Fatma Semiha Çelik [1]
John Rogers Searle
31 Temmuz 1932 yılında Colorado, Denver’da iş idarecisi bir
babanın ve hekim olan bir annenin çocuğu olarak dünyaya geldi.
Ailesi Wisconsin’a taşındıktan sonra eğitim hayatına Wisconsin
Üniversitesi’nde devam etti. 19 yaşında Oxford Üniversitesi’nde
okumak için Rhodes bursu kazandı. 1959’da felsefe doktorasını
aldıktan sonra Oxford’dan ayrıldı. İlk olarak Mills felsefe
profesörü unvanıyla, daha sonra ise Slusser felsefe profesörü
olarak Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley Felsefe Fakültesine
atandı.2
Searle, ilk olarak dil felsefesi alanında çalışmalar yaparken, 70’li yıllardan itibaren zihin
felsefesi alanında çalışmalar yapar. Dil felsefesi alanında özellikle “speech act theory (dileylem teorisi)” ile tanınır. Makaleleri ve yayınlanmış birçok eseri olan Searle’ün, bir
milyondan fazla kişi tarafından izlenmiş olan TED konuşması da fikirlerini merak edenler
için önemli bir kaynaktır.
Günümüzde, yaygın kanının aksine, bilincin biyolojik bir fenomen olduğu ve bilince dair
yaptığı diğer özgün açıklamaları ile, bilincin nasıl oluştuğunu bilmediğimiz için bilinçli
robotlar üretmemizin şu an için imkânı olmadığı iddiaları ile gündemdedir.3
1
fatmasemihacelik@gmail.com.
(Bu yazı Young Academia ve İdeal Bilge Gençlik Spor ve İzcilik Kulübü Derneği iş birliğinde Prof. Dr.
Hür Mahmut Yücer yönetiminde “Medeniyet Okumaları Yazarlık Atölyesi” kapsamında üretilmiştir.)
2 www.britannica.com
3 www.ted.com
Speech Acts (Söz Edimleri), Expression and Meaning, Intentionality, Minds Brains and
Science, The Rediscovery of the Mind (Zihnin Yeniden Keşfi), The Mystery of Consciousness,
Rationality in Action, The Construction of Social Reality (Toplumsal Gerçekliğin İnşası) ve
Consciousness and Language (Bilinç ve Dil) eserleri önemli bazı eserlerindendir.4
Kitap Hakkında
Litera Yayıncılığın baskısıyla okurlara sunulan bu kitabın ilk basımı 2005 yılında, ikinci
basımı ise 2015 yılında yapılmıştır. Sade ve düzgün bir çeviri ürünü olan bu kitabın arka
kapağındaki tanıtıcı yazı okurlara iyi bir özet sunmaktadır. Kitap altı bölümden
oluşmaktadır.
Yazar bu kitabın varoluş amacını şu cümleler ile açıklar: Çeşitli konular üzerinde bir kitap yazan
herkes, neticede bu çeşitli konuların birbiriyle nasıl alakalı olduklarını açıklayan bir kitap yazmak için
bir dürtü hissetmelidir. Bütün bunlar arasında nasıl bir bağlantı kuruluyor? Elinizdeki kitap, işte bu
türden bir kitaptır.
Searle, daha önceden yazmış olduğu Minds, Brains and Science kitabı ve bu kitabın, geniş bir
problem sahasını, sahanın uzmanı olmayanlar için anlaşılabilir bir tarzda fakat entelektüel
derinliği feda etmeden açıklamaya çalıştığını belirtir. Okuyucuların önceden felsefe eğitimi
alması ya da bu konuda teknik bilgi sahibi olmasına gerek olmadığını söyler. Searle’e göre,
Minds, Brains and Science zihin ve beyin düzleminde durmakta iken, bu kitap genel olarak
zihinden dil ve toplumsal gerçeklik basamaklarına tırmanmaya çalışmaktadır.
Her iki kitapta da dil, bilgi, ahlak, toplum, hür irade, rasyonalite ve diğer pek çok konuları
zihin felsefesi temelinde, düalizmi ve maddeciliği reddeden bir zihin analizi yoluyla ele
aldığını belirtir Searle. Bu kitabın diğer kitaplardan farklı olarak ne en çok bilinen felsefi
problemlerle okuyucu karşı karşıya getiren ne de felsefenin tarihini veren bir klasik felsefeye
giriş kitaplarından olduğunu söyler. Görünüşte birbiriyle alakasız gibi görünen ya da
marjinal olarak alakalı olan konuların bir dizi açıklamasını sentezlemeye çalıştığı için
sentezci bir kitap olduğunu ifade eder. Zihnin, dilin ve toplumsal gerçekliğin belirli asli
parçalarının nasıl işlediğini ve nasıl tutarlı bir bütün oluşturduklarını açıklamak yazarın
temel amacıdır.
4 Litera Yayıncılık
Modernizm Yeniden
17. yüzyıldan başlayıp 20. yüzyılın ilk onlu yıllarına kadar olan bilimsel devrimlerle beraber
insanlar, evrenin nasıl işlediğini anlayabileceğine inanmaya başlamıştı. Kopernik
Devrimi’nden itibaren, Newton mekaniği, elektromanyetizm teorisi ve Darwin’in evrim
teorisiyle evren daha da anlaşılabilir hale gelmişti. Bu gelişmelerle beraber bilim maddi
alanı, din ise manevi alanı sahiplendi. Maddi alanın payına fiziksel olan, manevi alanın
payına ise zihinsel olan düşüyordu. Yapılan bu iki ayrım zihin ve beden ayrımı diye bilinir.
Kartezyen dualizm olarak da bilinen bu görüşün tarihi 17.yüzyıla René Descartes’a dayanır.
Evrenin akledilebilir ve mahiyetinin anlaşılmasının mümkün ve kendini de bu konuda
muktedir olduğunu düşünen insanın yaşadığı bu şaşalı döneme Searle, Aydınlanma Vizyonu
demeyi önermiştir.
Searle’e göre bu entelektüel iyimserliğe vurulan en büyük ve tek psikolojik darbe I. Dünya
Savaşı’nın doğurduğu yıkımdır. Bu yıkıma eşlik eden bazı salt entelektüel meydan okumalar
da vardır. Bunlardan biri olan görelilik kuramı zaman ve mekân, madde ve enerji hakkındaki
en temel kabullere tehdit oluşturmaktaydı. İkinci entelektüel meydan okuma matematik
bilimine idi. Teorik paradokslar dizisinin keşfedilmesi ile beraber rasyonalitenin kalesi olan
matematiğin rasyonelliğine meydan okunuyordu. Üçüncü meydan okuma psikolojiden,
Sigmund Freud’dan gelmekteydi. Freud’a göre, rasyonel bilinç irrasyonel bilinçdışı
okyanusunda bir adaydı sadece. Searle’ün entelektüel meydan okuma diye tanımladığı bir
diğer kılıç Kurt Godel’in eksiklik kanıtı idi. Matematiksel sistemlerde doğru olduklarını
görebildiğimiz, fakat doğru oldukları bu sistemler içinde ispatlanamayan doğru yargılar
vardı. Bu meydan okumaları listesinin daha da uzayabileceğini örneğin antropologların da
farklı kültürlerin farklı rasyonaliteleri olduğunu iddia ettiklerini söyler Searle. Genel olarak
bu meydan okumalar Aydınlanma Vizyonuna yapılmış olup, postmodernizm çatısında
buluşmuşlardır.
Yazar kendi fikirlerini saklamak yerine açıkça kendisinin Aydınlanma Vizyonunu kabul
ettiğini ve amacının Aydınlanma Vizyonuna mütevazı bir katkı yapmak olduğunu belirtir.
Yukarıda sunulan iddialara makul, basit ve sistematik bir şekilde cevap verir. Bu görüşlerin
aksine, evrenin bizim zihinlerimizden bağımsız olarak var olduğunu ve belirli sınırlar
içerisinde evreni anlayabileceğimizi iddia eder. Karışıklığın ve belirsizliğin hakimiyet
sürdüğü çağdaş dönemde, görüngüler birbirinden farklı gibi görünse de bu görüngülerin
altında yatan bir birlik olduğuna inanır. Bu yazıda yazarın tüm görüşlerine yer verilmeyecek
olup kitabı tanıtmak amacıyla bazı örnekler verilecektir.
Freud’cu psikolojinin meydan okumasına, insan kültürüne yaptığı katkıları kabul ederek, bu
teorinin bilimsel bir teori olarak ciddiye alınmadığını belirterek cevap verir. Godel’in
meydan okumasındaki önemli olan şeyin ontoloji (ne vardır?) ve epistemoloji (nasıl
biliyorum?) ayrımında olduğunu açıklar. Doğruluğun, olgularla örtüşme meselesi olduğunu
ve bir ifadenin doğru olabilmesi için bu ifadeyi doğrulayan bir olgu olması gerektiğini ifade
eder. Olgular, var olan şeylerin yani ontolojinin konusudur. İspatlanabilirlik ve
doğrulanabilirlik ise hakikati bulup ortaya çıkarmaya ilişkin konulardır dolayısıyla
epistemolojiye ait kavramlardır. Bu kavramların olgularla karıştırılmaması gerektiğini,
meydan okumanın ise buradaki karışıklıktan doğduğunu belirtir. Aslında Godel,
matematiksel doğruluğun kanıtlanabilirlikle bir tutulamayacağını kesin olarak göstermiştir.
Antropologların meydan okumalarına cevap olarak, bir kabile kültüründeki irrasyonelliğin
ancak evrensel rasyonelite standartlarıyla anlaşılabileceğini söyler.
Kendilerini bırakmamız bilinçli bir çabayı ve ikna edici bir argümanı gerektiren, önceden
beri derin bir kanaat beslediğimiz görüşleri “Mevcut-Geçerli Durum (Default Position)”
olarak adlandırır. Zihinsel arkaplanımızda var olan mevcut durumlar, inanmak istediğimiz
şeylerin önünü tıkar. Bu tıkanıklıkların önünü açmak için mevcut durumları terk etmeleri ve
yeni devrimci görüşleri onun yerine geçirmeliyiz. Büyük filozofların ise ünlerini çoğu zaman
herkesin hiç itirazsız kabul ettiği şeyleri kabul etmemeye borçlu olduğunu belirtir. Ardından
yazar mevcut-geçerli durumların genelde doğru olduğunu ve onlara yapılan saldırıların da
hatalı olduğunu ifade eder. Eğer bu durumlar filozofların itham ettikleri kadar hatalı
olsalardı, bu hatalı tutumların insanlık tarihinin hengameleri içinde yüzyıllar boyu, hatta
binyıllarca, hayatlarını sürdürmeleri imkânsız olurdu. Fakat mevcut durumların hepsinin
doğru olduğunu iddia etmeyen yazar, zihnin ve bedenin birbirinden ayrı iki varlık olduğu
yani dualizm görüşünü yanlışlar.
Yazar dışsal realizm görüşünü yani, evrenin insan ya da başka bilinçli bir özne ortaya
çıkmadan önce de mevcut olduğunu ve hepimiz sahneden çekildikten sonra da mevcut
olmaya devam edeceğini benimser. Ancak görüngülerin tamamının zihinden bağımsız
olmadığını, örneğin para, mülkiyet, evlilik, savaşlar, futbol oyunları, kokteyl partilerinin
mevcudiyetlerinin bilinçli insan öznelerine bağlı olduğunu da belirtir. Bu görüşlerini
dördüncü ve beşinci bölümde ayrıntılı olarak aktaracaktır.
Dışsal realizme yapılan hücumların temelinde psikolojik sebeplerin yattığını belirtir. Gerçek
dünyanın insafına kalmak zorunda olmamız bir şekilde insana oldukça itici gelir. Bizim
temsillerimizin bizden başka herhangi bir şeye karşılık gelebilir oluşu da oldukça can sıkıcı
gibi görünür, der Searle. Dolayısıyla bu hücumların asıl sebebi “argümanlar” yerine “güç
istenci”dir.
Realizme Dört Meydan Okuyuş altbaşlığında, perspektivizm görüşünün realizme karşı
sunduğu iddiaları ayrıntılandırarak fikirlerinin özeti olan bu kitaba devam eder.
Kuşkuculuk, Bilgi ve Gerçeklik altbaşlığında kuşkucu argümanların iddialarını anlatır.
Searle’e göre gerçekliğe karşı yapılan en ünlü iki çürütme bilimden ve yanılsamadan gelen
argümanlardır. Örneğin bir ağacı gördüğünüzden nasıl emin olabilirsiniz? Ya da
gördüğünüz şey ağaç mıdır? Gördüğünüz şey herkes tarafından aynı olarak mı algılanır?
gibi sorularla gerçekliği yani realizmi sorgularlar. Algı kavramı üzerinden argümanlarını
temellendirirler. Fakat Searle’e göre aslında yaptıkları şey, gerçek dünyayı görmemizin nasıl
vuku bulduğunun nedensel bir açıklamasıdır. Nedensel açıklamaları veriyor olmaları,
gerçek dünyayı görmediğimiz sonucuna yorulmamalıdır.
“Tanrı’nın mucizesi niçin Karbon 14 testine tabi olsun?”
İlk bölümün son altbaşlığı olan Ateizmin Ötesi’nde bugünlerde Tanrı’nın varlığı konusunu
kimsenin aldırmadığını ifade eder. Eskiden mucize olarak adlandırılan olayların şu an için
sadece “anlamadığımız olaylar” olarak anlaşıldığını belirtir. Artık mucizelerin hikayelerine
inanmamak şöyle dursun, mucizeler bir ihtimal olarak bile ciddiye alınmıyor, der. Dünyanın
gizeminin arındırılmasının bir kanıtı olarak, İsa’nın çarmıha gerilmiş cesedinin şeklini
taşıyan mucizevi kefenin, kilise yetkilileri tarafında radyoaktif teste tabi tutulduğunu ve
sadece yedi yüzyıllık bir kefen olduğunun ortaya çıktığını, sunar. Buradaki meselenin
mucizevi kefenin gerçek tarihi değildir, insanların artık Tanrı’nın mucizesi olarak saydıkları
şeyleri testlere tabi tuttuğunu ve testlerin Tanrı’nın mucizesini sınadığını belirtir. Dinin bir
zamanlar taşıdığı şekilde herkes için önem taşımamasının sebebinin dünyanın
gizemlerinden arındırılmasının olduğunu ve bunun hepimizin ateistleştiğinden çok ateizmin
ötesine geçtiğimizi gösterdiğini belirterek ateizme farklı bir pencere açar John Rogers Searle.
Dualizm ve Materyalizmden Uzak Yeni Bir Başlangıç
Kitabın birinci bölümünde yazar, felsefi analiz ile ilgili konuları tartışırken, ikinci bölümü
olan Evrenle Nasıl Uyum Sağlarız: Biyolojik Bir Görüngü Olarak Zihin’de ise modern bilimin
sonuçlarını ele alıp tartışmaktadır. Bu bölümde bilinç kavramını irdeler.
Searle, atomcu madde teorisi ve evrimci biyoloji teorisine dayanarak karbon temelli
organizmalardan bazılarının evrilerek sinir sistemini oluşturduğunu ve bu sinir sistemlerinin
de evrilerek insan ve hayvan zihinlerini oluşturduğunu ifade eder. Zihnin ise en asli
özelliğini ve uyanıklılık halini bilinç olarak tanımlar. Bilinçli deneyimlerin çok fazla
çeşitliliğe sahip olduğunu, uyanıkken ve rüya görürken bir ya da daha fazla bilinç
durumunda olduğumuzu belirtir.
Zihin ve bilinç için hâlihazırda kullandığımız kelimeler yerine kendi kavramlarını oluşturan
yazar, önce kavramlarını okuyucuya sunup daha sonra açıklamalarını vermektedir. Bu
sayede yazarın özgün kavramları daha iyi anlaşılmaktadır. Bilinç kavramının karmaşıklığına
rağmen yeni kavramlar ile bilinci daha anlaşılır hale getirmeye çalışır.
Yazara göre bütün bilinçli durumların müşterek üç özelliği bulunmaktadır. Ortak
özelliklerden birincisi bilinçli durumların içsel olmasıdır. Bilinç mecburen bir organizmanın
ya da sistemin içinde bulunur. İçselliğin diğer bir manası zihinsel durumların birbiriyle olan
ilişkisidir. Herhangi bir zihinsel durum diğer durumlarla belli bir ilişki içinde konumlanmak
zorundadır. Ortak özelliklerden ikincisi bilinçli durumların niteliksel olmasıdır. Her bir
bilinçli durum için kendisini hissettiği belli bir tarz, kendisine ait belli bir niteliksel karakter
vardır. Ortak özelliklerden sonuncusu ve yazara göre en önemlisi, bilinçli durumların daima
insan ya da hayvan öznesi tarafından tecrübe edilmesi manasına gelen öznel olmasıdır.
Bilimin tanımı gereği nesnel, bilincin tanımı gereği öznel olması hasebiyle bilincin biliminin
olmayacağı düşüncesi yıllardır devam etmektedir. Yazar bu yanlış anlayışa öznellik ve
nesnellik sözcüklerinin belirsizliğinin sebep olduğunu belirtir. Doğruluğu ya da yanlışlığı
gözlemcilerin tutumlarına, tercihlerine, değerlendirmelerine bağlı olan ifadelere öznellik
yerine epistemolojik öznellik demeyi tercih etmiş, bu durumun tam tersi olan ifadelere de
nesnellik yerine epistemolojik nesnellik demiştir. Bu iki sözcüğün epistemolojik anlamları
olduğu gibi ontolojik anlamlarının da olduğunu vurgular. Örneğin ağaçlar ve bulutlar bir
özne tarafından deneyimlenmeye bağlı olmadan var oldukları için nesnel var olma kipine
sahiptirler. Ağrı ve kaşınma ise öznel var olma kipine sahiptir çünkü bu durumlar bir özne
tarafından deneyimlenmiş olarak var olabilirler. Uzun süredir kabul edilen anlayıştaki
yanlışlık, bilinç durumlarının ontolojik olarak öznel bir var olma kipine sahip olduğu için
epistemolojik olarak nesnel olan bir bilim tarafından araştırılamayacağı düşüncesinden
kaynaklanmaktadır. Örneğin “ayak parmağımdaki ağrı” ontolojik olarak özneldir fakat “X
kişisinin ayağında bir ağrı var” ifadesi epistemolojik olarak öznel değildir. Ezcümle bilincin
öznel bir var olma kipine sahip oluşu bilincin nesnel bir bilim tarafından incelenmesine engel
değildir.
İkinci bölümün ikinci kısmında düalizm ve materyalizmin bilince nasıl baktığını ve bilinci
neden göz ardı ettiklerini açıklar. Her iki görüşün de eksik yanlarını ortaya çıkarır ve en
nihayetinde geleneksel zihin, bilinç, madde, zihinsel, fiziksel gibi kategorilerde ve geleneksel
olarak felsefi tartışmalarda inşa edildikleri şekliyle geri kalan diğer bütün şeylerden
vazgeçilmesi gerektiği şeklinde bir öneri getirir. Yazar bizim ne düalizme ne de
materyalizme mecbur olduğumuzu düşünmektedir. Bilincin biyolojik bir görüngü
olduğunu, bilinç süreçlerinin biyolojik süreçler olduğunu iddia eder. İkinci kısmın
devamında ise bilincin biyolojik bir görüngü olmasına rağmen, bilincin öznel birinci şahıs
ontolojisine sahip olması, bilincin katılık ya da sindirim gibi üçüncü şahıs görüngüsünü
indirgeyebileceğimiz şekilde nesnel bir üçüncü şahıs görüngüsüne indirgenmesini imkânsız
kıldığını belirtir. Bu durum bilinci sanki etkisiz ve gerçek dışı bir üst-görüngü gibi
görülmesine sebebiyet verir.
İkinci bölümün son kısımlarında Searle, bilincin evrimsel işlevi olduğunu iddia eder ve bunu
reddedenlerin uyguladıkları metodolojilerin hatalı olduğunu gösterir. Son olarak bilinçli
varlıkların, nesneleri ve dünyadaki durumlarını temsil etmek ve bu temsiller temelinde
edimde bulunmak zorunda olduklarını ifade eder. Edimde bulunmak ve niyetlilik
arasındaki ilişkiyi irdeler.
Bilinç Nedir, Ne Değildir?
Searle, kitabın üçüncü bölümünde bilincin yapısına dair fikirlerini ayrıntılarıyla beyan eder.
Genelde bilinç denilince akıllara yakın çevredeki nesnelerin ve olayların betimlemesi gelir.
Halbuki bilinç bu değildir. Bilincin ne olduğuna dair yapılan açıklamalarda yaşanan
zorlukta, bilincin dağlar ya da okyanuslar gibi gözlemlenememesi ve bilincin fiziksel bir
dünyanın parçası olduğunu reddeden felsefi bir geleneğin süregelmesi etkilidir.
Yazar bilinci betimlemeye başlamadan önce felsefi gelenekte bilinçle ilgili yaygın olarak
yapılan üç hatadan bahsetmektedir. Birinci olarak gösterdiği hata, kendi bilinç durumlarımız
hakkında hata yapmayacağımıza dair olan kesin inançtır. Örneğin kıskançlık ruhi
haliyetinde olan birisi ısrarla kıskanmadığını söyler, halbuki kıskandığı aşikardır. Yazara
göre, insanlar çoğu zaman kendi bilinç durumları hakkında hatalı yargılarda bulunmaktadır.
İkinci hata, bilinç durumlarımızın introspective denilen ve bir tür iç zihinsel görme olan özel
bir meleke vasıtasıyla bilindiği zannıdır. Bu zannın hata olmasının sebebi, görme modelinin
algılama eylemiyle algılanan nesne arasında bir ayrım yapılması gerektirmesidir.
Örnekleyecek olursak, sandalyeyi algılama deneyimi ile sandalye arasında bir ayrım vardır.
Fakat bu ayrımı kendi deneyimlerimiz için yapamayız. Parmakta algılanan uyuşmayı
düşünürsek eğer, uyuşma ve algılanan uyuşma arasında bir ayrım yapılamaz. Üçüncü hata
ise, bilinç durumlarımızın hepsinin kendilik bilinci gerektirdiği şeklindeki doktrindir. Yazara
göre, her bilinçli durumda, o bilinçli duruma sahip olan öznenin ikinci mertebeden bir
farkındalığa sahip olması gerekmez.
Bu bölümün ilerleyen kısımlarında bilincin en önemli yapısal özelliklerini on madde halinde
özetler. Yazarın yaptığı bu liste bilincin ne olduğuna dair yazara ait önemli fikirleri
barındırır.
Searle bilinci, nörobiyolojide bağlama problemi olarak yani; bir bütünün o bütünü oluşturan
bileşenlerden oluştuğu düşüncesi ile anlayamayacağımızı savunur. Bu görüş yerine alan
metaforunu önerir. Bilinci açık bir alan, bilinç durumlarındaki değişimleri bu alanın üzerinde
ortaya çıkan öbek ve tümsekler olarak tanımlar. Searle’e göre, bilinç tanımı gereği baştan
birleşik haldedir ve birleşik bir bilinç alanının parçası olmasa, hiçbir şey bilinçli olmaz. Yine
de belirli algısal duyular açısından bağlama probleminin olduğunu da ekler.
Yazar üçüncü bölümün son kısmında bilincin önemini ve değerini takdir eder. Ona göre
bilinç, gerçekliğin en önemli özelliğidir ve önemli olan her şey, bilinçle ilişkisi oranında
önemlidir. Son olarak, bilincin en önemli özelliği niyetlilikle bağlantılı olmasıdır, diyerek bir
sonraki bölüm olan Bilinç Nasıl Çalışır: Niyetlilik bölümüne atıf yapar.
Bilinç ve Niyetlilik
Kitabın dördüncü bölümü olan Bilinç Nasıl Çalışır: Niyetlilik’te yazar, bilinç ve niyetlilik
arasındaki ilişkiyi açığa çıkarmaktadır. Niyetlilik kavramını, zihnin nesnelere ve dünyadaki
şey durumlarına yönelmesini, nesneler hakkında olmalarını sağlayan bir terim olarak
kullanmakta olup, zihnin evrimsel gelişimde üstlendiği “insanlarla ilişki kurma” özelliğinin
adı olarak tanımlar.
Bu kitabı yazmaktaki amacının zihin, dil ve topluma dair çözümü zor çeşitli meselelerinin
hepsinin doğal dünyanın bir parçası olduğunu göstermekte olduğunu belirtir. Yazara göre
niyetlilik de bahsedilen doğallığa sahiptir. Niyetliliği başka bir şeymiş gibi göstermeye
çalışmak ve çözümü daha kolay türden şeylere indirgeyerek bu meselelerden kurtulmaya
çalışmak niyetlilik hakkında yapılan çözümsüz ve karmaşık yorumların sebebidir.
Herhangi bir beyin durumunun zihinsel olabilmesi için bu durumun bilinçli bir forma
dönüşebilmesine prensip olarak muktedir olması lazımdır. Hakiki zihinsel durumlar
gerçekten de hem bilinçli hem de bilinçsiz olduklarında nedensel olarak işlevde bulunurlar.
Bu noktanın insan bilişinin (cognition) açıklanması açısından çok önemli olduğunu söyler.
Niyetliliği incelemeye tabi tutan Searle, hakiki niyetliliğin içsel ve türetilmiş niyetlilik
olduğunu ifade eder. İçsel niyetlilik kişinin başkalarının gözlemlerinden bağımsız olarak
sahip olduğu durumlardır. Şuan çok aç olduğuma dair hissim gibi. Türetilmiş niyetlilik ise
“şuanda çok açım” gibi kelimelerle veya tablolardan, grafiklerden türetilmiş durumlardır.
İçsel niyetlilik gözlemciden bağımsız durumlar iken, türetilmiş niyetlilik gözlemciye bağlı
yani kullanıcıya bağlı durumlardır. Bütün türetilmiş niyetlilikler içsel niyetliliklerden
türetilmiştir. Mış gibi niyetlilik olarak ifade ettiği kavram ise “bahçemdeki bitkiler besin
açlığı duyuyorlar” gibi durumlarla tanımlanmıştır. Günümüzde pek çok yazar türetilmiş ve
mış gibi niyetliliği asıl paradigma gibi ele almakta ve içsel niyetliliğin hepsini bunlar
bağlamında açıklamaya çalışmaktadır. Bu sebeple, bilgisayarın işleyişinin türetilmiş
niyetliliği, insan beynindeki içsel niyetliliği incelemenin bir modeli olarak ele almaktadırlar.
Searle, açlık ve susuzluk gibi bedensel olarak ihtiyaç duyulan arzu biçimlerinin niyetlilik
taşıdığını belirtir. Nörobiyolojik süreçlerin susuzluk ve açlık gibi bilinçli ve niyetli
durumlara sebep olması ilginç bir durumdur. Niyetlilik taşıyan bu tür durumların canlının
hayatta kalması adına çok önemli evrimsel faydaları vardır.
Yazar bölüm boyunca, herhangi bir kelimenin nasıl o şeyi temsil ettiğine ve onun yerini nasıl
tuttuğuna dikkat çekmeye çalışır. Örneğin “Tolstoy” kelimesinin Tolstoy’u temsil etmesi
gibi.
Bölümün ilerleyen kısımlarında niyetliliğin yapısına ve bazı özelliklerine değinir.
Niyetliliğin ayrı bir zihinsel yetenek olarak işlemediğini, Arkaplan olarak adlandığı birtakım
yetenekler zemininde işlediğini söyler. Arkaplan, çok temel ve geniş bir mekanizmadır.
Örneğin yemek yerken kulağımıza kaşık götürmeyeceğimizi biliriz ve yürürken dik yürürüz.
Arkaplanın bir kısmı tüm kültürlerde ortaktır, bir kısmı ise kültürlere göre değişiklik
gösterir.
Toplumsal Olgulardan Kurumsal Gerçekliğe
Yazar, önceki bölümlerde yapmış olduğu açıklamayı beşinci bölümde kurumsal gerçekliğin
doğasını açıklamak için kullanır. Bu bölümün esas problemini, ontolojik açıdan öznel belli
tutumlardan oluştuğu halde, epistemolojik olarak nesnel bir kurumsal gerçekliğin nasıl
olabileceğini açıklamaktır.
Para, dil, mülkiyet, evlilik, yönetim, üniversiteler, kokteyl partileri, avukatlar, devlet
başkanları gibi şeyler nasıl nesnel bir gerçekliğe sahip olabilmektedir? Bu problemi kolektif
niyetlilik, işlev yükleme ve kurucu kurallar üzerinden çözmeye çalışır. Paranın tarihi üzerinden
anoloji yaparak kurumsal gerçekliği anlamaya çalışır.
Yazar, kolektif niyetliliği genel kabulün aksine bireysel kolektiften türetilmiş bir şey olarak
değil ilkel niyetlilik olarak her zaman var olduğunu iddia eder. Kolektif niyetlilik, yeni
tanımı ile beraber, gerçek hayatta çok yaygındır. Bir futbol oyunu ya da bir konserin olması
için kolektif niyetliliğin faaliyette olması gerekmektedir. Yazara göre insanlar ne zaman
ortak bir iş yaparsa kolektif bir niyetliliğe sahiptirler.
Searle, bölüm boyunca insanların diğer türlerden farklı olmasını sağlayan olağanüstü bir
yeteneğe sahip olduklarına dikkat çeker. Bu yetenek, kaba toplumsal olguları başka bir
forma çevirerek kurumsal gerçeklikler haline getirmesidir. Kurumsal gerçekliklerin insanlar
tarafından yüzyıllar boyu kabul edilip, bu gerçekliklere nesnel olgularmış gibi bir tutum
sergilemeleri son derece ilginç ve insana has bir durumdur.
Bir nesneye işlev yükleyerek olduğundan daha farklı bir biçimde o nesneyi kullanmak
hayvanlarda da görülen bir yetenektir. Diğer türlerde de bulunan işlev yükleme yeteneği
nesnenin somut gerçekliği ile alakalıdır. Örneğin bir ayı bir kütüğü oturak olarak
kullanabilir. İnsanlarda işlev yükleme yeteneği statü işlevi formuna dönüşebilir. Statü işlevi
formunda ise bir nesne somut gerçekliğini kaybetse dahi o nesneye atfedilen statü
geçerliliğini insanlar arasında devam ettirebilir. Örneğin iki köyün arasında inşa edilen
duvar ilk olarak yüksek bir biçimde inşa edilmiş ardından duvar yıkılmış, çok az bir kısmı
ayakta kalmıştır. Duvar önceden sahip olduğu fiziksel işlevini gerçekleştiremese de iki köy
halkı için de o duvar sınır manasındadır, yani; statü işlevini devam ettirebilmektedir. Beşeri
kurumların söz konusu olduğu yerde işlevler, statü işlevleridir ve beşeri kurumların var
olabilmesi bu sayede olmaktadır. Statü işlevlerinin gerçekleşebilmesi için dilin
sembolleştirici yeteneğinin gerektiğini belirterek son bölüme giriş yapar.
Kurumsal gerçekliğin var olabilmesindeki temel yapı taşlardan bir tanesi kurucu kurallardır.
Kurucu kuralların diğer kurallardan farkı, düzenlemede bulundukları faaliyetin bizzat
kendisini oluşturmalarıdır. Bu kurallar ancak belirli bir bağlamda faaliyet oluşturabilirler.
Örneğin satranç oyununda, belirli bir şekle sahip bir taş adına yapılan falanca hareket bir
atın hareketi sayılır.
Yazar öne sürdüğü yeni kavramları ayrıntılarıyla açıkladıktan sonra kurumsal gerçekliğin
inşası için basit bir model inşa ettiğini söyler. Her türlü kurumsal gerçekliğin kolektif
niyetlilik, işlev yükleme ve kurucu kurallar kavramları ile açıklanabileceğini iddia eder.
Yazara göre, kurumsal yapının amacı ve işlevi kaba olguların “toplumsal kontrolü”nü ele
geçirmektir. Aslında, kurumsal gerçekliğin tamamı şu ya da bu şekilde güce ilişkindir.
Fiziksel Olandan Semantik Olanı Nasıl Elde Edebiliyoruz?
Kitabın altıncı ve son bölümünde insanın dil ile iletişim kurmasının nasıl mümkün olduğunu
ele alır. İnsan ağzından çıkan akustik birtakım seslerin yani; fiziksel bir olayın nasıl anlam
kazanıp da iletişime vesile olduğunu bölüm boyunca irdeler.
Söz edimleri olan edimsöz ve etkisöz üzerinden fikirlerini temellendiren yazara göre,
edimsöz dil ile iletişim için anahtar kavramdır. Edimsöz edimleri ile anlam ve niyetlilik
arasındaki ilişkiye dikkat çeker. Herhangi bir konu hakkında iddiada, bildirimde vb.
bulunduğumuzda gerçekleşen durumları aşama aşama inceler. Söz edimlerin farklı türlerini
açıklayarak anlam ve iletişim konuları üzerinde durur.
Edimsel sözleri dile getirerek kurumsal gerçeklikleri oluşturduğumuzu belirtir. Edimsözleri
gerçekleştirmenin bir statü işlevi yüklemek demek olduğunu ifade eder. Dilin
sembolleştirmeye yaradığını bu sayede de kurumsal gerçeklikleri oluşturduğumuzu belirtir.
Konuşmanın, düşüncelerin sözcüklere dökülmesi demek olmadığını, dil yeteneği ile
düşünme kapasitesinin aynı anda geliştiğini ve dil sahibi olmadan düşünmenin
olamayacağını söyler.
Son Cümleler
Searle, son sayfalarda kitabına dair öz eleştirilerde bulunur. Ele alıp tartıştığı geniş alanların
sadece yüzeyinin bir taslağını verdiğini ifade eder. Rasyonalite, insan özgürlüğü ve
toplumsal değer gibi hususları bu kitapta ele almadığını belirtir.
Yazarın kitabı neticelendirmeden önce yapmış olduğu felsefe ve bilim kavram analizi
oldukça mühimdir. Felsefenin büyük kısmının bilimin karakteristiği olduğunu ve felsefenin
nasıl cevaplayacağımızı bilmediğimiz sorularla ilgili olduğunu söyler. Felsefenin bilimsel
soruları hazırladığını belirterek herhangi bir konuda ilerleme kaydedildiğinde o konunun
felsefe alanından çıkıp bilim alanına girdiğini belirtir. Bu sebeple felsefe sanki çözümsüz
sorularla uğraşıyor gibi gözükür. Bu kitabı yazmaktaki amacının -çağdaş felsefecilerin
çoğunluğunun yapmadığı- genel bir teori elde etmeye yönelik olduğunu belirterek kitabı
nihayete erdirir.
Yazar, fikirlerini üzerine inşa ettiği fizik, kimya, biyoloji ve özellikle nörobiyolojinin
sonuçlarını tamamıyla kabul ettiğini söyler. Bu kabulün doğruluğu tartışmaya açıktır.
Okuyuculara ünsiyet kazandırmak için açıklayacağı kavramları ilk başta genel olarak
vermesi ve özgün kavramları cesurca kullanması yazarın üslubunun dikkat çekici
özelliklerindendir. Ayrıca fikirlerini örneklendirerek daha anlaşılır hale getirmiştir.
Zihin, Dil Ve Topluma Dair Soruların Ötesinde PDF