Beyza Özer [1]
Ah Endülüs, İhsan Süreyya Sırma’nın Endülüs Tarihi ve Gezi Notları olmak üzere iki bölümden oluşan ve İspanya Müslümanlarının Orta Çağ’daki durumlarını ele alan ansiklopedik bir seyahatname niteliğindeki eseridir. Kitap, ilk bölümünde kayıp bir medeniyete, Endülüs’ün kadim tarihine ışık tutarken, ikinci bölümde aynı minval üzere okuyucuya yazarın gezi notlarından oluşan pasajlar sunmaktadır. Ayrıca kitap, yazarın bizzat kendi kadrajından fotoğraflarla yazılarını renklendirmesi açısından mini bir albüm özelliği de taşımaktadır.
Şehirler, beldeler ve coğrafyalar, sadece üzerinde gezindiğimiz kara parçasından, taştan, kumdan, topraktan ibaret olan mekânlar değillerdir. Mekânın da insan gibi, zaman gibi bir kimliği, bir ruhu vardır. Coğrafyalar, mazinin izlerini haznesinde tutan bir sandık, hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyduğumuz hüznü ve yeniye karşı beslediğimiz iştiyakı iç içe barındıran bir zıtlar mecmuasıdır.
Şehirler ve coğrafyalar, heybemize inancımızı ve ideallerimizi alıp medeniyetin izlerinin peşine düştüğümüzde başvuracağımız en büyük külliyat, diri bir mirastır. Bu itibarla, onların arkasında kendi insanımızı ve hayatımızı, vatanın manevi çehresi olan kültürümüzü görmek mümkündür. Zira şehirlerin de ruhu vardır; İstanbul, Kudüs, Mekke ve Kurtuba gibi. . .
Ah Endülüs kitabı da canlı bir seyir defteri gibi oluşuyla okuyucusuna şehirlerin ruhunu sunan ve okuyucuyu tarihi bir yolculuğa çıkaran bir eserdir. Okuyucu bu yolculukta, kadim mirasın, uygarlığın izlerinin peşine düşmekte, emareleri kazınmaya çalışılsa dâhi hâlâ mevcut, ruhu hâlâ kavi bir medeniyeti, Endülüs İslam Medeniyetini tanıma fırsatı bulmaktadır.
Endülüs, bir yakutu hiçbir mücevhere değişilmeyecek değerde bir uygarlıktır. Ancak Türkiye’de pek bahsi geçmeyen, İslam Tarihi meselelerinde de yeterince üzerinde durulmayan bir konudur. Oysa geleceğe kararlı adımlarla ilerlenebilmesi için geçmişin çok iyi bilinmesi gerektiğinden, Türk-İslam Medeniyetine mensup olan her bireyin Endülüs
tarihinden haberdar olması gerekmektedir. Yazar, eserinde bu gerçeği ele alarak zihinlerde kaybolan bu yitik uygarlığı tanıtmaya gayret etmiştir. Ona göre bu medeniyetin kaybına Müslümanların yaşadığı iç çekişmeler yol açmıştır ve bu hâlâ devam etmekte olan bir durumdur [3]. Bununla birlikte yazar, kayıp medeniyetin ancak bir olunduğunda dirileceğini
söylemektedir [4].
Endülüs, kayıp bir İslam coğrafyası olmasıyla birlikte Avrupa’daki ilk İslam sancağıdır. Dolayısıyla Endülüs Medeniyeti, içinde bulunduğu dönemde İslam kültürünün Batı’daki tek şubesi olması sebebiyle, etrafını inanç ve ahlâktan beslenerek aydınlatan bir irfan kandili haline gelmiştir. Yine Endülüs, bünye itibariyle yerel bir mekân olarak algılansa da bıraktığı
kültürel mirasıyla evrensele numune teşkil eden bir mekândır. Fakat bu uygarlığın da yükseliş dönemi, her medeniyet gibi son bulmuş, o irfan kandili ne yazık ki sönmüştür. Bu sebeple Endülüs, yıkılışı sebebiyle geri dönüşü olmayan bir yolculuğun sahnesi hâline gelmiştir.
Endülüs medeniyetinin parlak şehirleri Gırnata, Kurtuba ve Toledo’da İslam sancağının düşüşünden sonra refahın yerini zorbalıklar ve sürgünler almıştır. Yazarın kitabında sık sık vurguladığı gibi Endülüs, şimdilerde yitik sayılsa ve Batı tarafından göz ardı edilse de bir zamanlar var olan ve özellikle bilim ve sanat alanında şimdinin kemiğini oluşturan kök bir medeniyettir. Bu durumu Sezai Karakoç da şöyle ifade etmektedir: “Rönesans sonrası Avrupa, gerçek bir hümanizmden yoksun olarak, kendisine her müspet alanda öğretmenlik yapmış olan İslam Medeniyetini bütün gücüyle inkâra, yıkmaya, yok etmeye çalışmıştır.
Dünya tarihinin bir eşini daha kaydetmediği bir medeniyet olan Endülüs Medeniyetinin katili bizzat Avrupa değil midir? Kendi hocasına saygı borcunu unutan, çömezinden sevgi beklememelidir.” [5]
Ah Endülüs, sayısız kaynaktan faydalanılarak okuyucuya Endülüs tarihini tarafsız bir şekilde sunma gayesiyle hazırlanan bir eserdir. Eserd,e Endülüs’ün İslam ile yönetildiği döneme odaklanılmıştır. Sırma, tüm Müslüman kaynaklarında zikredildiği gibi bu toprakların Emeviler döneminde Halife Velid bin Abdülmelik’in Kuzey Afrika’ya vali olarak tayin ettiği
Musa bin Nusayr’ın gayretiyle fethedildiğini söylemektedir [6]. Yazara göre bu fetih bir Arap fethi değil İslam fethidir. Ona göre bu fethi yalnız Arap Müslümanlarına mâl etmek, maalesef Müslümanların içine bir ur gibi yerleşmiş olan milliyetçilikten başka bir şey değildir. Dolayısıyla yazar bu medeniyetin belli bir zümrenin tekelinde değil ortak bir İslam çatısı dahilinde olduğunu söylemektedir. Kitapta bu fetih olayıyla başlayan kısa Endülüs tarihi, sekiz yüz yıllık bir dönemin mühim başlıklarla öz bir şekilde zikredilmesiyle devam etmekte ve 1492’de Gırnata’nın düşüşüyle sona ermektedir. Avrupa henüz Rönesans’ın eşiğinden geçmemişken o dönemde Endülüs’te bilime yön veren bir merkez ve toplumun refah içinde hayatını sürdürdüğü sosyo-kültürel bir ortam meydana gelmiştir. Yine bu dönemde Endülüs’ün kalbi Kurtuba şehri, Bağdat ve Kahire’den sonra dünyanın üçüncü önemli bilim merkezi olmuştur. Günümüz Avrupa bilim ve sanatının temelleri Endülüs’te atılmıştır. Aslında modern dünyanın birçok kabulünün, teoriğinin temeli Endülüs’e dayanmaktadır. Sırma, bu dönemde, Avrupa’nın genelinde sadece liderler ve papazlar okuma yazma bilirken Endülüs’te halkın neredeyse tamamının okuryazar olduğunu söylemektedir. Yine Paris’te lambanın olmadığı dönemde, burada, Kurtuba’da her sokağın kandillerle aydınlatıldığını ifade etmekte ve bu gelişmenin dil, din, ırk gözetmemek sayesinde meydana geldiğini söylemektedir. Ona göre ilerleme ancak Müslümanların kendi aralarında birleşmeleriyle gerçekleşmektedir. Ve yine ileri medeniyetler ancak İslam çatısı altında parlamaktadırlar. Yazar, “Batı’da Endülüs Devleti ve Kurtuba’nın, Doğu’da Emevi devletiyle Bağdat’ın ve ortada Osmanlı Devleti ve İstanbul’un İslam Medeniyetinin üç incisi olduğunu ve ayrı düşünülemeyeceğini” vurgulamaktadır. Yazara göre bu medeniyetler adeta birbirlerinin yansımasıdır. Endülüs, sadece Arap Müslümanların yaşadığı milliyetçi ya da tek bir dinin temsilcisi olan bir devlet değildir. Din, dil, ırk, kimlik gözetmeksizin herkese hitap eden adil düzenle bulunduğu coğrafyaya tesir eden, kolektif bir toplum sistematiğine ve toprak aristokrasisine sahip olan ve bu sayede hızla yükselen bir devlettir. Zaten Endülüs, küçük bir Arap zümreyle kurulmasına karşın, sonrasında kısa sürede nüfusun çoğunluğunu Müslümanlığı seçen yerel İspanyol
halkın oluşturacağı bir oluşum aline gelmiştir. O dönemde Avrupa’da Katolikliğin betonunda kalıplaşan katı milliyetçi bir zihniyet mevcuttur ve özellikle İspanya’nın üst tebaası, herkes için aynı ve sabit bir düşünceyi kabul ettirme gayreti güderek farklı olanı dışlamaktadır. Buna karşılık Endülüs’te ise özgür, çeşitli ve modern dünyanın kavramakta
zorlandığı, hoşgörünün hâkim olduğu bir toplum düzeni kuruludur. Endülüs, ötekiyi ötelememekte, farklılıkları zenginlik olarak görmektedir. Burada tüm halklar bir arada yaşamakta ve kültürel anlamda çoğunlukçu değil çoğulcu bir toplum portresi çizilmektedir.
Yazarın da dediği gibi, İspanya’nın Müslümanlar tarafından fetihleri, sadece askerî ve siyasî açıdan gerçekleşmemiş; belki en büyük fetihleri, insanî açıdan olmuştur [7]. Bu ortamın tolerans ve refah düzeyinin belki de en belirgin örneği, Yahudilerdir. Her yerden dışlanan, bünyesinde bulunduğu her yönetimin altında “öteki” olan Yahudiler, Emevi devletinden önce Katolik Hristiyan baskısı altındayken, Emevi Devletinden sonra altın çağlarını yaşamışlardır. Öyle ki Endülüs egemenliği altında yaşayan Sefarad Yahudilerinin buradaki yaşantıları tarihsel dönem içinde kayıtlara “Golden Age of Jews”[8] yani Yahudi kültürünün altın çağı başlığıyla geçmiştir. Endülüs’ün birçok kültürden meydana gelen zengin medeniyeti ile ilgili İlber Ortaylı şunları söylemektedir: “İspanya’da devlet adamları her dindendi. Orta çağ Yahudi
kültürünün en önemli eserlerini veren İbni Meymun (Maimonides) burada yetişmiştir. Sinagoglar Orta çağ Yahudi mimarisinin harika örnekleriyle doludur. İspanya büyük tabip İbn-i Sina, tasavvufun büyük müridi İbn-i Arabî gibi büyük adamların yurdudur. Sosyologların parlak hocası İbn-i Haldun’un bile kökleri buradadır.”[9]
Sırma, adeta tarih kitabı şeklinde ilerleyen ilk bölümü, sosyoloji, toplum psikolojisi gibi kavramlarla zenginleştirmekte, akabinde de kitabında dönemin sanatsal öğelerine ve mimarisine yer vermektedir. Ona göre Endülüs’te mimari, eşi benzeri olmayan bir alandır. Çünkü buradaki toplum, içerdiği melezlik ve Doğu-Batı sentezi sayesinde benzersizdir.
Dolayısıyla bu durum, ortaya çıkan sanat ve zanaat ürünlerini de eşsiz kılmaktadır. Yazara göre Avrupa’nın Karanlık Çağı’nın ışık kaynağı olan ideoloji pınarı, Endülüs’ten doğan sanat, bilim, mimari, hikmet, felsefe ve tıp gibi ilimlerle var olmuştur. Endülüs gerek normatif ve pozitif gerek sosyal ve metafizik tüm öğreti alanlarında, tüm zanaat ve sanat
dallarında öncü haline gelen bir üst-sistemdir. Haddizatında, Endülüs denildiğinde akla gelen branşlardan en mühimi mimaridir. Endülüs, mimariyle bütünleşen, batılıların adlandırılmasıyla “mudahhar’’ [10] sanat akımının doğduğu
yerdir. Ne kadar izleri kazınmaya ve süpürülmeye çalışılmış olsa da hâlâ Endülüs’te İslam’ın zirvede olduğu bu dönemlerden kalan mimari eserlere rastlamak mümkündür. Yazar, kitabının son bölümünü çeşitli tarihlerde yaptığı Endülüs gezilerine ayırmış ve bu mimari eserlere ziyadesiyle yer vermiştir. Bu seyahatname mahiyetindeki son bölüm, resimler sayesinde zaten Endülüs’teymiş gibi hisseden okuyucuya bazı bilgilendirmelerle daha fazlasını sunmaktadır. Müellif, burada mimariye çok özen gösterildiğini ve bu hususun çok önemsendiğini de söylemektedir.
Esasında, tüm İslam medeniyetlerinde mimari, önemsenen ve geniş bir alan kaplayan bir husus olmuştur. Bunun sebebi İslami şuura sahip sanatkârların iz bırakma arzusuyla birlikte estetiğin, güzel olanın ardından gitme gayesidir. “Allah güzeldir, güzeli yaratandır. O halde biz de güzel şeyler yapmalı, ardımızda güzel şeyler bırakmalıyız” düsturuyla ilerleyen
sanatçıların eserlerinde sanat ve estetik, dinî bir ilkeden hareket ederek ve ilhamını tevhid ilkesinden alarak, varlığını yaratıcı karşısındaki kulluğunda anlamlandıran bir dünya tasavvuruyla adeta ölümsüzleşmektedir. Yazara göre bunun Endülüs’teki en güzel ve en ihtişamlı örneği, adını taşlarının kızıl renginden alan El-Hamra sarayıdır. 1232 yılında Beni
Ahmer sultanlarınca inşaatına başlanan bu yapı, İslam sanatının abidevi eserlerinden biridir. İslam’da birçok mimari tekniğin dayanağını tasavvuftan aldığı gerçeği bu sarayda her köşede, her kemer ve sütunda, her işlemede görülmektedir. Sarayın avlusundaki yeşil bahçeler, suyu, binanın, görüntünün merkezine alan ve mühendislik harikası olan havuzlar bütüncül evren anlayışının mekândaki yansımasıdır. Kemerlere işlenen “la galibe illallah” âyetleri de gerçek saltanatın sahibine işaret eden bir ok, bir hatırlatıcıdır. Bu mimari yapı, İslam-Dünya görüşünün mekân ölçeğinde hemen tüm boyutlarının sergilendiği bir muhteşem eser, tarihi bir tanık, zamana vurulan “Allah’tan başka mutlak galip yoktur” mührüdür.
Yazar, özellikle mimariyi ele aldığı gezi bölümünde, kâh anılarından bahsetmekte kâh hüzünlenip duygularını okuyucuya sunmaktadır. Bu bölümde dil, ilk bölümdeki gibi metodolojik değildir, burada daha öznel ve özel hislerden bahsedilir. Aslında bu rahatsız edici bir durum değildir, samimidir ve tarihi olgulardan çıkıp güncele gelen bir üslubu yansıtır.
Yazarın da benzer görüşlerle desteklediği gibi, bizim izine düştüğümüz medeniyetin asıl parçaları bu mimari eserler, asıl peyzajlarımız da kültürümüzden miras kalan bu köşelerdir. Ne var ki, bu eserlerin çoğu Müslümanların İspanya’dan çıkarılmasıyla, Katolik kilisesinin başlattığı saf halk ve toplum kampanyalarına dayanılarak yıkılmış ya da minareler çan
kulelerine, camiler de kiliselere çevrilmiştir. İçine bir kilise inşa edilip, çeşitli müdahalelerle yapısı bozulan ve karanlıkta bırakılan Kurtuba Camii bunun en hüzünlü örneklerindendir.
Ahmet Hamdi Tanpınar da bu konuyla ilgili olarak şöyle demektedir: “Bir katedralin heykel kalabalığını mimari tesir ile karıştıranlar, istedikleri kadar başka sanatları övsünler, benim hayranlığım çıplak bir insan vücudu gibi yalnız kendisi olmakla kalan abidelerin yapıcılarına, ruhlarındaki ilahi nispet sezişiyle duayı zekânın bir tebessümü haline getiren, duygusuz maddeyi güneşin adına söylenmiş bir kaside yapan mimarlarımıza, o derviş feragatli ustalara gider.” [11]
Yazar ilk bölümünde Endülüs tarihinden bahsettiği kitabının son bölümünü kendi anılarına, izlenimlerine ve değerlendirmelerine ayırmıştır. Bu değerlendirmeler içeren netice kısmında yıkılışın tarihi ve sosyolojik nedenlerini açıklamakta ve görüşleriyle olaylar üzerinden şimdiye dönük bir rapor çıkarmaktadır. Bu yıkımın mesulünün iç çatışmalar olduğunu yinelemekte ve eklemektedir: “Hey gidi dünya ve hey tarih! Bu insanlar her ikinizle de ne kadar çok
oynadılar.” [12]
Kitabın Endülüs Emevi Devletinin düşüşünden bahsedilen son bölümünde, son halifenin ölümünden sonra Mülükût-Tavaif (Beylikler) Dönemi’ne giren Endülüs’ün kendi içerisinde küçük, bağımsız devletlere bölündüğü görülmektedir. Bu devletler kendi aralarında savaşarak güçlerini yok yere tüketirken karşıda ise yönetim birliğini tamamlayan ve kuzeyde
önemli bir ittifak dolayısıyla giderek güçlenen bir İspanya Devleti vardır. Kastilya Kraliçesi İzabella ve Aragon kralı Ferdinant’ın evliliğiyle tek bir İspanya krallığı yükselmekte, reconquista politikası uygulanmaya çalışmaktadır. Reconqista, yeniden fetih manasına gelen ve İber yarımadasındaki Müslüman varlığını ortadan kaldırmayı amaçlayan bir kavramdır [13].
Aslında reconquista, Kudüs’ü elde edemeyen haçlıların Müslümanlardan rövanş alma güdüsünün Batı Avrupa’daki devamıdır [14]. Ve bu esnada kuzeyde dirilen bir haçlı ruhu varken, güneyde Müslümanların kendi kendileriyle çekişerek beyhude yere güçlerini sarf etmeleri üzücü ve düşündürücüdür. Bu durum bize bugünleri ve Ali İmran suresinin 103.
âyetini hatırlatmaktadır [15].
Müellif de kitabının birçok yerinde, âyetler üzerinden olayları yorumlamış ve özellikle sonuç bölümünde vardığı neticelerle okuyucuya öğüt niteliğinde değerlendirmeler sunmuştur. Bu değerlendirmeler neticesinde İslam tarihine, terkedilen dünya nimetlerinin küçük bir sergisine yahut bize kaldığı biçimde bir uhrevî hayat müzesini seyreder gibi baktığımızda ya da âna bıraktığı küçük izlerden peşine düştüğümüz tarihin satır aralarında dolanırken geçmişin güzelliklerini anımsayıp hayıflandığımızda, Müslümanlar niçin geri kaldı diye sorduğumuzda; tüm dağılmaların, yok oluşların müsebbibi olarak karşımızda Allah’ın ipinden kopmayı bulmaktayız. Yüzlerce yıldır eşiğinde başımızı kaşıyarak durduğumuz medeniyetten, bizim medeniyetimizden yine bu sebepten ötürü, hayatın yaldızlı emperyal üslubuna kapılmaktan ötürü ayrı düşmekte olduğumuzu görmekteyiz. Ahmet Hamdi Tanpınar da öz değerlerimize sahip çıkamayışımızı şöyle ifade etmiştir: “Gerçek yapıcılığın, mevcudu muhafaza ile başladığını öğrendiğimiz gün mesut olacağız. Fakat yapmasını çok iyi bilen ve seven şark, muhafaza etmesini bilmez.” [16].
Sonuç olarak, bizi unuttuğumuz geçmişte tarihi bir yolculuğa çıkaran bu kitap, okuyucuyu Endülüs üzerinden birçok mühim kavrama götürmektedir. İnsanların yeniden medeniyet kurma çabasını gereksiz bulmaktadır, zirâ bizim medeniyetimiz zaten vardır. Asıl olan bu medeniyeti diriltmektir.
Kitapta konunun işlenişi gayet sistematik ilerlemiş, eklenen dizinler ve dipnotlar kitabı akademik bir araştırma seviyesine çıkarmıştır. Kitabı albümleştiren fotoğraflar okuyucuya Endülüs sokaklarını sunarken, aynı zamanda da kitabın akıcılığını arttırmakta ve konuların ağırlığını dindiren bir tampon oluşturmaktadır. Bazı cümlelerin çok sık tekrarlanması ya da kitaptaki öznel unsurların yoğunluğu negatif unsurlar olarak değerlendirilebilir. Ancak neticede bu kitap, geleceğin inşasının geleneğin birikimiyle mümkün olabileceği şuurundaki her Müslümana ve Endülüs tarihini öğrenmek isteyen herkese tavsiye edilebilecek bir eserdir.