fakat İskenderî, nefis terbiyesini anlatırken farklı bir metot kullanmış. Bazı mutasavvıflar nefsi mertebelere ayırarak anlatırken, İskenderî adeta bir özlü söz yumağı halinde nefsin nasıl terbiye edileceğini öğretmiş. Harika bir hitap tarzı var. Okurken yazara itaat ediyorsunuz. “Haklısınız, çok güzel ifade ettiniz!” diyebiliyorsunuz.
Onun bir fıkıh alimi olduğunu biliyoruz. Fıkıh, ibadetlerin şeklini anlatır. Gelin Tacı da bir nevi taati anlatıyor. Fakat yazar burada gönül dünyasına giriyor. İbadet ve taat neş’esinin kaynağının gönül olduğunu belirterek kişiyi iç âlemine yönlendiriyor. Bu iç aleme yönelebilmek, Allah’a yönelmekle gerçekleşiyor. Kitaptan anlaşıldığına göre aklını, bedenini
ve ruhunu Allah’a yöneltmeyen kalbine de yönelemiyor. İlk iş Allah’a ve Resul’üne itaat etmek. Allah’a ve Resul’üne itaat etmeden ne kalp çalışıyor ne de zihin!
Okumayı bilen herkesin anlayabileceği bir kitap olduğunu iddia ediyorum. İlkokul çocuklarına, mektep görmese de okuma bilen herkese tavsiye ederim. Zihinler karışmadan okunup bitirilebilir. Arada kendinize nasihat etmek istiyorsanız Gelin Tacı’ nın herhangi bir sayfasını açıp birkaç cümle okuyarak rahatlayabilirsiniz.
Şâzelî Dergahında Bir Arif PDF