Türkan Kaplan [1]
Ağlarsam ıslanırım, tuz beni boğar
Kaygan hamlelerle geçemem kumu
Neden Harput koyamadım adını oğlumun
Acıya alıştıramadım oğlumu
“Öpüyorum Türküleri”
Asıl adı Metin Önal olan şair ve yazar Metin Önal Mengüşoğlu 1947 Elâzığ doğumludur. Malazgirt Savaşı sırasında Sultan Alparslan’ın yanında yararlılık gösteren bir aileden gelmelerine dayalı olarak Mengüşoğlu soyadını almak istemişler, ancak soyadı kanunu buna müsaade etmediği için bu soy ismini kullanamamışlardır. Yazarımız bu sebeple, Önal soy ismini kullanmış ve yazı hayatının başladığı altmışlı yıllardan itibaren Mengüşoğlu soyadını almıştır.
Mengüşoğlu, Diyarbakır İnönü İlkokulu (1957), Malatya Lisesi (1969), İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi (1979) mezunudur. Bir süre Vakıflar Başmüdürlüğü ve Bursa Disiplin Mahkemesinde çalışmıştır. Daha sonra aynı şehirde serbest ticaretle uğraşmıştır. 1998 yılında başörtüsü üzerine yazdığı bir şiirinden dolayı hakkında Ceza Yasasının 312. maddesine muhalefetten dava açılmış ve aklanmıştır.
Büyük oğlunu genç yaşta (23) kaybetmesi, ruhunda derin acılar bırakmıştır. Oğlu Yasir, İstanbul’da 11 Eylül 1998’de başörtüsü yasağına karşı gerçekleştirilen el ele eylemine katılmıştır. Orada emniyet güçlerinin üzerine su sıkması sonucu uzun süre ayazda yürümesi sebebiyle önce gribe tutulmuş, ardından zatürre olmuş ve nihayet kalp kriziyle vefat etmiştir. Babasının ifadesiyle adeta bir faili meçhule maruz kalmıştır. Harput Şehrengizi’ni oğlunun
vefatından sonraki on gün içerisinde yazıp bitirmiştir.
İlk şiiri “Unutmak”, 1962’de Yeni İstiklal gazetesinde çıkmıştır. Diğer yazı ve şiirleri Türk Yurdu, Defne, Çile (3 sayı, Malatya), Dal, Çağrı, Fikir ve Sanatta Hareket, İslâm Medeniyeti, Millî Gençlik, Deneme, Aylık Dergi, Kriter (1971-84), Varide, İktibas, Umran ve kendi çıkardığı Kelime (1986-87) dergilerinde yayımlanmıştır.
Hayatını ve çalışmalarını Bursa’da sürdürmektedir. Türkiye Yazarlar Birliği üyesidir. Harput Şehrengizi Türkiye Yazarlar Birliği tarafından şehir kitapları alanında 2000 yılının en iyi eseri ödülünü almıştır. Yusuf Turan Günaydın’ın hazırlamış olduğu “Şehir Edebiyat Bibliyografyası” (2009) adlı önemli çalışmada da kayıt altına alınmıştır [2].
Çekildim bezmden cana hele tenhalara göçtüm
Şikeste hatırımdan âşina mahzun ben mahzun
Şiirsel bir anlatımla yazılmış duygu yüklü bir eser olan Harput ehrengizi’nde yazarımız yok edilen Harput’un hasretini, kaybını, acısını öyle hissettiriyor ki, tarihî olguları, esprili geçişleri bile duygulanarak okuyoruz.
Daha önsözde başlıyor kitabın tamamını saran hüzün; her sayfada, her anıda bir sanatçıyla tanışıyoruz. Ya şair ya filozof ya ozan. Onlardan alıntılar tam yerine konmuş. Öyle ki sayfayı tam çevirince bir türkü, bir gazel ya da bir dörtlük
bekliyorsunuz. Ben Necip Fazıl’ı, Sezai Karakoç’u, Neşet Ertaş’ı bilirim. Harputlu Köse Seferzâde Hacı Raşit Efendi’yi bilmezdim. Harputlu Şirin-zâde Muallim Sâdi’yi ve birçoğunu da…
Kitabın sayfalarında Harput’u mu okumalıyım yoksa muhteşem eserlerin sahiplerinden bîhaber olduğum için mi üzüleyim düşündüm durdum.
Kitap önsöz ve on bölümden oluşmaktadır. Bu bölümler; “Keklik Bizden Uzaklaştı”, “Sanki Bin Yıl Yaşadım”, “Harput’um Meri Kekliğim”, “Harput Bilinci”, “Harput Endazesi”, “Dağlar Dağımdır Benim”, “Beyzade, İmam Efendi, Arap Baba, Fetehmet”, “Kudret Buzu”, “Gam zedeler / GamzeDeler”, “Eski Harput Görüntüleri”dir.
Ana başlık Harput’tu; yaşantısı nasıl, insanları nasıl, ne yer, ne içerler, neye gülerler tam da “İşte bu!” diyorsunuz; halk buymuş. Şu dörtlük öyle güzel anlatıyor ki sizin dilinizin ucundakini:
Suda yandı suda yandı
Od düştü suda yandı
Seğirttim su serpmeye
Serptiğim suda yandı
Şehir ve insan ilişkisini, yaşantısından tabii ki Harput’tan örnekler vererek anlatmış yazarımız. İnsanlar kendi elleriyle kurdukları şehirlere ait olmuşlar sonra. Şehirler kalmış yerlerinde, insanlar göçmüş. Gidenin yerine yenisi gelmiş; kendi kültürünü getirmiş. Kendi türküsünü ve şehrin türküsünü de sahiplenmiş. Belki de içine sindirmiş fark etmeden. Yazar; şiir, fikir ve şehir buluşmasını gösteren nadide bir eser vermiş. Harputlu olmakla o kadar onur duyuyor ki uzakta olsa da içinde olmuş. Diğer eserlerindeki şiirlerine de yansımış Harput aşkı ve hasreti.
Ayaklarında mermer parçaları
Silip götürmüş bütün yürüyüşleri
Yorgun liflerini bileklerinin
Harput çarşısında yakaladılar
Şehirli olmanın verdiği sorumluluk çerçevesinde aslî ihtiyaçların karşılandığını küçük hikayelerde dile getirmiş. Öyle sağlam bir yapıya sahipmiş ki Harput, muktedir gücü, mahir parmakları, çekici güzelliğiyle hemşehrisini öylesine büyülemiş ve kendisine râm eylemiştir. Ama nedendir bilinmez Sultan Abdülaziz zamanında serin, ferah, yüksek yerden halkın deyimiyle Allah’ın yazısına taşınmış. Evlerini söküp bir bir götürmüşler insanlar. Yeniden bir yerleşim ve düzen
kurmuşlar. Daha sıcak, daha dayanılmaz bir yere. Cumhuriyet döneminde de devam etmiş bu yıkım. Önce tırnak ekmeği yasaklanmış, sonra evlerinin bahçesinde kesilen kurbanlara izin verilmemiş “Oysa ne güzeldi o bayramlar, kurban kesilir bağırsakları ve yenmeyen diğer yerleri bahçedeki en genç fidanın dibine gömülürdü. Seneye o fidan serpilir buyur ve bir meyve verirdi ki sormayın.” daha bitmemiş şehrin yıkımı; toprağın üstündekileri bırakıp altındakilere de el atılmış ve tarihî mezar taşları bir bir yeni Halkevi binasında kullanılmış. Kendi tarihimizi mahvetmek, yok etmek için bunca çaba niye?
Harput, maddi ve manevi ihtiyaçlarının hiçbirisini veremez olduktan sonra da o bağlayıcı cazibesini sürdüren Anadolu şehirlerindendir. Modernizmin, maddeciliğin, tahripkârlığın yıkamadığı Harput ağzı, hançeresi dimdik ayaktadır. Sanat ve ahlâk yaşıyorsa, şehir yaşıyor demektir. Sosyalleşme, kaynaşma, sorumluluk sanki genetik kodlama gibi gözünün
gördüğüne hemen adapte olmak bizim insanımıza özgü. Nasıl mı, ……bakın nasıl anlatıyor
Metin Bey:
“Üç dört yaşlarındayım, Harput’ta Buzluktaki bağımızdayız. Tüm aile orada. Evimizin yanı başında buz gibi bir kaynak suyu vardı. Yanında da betondan yapılmış bir havuz, iki ceviz ağacının gölgesi havuza düşüyordu. Havuzun kenarında kocaman bir sal taş vardı. Biz o taşın üzerinde banyo yapardık. Koca kazanda su kaynatılıyor ve biz dışarıda yıkanıyorduk. Ben yıkanırken bir de ne görelim patikadan doğru gelen Resul ağabey değil mi. Yirmili yaşlarda yakışıklı, yağız delikanlı. Arkasında biri daha var, simsiyah çarşafa bürünmüş incecik genç bir hanım. Resul ağabey anneanneme [seninle konuşcam hala] dedi. O sırada genç hanım havuzun başına yaklaştı, ben rüzgarın etkisiyle tir tir titremeye başladım. Sabun da gözüme kaçmış ama kimin umurunda, Resul ağabey önemli şimdi. Mızmızlanmaya başlayınca anam bir tas kaynar suyu başımdan aşağı boca ediyor. Yandım anam!
Ne oldu biliyor musunuz, o yabancı kadının gözü bana takıldı. Sanki görülmesi gereken ilk ve en önemli işin benim banyomun tamamlaması olduğunu sezdi. Hemen koştu, annemin elinden tası aldı, suyun sıcaklığını kontrol etti, aşladı, beni öyle yıkadı. Tek kelime Türkçe bilmeyen Kürt güzeli kavilleşmiş, kaçmış ve gelmiş Harput’a… Bizim insanımızın ferasete, önsezilerine dikkatinizi istirham ediyorum. Ne çabuk adapte olmuş, evin içinden biri olmuştu.
Sosyalleşmiş ısınmış ısındırmıştı ortamı.”
Harput’ta komşuluk
Ağlama göründü Harput yayla
Kime ne zümrüt hava
Yılda bir görsem seni
Olsam yoluna hayran
Aman Harput neyledin beni mecnun eyledin
Ben, Harput Sehrengezi’nde en çok şahnişinli evleri sevdim. Harput evleri yan yana, küçük avlulu, kilerli, tüm ailenin bir arada olmasına elverecek kadar büyüktür. Komşuluk gün ışırken baslar. Yemek kokuları, selamlaşmalar, hoş sohbetler birbirine karışır. Sanki büyük bir aile gibi. Kimin evinde ne pişer, ne eksik ne fazla herkes bilir. Birinin bir ihtiyacı mı oldu, mahalleli tarafından hemen o ihtiyaç temin edilir.
Bu kardeşlikten olsa gerek, komşu çocuklarının birbirine evlilik niyetiyle bile bakması ayıp kabul edilir. Hoş bir anı paylaşmış yazarımız eserinde, “Babamın akrabası Kolağası Reşit Bey henüz sağdı. Yüz yaşından yukarda ama kendini halen ayakta gezdiriyor. Elinde bir bastonu var lakin onu bazen tam ortasından tutup öyle yürüyor sokaklarda. Bir arif kimse, bir bilge kişi. Reşit bey bir gün amcamın trencilikten, saat, gramofon tamirine, at nallamaya kadar her şeyi yaptığı dükkanına gelir. Reşit Bey dükkânın kapısını vurur, amcamı uyarır, hırslı ve kızgın konuşur: “Ula oğul Talat” der. “Al şu üç mecidiyeyi. Üzerine bir o kadar da sen koy, Falan mahalledeki filan adama götür ver. Ve tembih et ki; ne vakit para icap ederse gelsin bizden alsın. Ancak işittik ki sen nafia memuruna bir bakraç yoğurt satmışsın. Sakın ola bu haltı bir daha işlemiyesin. Hiç yoğurt satılır mı? Kimin ihtiyacı varsa gider komşudan alır.”
Alevi, Sünnî ve Ermeniler iç içe yaşamış uzun yıllar. Ermeni nüfusunun çokluğu sebebiyle Amerikan, Alman ve İtalyan kolejleri kurulmuş Harput’ta daha birçok şehirde lise bile yokken. Sekiz köşeli takkesi, işlemeli yeleği siyah şalvarı ile 70’lik ümmi dede İngilizce konuşurmuş koleje giden Ermeni çocuğu ile. Arap Baba türbesi, müezzininin hiç bir yerde
duyamayacağınız, her duyanı derinden etkileyen içli selâsı ile Sara Hatun Camii, Buzluk dağı Harput Kalesi, Harput mezarlığı ve şehrin estetiğinin çok güzel bir tasviri olan Küçük Efendigillerin Konağı korunabilmiş bu güne kadar…
Harput’un ve okuyucunun şansı, şehre gönülden bağlı bir yazarın hafızasında yaşattığı Harput’u aktarmasıdır. Onu yok olmaktan, toz toprak olmaktan belki kurtaramamış ama unutulmaktan kurtarmış bir sevdalısı var. Her bölümde bu sevdayı hissediyorsunuz. Bir şehirle böyle vedalaşılır sanırım. Metin Önal Mengüşoğlu’nun “Ah evladımın adını niye Harput koymadım” diye üzüldüğünü okuduğumda da yine içli bir şiir okuyorum sandım ya da ağıt.
İmanlı, ihlaslı bir Müslüman Mengüşoğlu. Yaşadıklarına isyan etmemiş, olayları bir şekilde şehir, insan, hakikat üçgeninde işleyip çözüme ulaştırıyor. Birçok edebi eserde de bu üslûbu görebiliyoruz. Hakkı, hakikati öyle güzel anlatıyor ki etkilenmemek ya da kendini sorgulamamak elde değil. GamZedeler/Gamzedeler bölümündeki dizeler şöyle;
Hiç sıkışmıyorum Rabbim
Kalbim daralmıyor ne zamandır
Anlatamam öyle sakinim ki
Acı istiyorum rabbim acı
Yahut yalvarmama bir çare bırak
Acıyacak bir yerim hiç kalmasa
Yalvarmasam sanki yok olacağım
“Sonunda sıkıştım, hakiki acıyı tattım. Tas dolu yeşil ağu gibi, zehir gibi yudumladım onu. Allah beni öyle bir sınadı ki, bana öyle bir acı tattırdı ki ömrümün en yekta ibretini bağrımda taşıyordum. Nimeti tekmeleyip acıyı davet ettim. Acı geldi. Canım oğlum, Yasirim. Yirmi dördüne varamamıştı daha. O keklik gibi bizden uzaklaştı”
Bir insan, bir baba ancak bu kadar naif anlatabilir ölümü: Yasir’in ölümü, Harput’un ölümü. Acıyı tarif edemiyorum ama hissedebiliyorum şair Nurullah Genç’in dizelerinde;
Emzirmeyip ağlattı mı anası
Sen yanmazsam gülüme
Kim yanası
Yasir’in arkasından on güne yazılmış bu kitap. Çok şey var içinde, çok bilgi, hikâye, anı ve şiir. Kitap ciddi bir kendini ve geçmişi sorgulama hissettirdi bana. Sahip çıkamadığım, araştırıp anısını yaşatamadığım o kadim şehirlerimizi hatırlattı. Yaban ellerde hırpalanmış, yanmış, yıkılmış eserlerimize yanarken kendi elimizle yaptıklarımıza acı acı gülümsedim. Ne yapalım da evlatlarımız için geçmişin ateşini söndürmeyelim diyen herkese hararetle tavsiye ederim.
Ah Evladımın Adını Niye Harput Koymadım PDF