Esra Arslan Yaşar [1]
İbn Sînâ, Buhara yakınlarındaki Efşene köyünde yaklaşık 980
tarihinde dünyaya gelmiştir. İslam felsefesi tarihinde büyük üstat ve
hekim olarak bilinen ve klasik dönem felsefe geleneğini üslup, içerik
ve kapsam olarak zirvesine ulaştıran İbn Sînâ daha küçük yaşlarda
dinî ve felsefî ilimler tahsilini tamamlamıştır. İslam düşüncesinde
Farabî’yle başlayan Meşşaî geleneğinin en önemli ismidir. Başlıca
eserleri ise, Kitabü’ş-Şifa, el-Kanun fi’t-Tıb ve Hay bin Yakzan’dır [2].
İbn Tufeyl, Gırnata yakınlarındaki Vadiü’l Aş’ta yaklaşık 1106 tarihinde
dünyaya gelmiştir. Endülüs’teki İslam felsefe geleneğinin en önemli temsilcisidir. Farabi, İbn Sînâ, İbn Bâcce, Gazzali gibi isimlerin düşünceleriyle etkileşim içinde kendi felsefesini oluşturmuştur. Filozof ve tabip olmanın yanı sıra fakih diye tavsif edilen İbn Tufeyl, başta
fıkıh olmak üzere din ilimlerini öğrenmiş, ayrıca tıp ve felsefe okumuştur. Günümüze kadar gelen ve bütün dünyada tanınmasını sağlayan en önemli eseri ise Hay bin Yakzan’dır. Dünyada felsefi romanın ilk örneği olan Hay bin Yakzan, 14. yüzyıldan itibaren birçok dile çevrilmiştir.
Robinson Crusoe’nun yazarı Daniel Defoe olmak üzere birçok Batılı düşünürü de etkilemiştir [3].
İslâm felsefesi literatüründe İbn Sînâ’nın başlattığı ve İbn Tufeyl, Şehâbeddin es-Sühreverdî gibi filozofların sürdürdüğü hikâye türünde felsefî eser verme geleneği, sistematik felsefe öğretilerinin sembolik bir dille ifade edilerek daha iyi anlaşılması amacı taşımaktadır.
Sembolik dil ile anlatılan hikayelerde soyut felsefî kavramlar; somut kişi, nesne ve olaylarla temsil edilir. Bu tür hikâyeler bir taraftan somuttan soyuta yönelerek düşünmeye alışan insan zihni için anlama imkânı sağlamaktadır. Öte yandan kavram düzeyinden imaj düzeyine indirilerek yeniden ifade edilen felsefî görüşler yeni bir te’vil işlemiyle yorumlanmaktadır. Bu sayede felsefenin soyut anlatımı edebî dilin imkânlarıyla yeniden okunmaya elverişli hale
getirilmektedir.
Hay bin Yakzan ismiyle yazılmış eserlerin ortak tarafı belli bir felsefî aydınlanma öğretisine dayanmalarıdır. Bu öğreti esas itibariyle, gerekli nazarî ve amelî şartları yerine getirmiş insanın bilginin melekî kaynağıyla temasa geçerek, Tanrı-âlem-insan münasebetlerine dair temel felsefî hakikatlere ulaşabileceği kabulüne dayanmaktadır. Bu felsefî aydınlanmaya bazen mistik tecrübe de eşlik edebilir. Sonuçta bu tür eserlerde felsefî bilgi teorisi akıl, mistik sezgi ve vahyin birbiriyle uyum içinde olduğu şeklindeki ana fikre dayandırılmaktadır [4].
Hikâye bir gün yurdunda oturduğu sırada arkadaşlarıyla gezintiye çıkan filozofu konu edinerek başlamaktadır. Gezinti sırasında gösterişli, sevimli ve muhteşem olarak nitelendirdiği bir ihtiyarla karşılaşır. Bu ihtiyar ilerlemiş yaşına rağmen oldukça dinç ve güzel gözükmektedir. İhtiyarla tanışan filozof onun Yakzan oğlu Hay olduğunu öğrenir. Hay bin
Yakzan ona evrenleri gezdiğini, tüm gerçekliği kavradığını ve her nesneyi bildiğini söyler.
Bunun üzerine, filozof ile ihtiyar adam, ilmi meseleler hakkında derin bir sohbete başlarlar. Bu sohbetin ilk konusu feraset bilimidir. Hay bin Yakzan, feraset biliminin yararlarının peşin olduğunu söyler. Bu bilim, insanları tanımada ve onlara karşı takınılacak doğru tavra ulaşmada çok önemli bir yol göstericidir. Bilimin ışığında filozofa verdiği ilk tavsiye,
kendisine ayak bağı olan arkadaşlardan kurtulmasıdır. İnsanda bulunan birtakım huylar vardır. Bu huyların bazıları insanın yaradılışındandır. Bazıları ise sonradan ortaya çıkar. İnsan tabiatına ve bunlardan hasta tabiatlı insanların özelliklerine dair çeşitli bilgiler veren Hay, tabiatlarında çeşitli hastalıklar bulunan insanlarla baş etmenin yollarına dair tavsiyeler vermektedir.
Hay, kendisi gibi yolculuk etmenin metodunu soran filozofa, bunun filozof ve arkadaşları için mümkün olmadığını söyler. Bunun ancak tek başına kalmakla mümkün olabileceğini belirterek kendi yolculuğunu ve gördüklerini anlatmaya başlar.
Hay bin Yakzan, yeryüzünün üç sınırı olduğundan bahsetmektedir. Birinci sınır yerin üstünde ve göğün altında bulunan sınırdır. İkinci sınır batı tarafında bulunan sınırdır. Mağribin (batının) arkasındadır. Üçüncü sınır ise batı tarafındadır ancak meşrik (doğu) yönündedir. Son iki bölgenin sınırlarının ötesine geçmek sıradan seyyahların işi değildir. Ötelere gitmek ancak hayat pınarı denilen bir çağlayandan içmek, orada yıkanıp arınmakla mümkündür. Batı istikametinin son ucunda ise “ayn hamie” denilen büyük, kızgın bir deniz vardır. Burası güneşin battığı yerdir. Bu en uzak batı ile filozofun yaşadığı belde arasında çeşitli oluş ve bozuluşların yurdu olan beldeler vardır. Aynı zamanda böyle değişmelere maruz kalmayan istikrarlı, aydınlık, fakat ışığını başka yerden alan beldeler de bulunmaktadır. Bu aydınlatılmış beldelerde oturanlar farklı ilim, karakter, özellik ve sanatlara sahiptir. Onların ötesinde ise on iki bölgeye ayrılmış geniş bir ülke yer almaktadır. Daha da ötesi insanların giremediği uçsuz bucaksız bir memleket olup burada ruhanî varlıklar oturmaktadır.
En uzak batıdan doğuya doğru olan istikamet hattında bulunan bütün beldeler âlemin sol cihetini teşkil eder. Bu hat boyunca uzanan mesafeler kat edildikçe çeşitli madenlere, bitkilere, hayvanlara ve nihayet insanlara rastlanacaktır. İnsan türünün yaşadığı beldeden daha da doğuya ilerleyince “Şeytanın iki boynuzu arasından güneşin doğduğu” beldeye ulaşılır.
Gerekli şartları yerine getirip belirli engelleri aşanlar ancak doğuya ilerleme imkânı bulabilirler. Son bölümde gitmesi zor, ulaşması meşakkatli bir yerden bahsederek bu bölgenin insanlarının olağanüstü ve aynı zamanda güzel özellikleri övgüyle anlatılır. Övgüden en büyük payı alan ise bu bölgenin yöneticisidir. Bu yönetici oldukça cömerttir, eli açıklığı bakımından bütün bir eldir. O kadar güzeldir ki güzelliği bütün güzellikleri yok eder. Kimse onun kadar cömert ve
onun kadar bereketlendirici değildir. Hay’ın filozofa son sözleri “İstersen arkamdan gel, seni O’na götüreyim.” olur [5].
İbn Sînâ Hay bin Yakzan adlı eserinde faal akılla ittisâl öğretisi çerçevesinde ele aldığı konuları sembolik hikâye tarzında anlatmaktadır. Eserin ana konusu insanın, felsefî aydınlanışına engel olan bedenî ve nefsanî güçlerini aşarak bilginin semavî kaynağıyla temas kurabileceğini göstermektedir. Böylelikle varlık mertebeleriyle kendisinin bu mertebeler arasındaki yerini kavrayabilir. İbn Sînâ’nın kullandığı semboller aynı zamanda onun felsefi düşüncesini hikâyenin ana kahramanı üzerinden anlatır. Bu amaçla kullanılan semboller sadece metne özgü kinayelerden ibaret değildir. Bu semboller başta gnostik geleneklerde de rastlanan imgelerden oluşmaktadır. Sembolik anlatım sayesinde akıl yürütme
yoluyla insan kendi varlığına doğru bir yolculuğa çıkarak önce kendini tanır, sonra alemi tanır, en sonunda ise her şeyin yaratıcısı olan Allah’a ulaşır. Hikâyenin sonunda Hay’ın filozofa söylediği “İstersen arkamdan gel, seni ona götüreyim.” sözleri bunun göstergesidir.
Hikâyenin ana kahramanı Hay bütün ömrünü kimsesiz bir adada geçirmektedir. Hay’ın var oluş sahnesine gelmesiyle ilgili iki varsayım bulunmaktadır. Birinci varsayıma göre ıssız adada Hay, sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve yaşlığın dengeli biçimde oluştuğu bir ortamda mayalanmış ve organik özellikler kazanmış çamurun ruhla birleşip canlılık kazanmasıyla
meydana gelmiştir.
İkinci varsayıma göre ise yakınlardaki diğer bir adada hükümdarın kız kardeşinin Yakzan adında biriyle yaptığı gizli evlilikten dünyaya gelmiştir. Annesi tarafından bir sandık içinde denize bırakılan çocuk dalgaların sürüklemesiyle içinde bulunduğu adaya ulaşmıştır. Acıktığı için ağlayan Hay’ın yardımına ilk koşan varlık ise yavrusunu kaybetmiş olan bir ceylandır.
Ceylan tarafından beslenip büyütülen Hay, önce çevresindeki varlıklardaki farklılıklara ulaşır. Zamanla adadaki hayvanlarla kendisi arasındaki ayrımın bilincine varır. Anne ceylanın ölümüyle birlikte sarsılan Hay, ölüme anlam vermeye çalışarak çeşitli deneyimlere başvurmaya başlar. Varlıklar ve olaylarla ilgili birtakım fiziki kavramlara ulaşır.
Daha sonra maddeyi sûretten ayırt etmeye başlar ve bunun sonucu olarak cismanî âlemden ruhanî âleme yükselir. Varlıklar ve olaylar arasındaki münasebetleri incelemesinin sonucunda her şeyin yegâne esası ve sebebi olan bir yaratıcının zorunlu varlığını keşfetmeye başlar.
Ayrıca bu keşif O’nun birliğini kavramaya ve nihayet O’nun her şeyde aşikâr olduğunu görmeye sevk eder. Hay bu noktadan sonra artık natüralist bakış açısından çıkarak tefekkür sayesinde mistik ve ruhani boyuta ulaşır. Mutlak varlığın idrakine erişmiş biri olarak duyular dünyasını ve onun bir parçası olan kendi bedenini küçümsemek suretiyle mutlak varlıkta yok olmanın yollarını araştırmaya başlar. Sonuçta O’nun varlığına ulaşmak için hissettiği kuvvetli arzuyu mistik bir tecrübe ile gerçekleştirir. Nefsini yerin ve göğün üzerinde derece derece yükselterek Allah’a ulaşır. Bu mertebeyle akılların idrakten, hayal gücünün tahayyülden, ifade kabiliyetinin tasvirden âciz olduğu müşahede makamına erişir.
Hay insanın ulaşabileceği son aşama olan müşahede makamında yıllarını geçirirken adada hiç görmediği bir yaratık, bir insan görür. Nefsini arındırmak için adaya gelen Absâl ile tanışırlar. Bir süre sonra anlaşma imkânı bulurlar. Absâl Hay’a kendi dilini ve dinini öğretir. Hay’dan bu mertebeye nasıl ulaştığını anlatmasını ister. Absâl, Hay’ın sırf kendi aklıyla ulaştığı gerçeklerle kendi dininin gerçeklerinin tam bir uyum içinde olduğunu görür. Absâl’dan öğrendiği dinin esasları ile kendi aklıyla ulaştığı mertebede müşahede ettikleri arasındaki uyumu gören Hay da bu esasların ilâhî olduğuna şahadet ederek iman eder ve dinin öngördüğü mükellefiyetleri yerine getirmeye başlar. Bu gerçekleri anlatmak üzere Absâl’ın
doğup büyüdüğü adaya giderler. Ancak düşüncelerini halka anlatmakta başarılı olamazlar ve halkın, mevcut dinin sınırları içinde kalmasının onlar için daha uygun olacağı kanaatine varırlar. Daha sonra Hay’ın büyüdüğü adaya geri dönerek ölünceye kadar Allah’a kulluk ederler.
Sonuç olarak Hay bin Yakzan hakikatin evrenselliğinden hareketle hakikat bilgisinin insanın ortak değeri olduğunu düşünen İbn Tufeyl’in kendi hakikat arayışını anlattığı bir hikayedir. İnsanın doğayla olan ilişkisinden yola çıkıp kâinattaki olay ve olguları gözlemleyerek bu şekilde akli sonuçlara ulaşır. Böylelikle nizam ve gaye fikrine giderek buradan mutlak,
zorunlu ve tek Tanrı fikrine nasıl yükselebileceğini gösterir. Sonuçta ise insanın Tanrı ile nasıl mistik bir münasebete girebileceğini ortaya koymaya çalışır. Sembolik hikâye tarzının en önemli temsili kabul edilen bu eser; insan, kâinat ve Tanrı arasındaki ilişkiyi ve İbn Tufeyl’in felsefi fikirlerini yansıtmaktadır. Şartlanmalardan ve kalıplardan uzak, temiz ve saf insan aklının ulaşabileceği en üst noktayı göstermektedir. Kısaca diyebiliriz ki Hay bin Yakzan insanın kendi başına insan-ı kâmil’e ulaşabileceğini kanıtlamaktadır. Bu hikâye insana umutsuzluğa ve yalnızlığa düştüğünde yol gösterici olmaktadır. İnsanın en savunmasız anı yalnızlığa düşüp kederlendiği andır. Ancak yaratılıştan gelen özelliklerimizi keşfederek bu yalnızlıktan kurtulup kemale ermemiz imkânsız değildir. Günümüzde psikolojinin de ortaya koyduğu insanın kendi kendini yetiştirebilmesi yönündeki teorileri İbn Tufeyl, on ikinci yüzyılda ortaya koymuştur. Bu bağlamda eser evrensel özelliklere ve niteliklere sahiptir