Ayşegül Nesibe Gürsoy [1]
M. Ertuğrul Düzdağ, 1941 yılında Bursa’da doğmuştur. Haydarpaşa Lisesini bitirmiş ve 1965 yılında İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun olmuştur. Mehmet Akif Ersoy ve Safahat eseri üzerine uzun yıllar çalışmalarda bulunmuştur. Aynı zamanda yakın tarihe dair araştırmaları ve Osmanlı Türkçesinden günümüz Türkçesine aktardığı çalışmaları mevcuttur [2]. 1992 yılında Medine’ye gidip bir müddet orada kalarak Üstad Ali Ulvi Kurucu’nun hatıralarını tespit etmeye talip olmuştur. Eserde, kendisiyle uzun görüşmeler yaptığını, İstanbul’a dönünce kasetlerdeki görüşmeleri daktilo aracılığı ile yazıya aktardığında bin üç yüz sayfa tuttuğundan bahsetmiştir [3]. Üstad’ın hayatı
İslam dünyasının o zamana kadar görülmemiş inkılaplarla sarsıldığı, Müslümanların adeta imanlarının sınandığı bir döneme denk gelmiştir. Eser, Cumhuriyet sonrası Türkiye’sine ışık tutan, ilim ve maneviyat kaynağı olmasının yanında okuyucuyu yüzlerce ahlaki önder ile tanıştırarak adeta bir davranış rehberi olmuştur. Eserin bu cildinde Üstad’ın çocukluğu, dedesi, babası, amcası, Medine’ye gidişleri, Ezher’deki tahsil hayatı ve orada tanıştığı kişilerden bahsedilmiştir.
1922 yılında Konya’da doğmuştur. Dedesi Hacı Veyis Efendi, babası İbrahim Efendi, amcası Hacıveyis-zâde Mustafa Efendi’dir. İlk hocası olan babasının yanında hâfızlığını tamamlamış, çocukluk ve ilk gençlik yıllarını Konya’da geçirmiş, yüksek tahsilini Kahire’de El-Ezher Üniversitesinde tamamlamıştır. Seksen yıllık ömrünün son elli altı senesini Medine-i
Münevvere’de yaşamış, 2002 yılında vefat etmiştir.
İlkokul için okula gittiğinde ilk iki ay eski yazıyla okumuş daha sonra harf inkılabı olunca altı ay latin alfabesini öğrenmeye çalışmıştır. Dedesi bir gün okulun önünden geçerken bahçedeki çocuklara bakmış, kız erkek karışık, büyük talebeler, öğretmenlerle voleybol oynuyorlar…
Çocuklar için çok endişelenmiş, Üstad eve geldiğinde kendisine “Programınız nedir?” diye sormuştur. Kur’an dersinin olmadığını öğrendiğinde ağlayarak hanımına: “Muhsine, bu çocuk pınarın başında susuzluktan ölecek… Yazık yahu, ben neslimden hâfız-ı Kur’an’lığın bu kadar çabuk kesileceğini tahmin etmezdim.” demiştir [4]. Üstad’ın annesi ve babası
Konya’nın Göçü köyünde kalırken kendisi de okula devam etmek istemediğinden köye dönerek babasının teşvikiyle hâfızlığa başlamıştır.
Merhum Üstad’ın babası, Göçü köyünde imamdır. Aynı zamanda köye bir de okul yaptırmıştır. Çocuklara yazı, dört işlem öğretmiştir. Bu faaliyetler esnasında yazı inkılabı olmuştur. Karakoldan jandarmalar sürekli baskına gitmeye başladığından 1930 başlarında babası artık köyde Kur’an okutamaz hale gelmiştir. Konya’ya dönerek orada göreve devam etmiştir. Diyanet tarafından müftünün izniyle açılmış tek Kur’an mektebi “Hâfız Mektebi” olmuştur. Üstad orada Hâfız Ali Efendi Hoca’nın rahle-i tedrisinde bulunmuştur. Büyük hafızlar, Kapı Camii’nde ikindiden sonra okurlarken Ali Efendi’nin teşvikiyle de genç hâfızlar mukabele okumaya başladılar.
Menemen Vak’ası bahane edilerek şüphelendikleri kişilerin evlerinden kitaplar toplatılırken, gazinoların sayısı giderek artmıştır. İnsanların üzüldükleri asıl nokta bu zulümlerin düşman tarafından değil, kendi milletimizin ferdleri tarafından yapılıyor olmasıydı. İbrahim Efendi ezan için şöyle söylemiştir: “…Ezanı değiştirmek ne Rusya’nın aklına geldi ne Çin’in ne de başka bir gayrimüslim devletin… Ezan yalnız bizde değişti…” [5] Aslında burada korkulan, sonraki nesillerin ezanla bağının kopmasıdır. Ezanın dili tektir. Bunu değiştirmek demek, ezanın ruhundan uzak nesiller yetişecek demektir. Dolayısıyla Türkiye’nin Müslüman ülkeleriyle hiç bağı kalmayacaktır. İbrahim Efendi’nin yaşadıkları hâdiseler, çocuklarını islâmi ortamda yetiştirme arzusu, hicret etmesine ortam hazırlamıştır. 1939 yılında üç oğlunun dini tahsilini tamamlatmak için Medine’ye hicret etmeye karar vermiştir.
Merhum Üstad’ın dedesi, “Şatır” köyündendir. Bu köydeki tarlasını ortaklığa verip kıt kanaat geçinmiş, Konya’da elli sene maaşsız imamlık yapmıştır. Medreseye giderken öğle vakti namaz ve yemek için eve geldiklerinden vakitten kazanma düşüncesiyle, giderken bulguru ıslatıp dönüşte yediklerinden bahsedilmiştir.
Hacı Veyis Efendi sürgün ailelere büyük önem vermiştir. Üstad, dedesiyle birlikte ulundukları son beş yıl içinde evde on defa akşam yemeği yemediklerinden bahsetmiştir.
Akşam yemeği için koca bir tencere et suyuna tirit yaptırır, ağzına kadar ekmek doğranır, camiinin medreselerinde muhacirlerle birlikte yenirmiş [6].
Bir zaman sonra İbrahim Efendi’nin görev yaptığı bu büyük camiinin anahtarı elinden alınıp ot deposu yapılmıştır. Bir mescidin imamı ölünce de yerine yeni imam tayin etmez kapatılırmış. Vakıflar İdaresi, ”ihtiyaç fazlası“ diyerek camii binasını kiraya vermiş, satmış veya işyeri olarak kullandırmıştır. Görüldüğü üzere bu yapılan zulümler, baskılar, işkenceler, yıldırmak yerine Kur’an’a, sünnet-i seniyyeye daha sıkı sarılmalarına sebep olmuştur. Üstad, dedesinin hatimle teravih kıldıracak kadar sağlam hâfız olduğundan ve kendisine şöyle dediğinden bahsetmiştir: “Bazı kimselerin: Benim âdetim şöyle, mûtadım böyle, dediklerini duyarım. Yahu mûtad, Peygamber-i Zişan’ın sünnet-i seniyyesidir. Onları âdet edinin! Benim mûtadım böyle demek, hep nefsin oyunlarıdır. Nefsinize ne kadar hâkim olursanız o kadar hür yaşarsınız. [7]
Merhum Üstad’ın amcası, 1940’lı yıllarda Pîrî Mehmed Paşa Camii’nde, 1950’den itibaren de Aziziye Camii’nde imam-hatiplik yapmış, ayrıca çeşitli cami ve hapishanelerde vâiz olarak hizmet vermiştir [8]. Konya’da uzun yıllar yaptığı hizmetinden dolayı adına bir külliye tesis edilmiştir.
Bir gün sohbette, cemaatten bazıları, “keramet”ten bahsettiler. Mustafa Efendi cevap olarak: “Oğlum, bugünün kerameti hizmettir.” demiş ve şöyle devam etmiştir: “Her taraftan tehdit gören mukaddes dinin için yaptığın nedir? İman ve İslam şuurundan mahrum kalmış kitleye ne faydan dokundu?” [9]
Mustafa Efendi Medine’ye hicret edemediğine üzülse de Konya’da yaptığı hizmetleri yapamayacaktı. Kendisini memlekete, memleketin ilmine, irfanına, hizmetine vakfetmiştir. Üstad amcasının haftada bir gün hapishanelere, bir gün çingenelerin mahallesine vaaz vermeye gittiğinden, kitabı, kıbleyi, nikahı, talakı bilmeyen o vatandaşlarımızın ayağına
gittiğinden bahsetmiştir. O çingeneler de cenazesinin arkasından, “Hocam bizi kimlere bıraktın da gittin?” diye ağlamışlardır. İmam-Hatipler açıldıktan sonra artık tüm gayretiyle talebe yetiştirmeye çalışmıştır. Kendisi “Bugünkü din borcumuz talebe yetiştirmek, insan yetiştirmek.” demiştir. Arkadaşları ile listeler yapıp yedi mahalle dolaşıp zenginlerden para toplayıp şehirlerde de okulların açılması için uğraşmıştır. İmam-Hatip okulları için de emeğini esirgememiştir. Yalnız dini sahada değil, hayırlı her iş için aynı heyecanla çalışmıştır. Kendisinin de yardımıyla bir verem hastanesi açılmıştır.
Üstad’ın Ezher’deki tahsil hayatı beş sene devam etmiştir. Oda arkadaşı, hafızlık arkadaşlarından Mustafa Runyun Bey’dir. On iki yıl tahsil gördükten sonra Türkiye’ye dönmüştür. Ve Diyanet’te önemli vazifelerde bulunmuştur. Babasına Konya’da Kaşıkçı Ali Rıza Efendi denmiştir. Erbilli Şeyh Esad Efendi’nin halifelerindendir.
Üstadın Ezher’de ilk tanıştığı arkadaşı, kendisinden “fazilet abidesi, ahlaklı dürüst insan, kara gün dostu” diye bahsettiği, Ali Yakup Bey’dir. Bir gün arkadaşlarından birisi evlenir. Kimsenin haberi olmadan Ali Yakup Bey o arkadaşına giderek kitap almak için ayırdığı on Mısır lirasını vermiş ve şöyle demiş: “Ne zaman eline para geçerse demiyorum; ne zaman
elinde fazladan on lira olursa, verirsin…”[10]
Burada bulundukları süre zarfında birçok alimin meclisinde bulunma imkânı elde etmişlerdir. Ezher hocalarından, Mustafa Sabri Efendi’den, Zâhidü’l-Kevserî Efendi’den, İhsan Efendi’den, ders okumuş, Hasanü’l Benna gibi bir mücahitle arkadaşlık etmiştir. Üstad ilim, irfan Kur’an aşığı olduğu kadar şiir kitaplarına olan düşkünlüğü ile de bilinir. Mısır Kahire Üniversitesi’nin kütüphanesinde bulunan Türkçe kitapları okumak için, yaz tatillerinde, erkenden kalkar, beş altı kilometrelik yolu yürüyerek gider, divan eserlerini okurmuş.
Bu eserde Müslümanların, Cumhuriyet’in en çalkantılı dönemlerinde karşılaştıkları zorluklar, dinlerine olan bağlılıkları, yok olmaması için verdikleri mücadeleler ve İslam davası uğruna neleri feda ettikleri anlatılmıştır. Her yaş grubundan okuyucu kendine dersler çıkarabilir.
Dönemin şartları birinci ağızdan çarpıcı bir şekilde aktarılmasından dolayı oldukça sürükleyici bir eserdir. Okurken her bölümde merakımın giderek arttığını, bitirdiğimde ise üzerime düşen sorumluluğu hissettim. Eser, önceki nesillerin tüm imkansızlıklara rağmen, dinlerine sarılmaları, günümüz şartlarında bizim dinimize ne kadar sarıldığımız noktasında
bir hayli düşündürüyor. Bu devrin âlimlerinin, inandıkları davadan asla vazgeçmemeleri Necip Fazıl Kısakürek’in
“Tohum saç, bitmezse toprak utansın! Hedefe varmayan mızrak utansın” dizelerini akla getiriyor.
Cumhuriyet Devri’nin Yıldızları PDF