Ahsen Yahşi [1]
1952 doğumlu, Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk 1970’te
Robert Koleji’nden mezun olmuştur. Pamuk, çevresi
tarafından tembel, şımarık, durmadan şaka yapan biri olarak
tanınmıştır.
2 Çocukluk yıllarından 22 yaşına kadar resim
üzerine yoğun çalışmış, 30 yaşına kadar da günde on saat
roman yazmaya yoğunlaşmıştır. Daha sonra İTÜ mimarlık
fakültesini yarım bırakmış ve gazetecilik bölümünden mezun
olmuştur. Kendisi de ilk romanında yer alan Cevdet Bey’in
ailesi gibi zengin ve kalabalık bir aile içinde, Nişantaşı’nda
büyümüştür. Gençlik yıllarında farklı alanlarda edindiği
tecrübeler ve yetiştiği ortam 23-24 yaşlarında yazmaya başladığı Cevdet Bey ve Oğulları
kitabında yansımalarını bulmuştur.
İlk romanı ve yazımızın tahlil konusu Cevdet Bey ve Oğulları 1979 Milliyet Roman Ödülü’nü
kazanmıştır. 1982’de yayınlandıktan sonra da 1983 Orhan Kemal Roman Armağanı’nı
kazanarak edebiyat dünyasında ses getirmiştir.
616 sayfa ve üç bölümden oluşan kitapta olaylar ticaretle uğraşan bir ailenin üç kuşağının
etrafında gerçekleşmektedir. İlk bölüm, Cevdet Bey’in yaşantısından ve düşünce
dünyasından kısa bir kesit gibidir. İkinci bölüm ise diğer bölümlere göre oldukça geniştir.
Birinci ve üçüncü bölümün aksine dış dünya yalnızca bir karakterin etrafında
incelenmemekte, yardımcı karakterlerin de çevresine ve iç dünyasına yer verilmektedir. Öyle
ki ikinci bölümde Cevdet Bey’in oğlu Refik dışında, arkadaşları Muhittin ve Ömer de esas
1 Türk Alman Ü niversitesi, Hukuk Fakültesi yahsiahsen@gmail.com
(Bu yazı Young Academia ve Server Genç Hanımlar Derneği iş birliğinde Dr. Kemal Yavuz Ataman
yönetiminde “Küresel Düşünme Yazarlık Atölyesi” kapsamında üretilmiştir.)
2 https://www.turkedebiyati.org/orhan_pamuk.html sitesinden 10.11.2020 tarihinde alınmıştır.
karakter gibidir. Üçüncü bölümde Refik’in oğlu ve kuşağın kitapta irdelenen son temsilcisi,
ressam Ahmet karakterinin dilinden ailenin hikâyesi aktarılmaktadır. Bu bölüm de birinci
bölüm gibi kısa ve karakterin birkaç gününe sığdırılan düşünce ve olay akışından ibarettir.
Kitap, Osmanlı’nın son dönemlerinden Cumhuriyet yıllarına kadar 70 yıllık bir zaman
diliminde ailenin üç bireyini mercek altına almaktadır. Bu üç karakterin -Cevdet Bey, oğlu ve
torununun- ortak noktası yaşadıkları çevrede ve ailelerinin içinde hissettikleri yabancılıktır.
Bireylerde bu problemin temelinin oluşmasında toplumun bu zaman diliminde karşılaştığı
değişimler etkili olmuştur. Bu dönemde hegemonik bir kültür olarak Batı’nın toplum ve
birey üzerindeki etkileri paralel bir şekilde ele alınmıştır.
Hırslı ve Yalnız Bir Tüccar
İlk bölümde evlilik hazırlığındaki Cevdet Bey’in birkaç gününe ve 1905 yılının sosyal-siyasi
ortamına göz atmaktayız. Modern roman tekniklerine bağlı kalan yazar, yalnızca
kahramanın birkaç gününü sunmaz. Okuyucu aynı zamanda Cevdet Bey’in iç konuşmaları
aracılığıyla geçmişine ve geleceğine dair düşüncelerine de tanıklık eder.
Cevdet Bey’in yaşadığı semtte tek Müslüman tüccar olması Müslüman dostları ve akrabaları
tarafından sıcak karşılanmamaktadır. Bununla birlikte gayrimüslim tüccar dostlarının
arasına da karışabilmiş değildir. Devrimci, idealist abisi ise onu topluma karşı duyarsız, Batı
hayranı olmakla suçlamaktadır. Abisinin toplum için sahip olduğu kaygıların aksine Cevdet
Bey’in hayalleri ve istekleri kendine dairdir. Ancak her girdiği ortamda ve karşılaştığı
suçlayıcı bakışlarda hayallerini ve isteklerini sorgulamaktan da kurtulamamaktadır. Bunun
sonucu olarak yaşadığı ortamda kendini bir yabancı gibi hissetmektedir. Karakter, ruhsal
dünyasındaki bu çekişmeleri “Ne onlarla olabiliyorum ne ötekilerle. 3 ” cümlesiyle
özetlemektedir.
Kitapta gündelik hayatın koşturması sırasında karakterde görülen geçmişe, geleceğe ve
bugüne dair tasavvurlar bir arada uyumlu bir kompozisyon oluşturmaktadır. Cevdet Bey’in
gittiği yerlerde, konuştuğu kişilerde sürekli bu dışsal ve ruhsal dünya akıcı bir şekilde
birbirini takip etmektedir.
3 Orhan Pamuk, Cevdet Bey ve Oğulları, 26. bs., İstanbul: İletişim Yayınları, 2012, s.23.
Ne Yapmalı?
En uzun bölüm ikinci bölümdür. İkinci bölümde hayalini kurduğu yuvaya sahip olmuş
zengin ve yaşlı Cevdet Bey, bir bayram sabahı ailesi ve torunları ile karşımızdadır artık. Yaşlı
ve hasta Cevdet Bey işleri devralan oğullarının yanında iyice geri planda kalmış ve yine bir
yabancı gibi etrafını seyreder olmuştur. Cevdet Bey artık hayalini kurduğu aile içinde de
kendini yabancı hissetmektedir. Ailesine karşı hayal kırıklığını “Alafranga bir aile kurayım
dedim, ama sonunda hepsi alaturka oldu!”4 cümlesiyle ifade etmektedir.
İkinci bölümde artık ailenin ikinci kuşağı incelenmektedir. Burada göze çarpan karakter
Cevdet Bey’in oğlu Refik’tir. Refik de zengin hayatı ve güzel karısıyla uyumlu ve mutlu bir
şekilde yaşarken zaman zaman hayatına dair tereddütler hissetmektedir. Rahat, dümdüz,
dertsiz yaşamı artık ona yetmemektedir. Okuyucu Refik’in bundan sonra düşüncelerle ve
arayışlarla dolu serüvenine tanıklık etmektedir. Refik hayatta ne yapması gerektiğini
bulmaya çalışır. Ancak eşine, ailesine ve arkadaşlarına kendini anlatamaz ve onlar
tarafından da anlaşılmaz. Toplumun aydınlanması için çabalasa da umduğu idealist ve
devrimci ruhu bu toplumda bulamaz. Nihayet eşi kendisini terk eder, servetini de idealleri
için tüketir. Refik, yaşadığı topluma yabancılaşmanın bedelini en ağır şekilde ödeyen iyi
niyetli, ancak idealleri gerçekçi temellere dayanmayan bir karakterdir.
Bu bölümde Refik’in arkadaşlarının karakterleri, hayata dair sorgulamaları ve arayışları da
derinlemesine incelenmektedir. Hatta bu karakterlerin ilişki kurduğu yan karakterlerin de
hayata dair umutlarına, topluma bakışlarına yer verilmektedir. Aslında yan karakterlerin iç
dünyaları ile hem döneme dair bakış açımız zenginleşmekte hem de toplum içinde
hissedilen uyumsuzluk ve yabancılık teması farklı açılardan sunulmaktadır.
İkinci bölümde üzerinde durulan karakterlerden Refik’in arkadaşı Ömer, her şeye sahip
olmak isteyen, hırslı bir karakterdir. Kendini adeta Rastignac, bir fatih gibi görmektedir.
Etrafındaki evli çiftleri ve aileleri oldukça sıradan ve yüzeysel bulmaktadır. Bu arkadaş
grubunun diğer bir üyesi Muhittin için ise hayat, acılarını şiire dökmek hatta bunu
yapabilmek için acı çekmek ve bu acılardan muhteşem dizeler dokumaktan ibarettir. Öyle ki
iyi bir şair olmazsa otuz yaşında kendini öldürmeyi düşünür.
4 Pamuk, a.g.e., s. 110.
Birbirinden farklı üç arkadaşın hayata dair beklentileri, inandıkları ve dayandıkları temeller
hep bir sorgulamaya tâbi tutulmaktadır. Ömer sürekli ne yapması gerektiğini, kendini nasıl
gerçekleştireceğini düşünmektedir. Muhittin’in sığındığı şiirine karşı derin şüphesi Mahir
Altaylı ile tanışmasıyla başlar. Bir anda karşısına çıkan bir dava uğruna yaşamak fikri onun
da ezberini bozar. Söyledikleri, savundukları bir anda anlamsız görünür gözüne ve hepsini
terk eder. Ancak yeni seçtiği bu yolda da sorgulamalardan kurtulamaz.
Bu üç arkadaş için sürekli işlenen bir tema vardır: Uyumsuzluk. Onlar da bu uyumsuzluktan
ve çevrelerine yabancılaşmadan memnun değillerdir, çünkü her insan gibi dostluk bağlarına
ihtiyaç duyarlar. Sonuç olarak uyum sağlamayı kabul etmedikleri durumlarda sevdiklerini
kendilerine uydurmak isterler veya onlara uyacak insanları ararlar. Fakat nihayetinde ya
uyum sağlayamayacakları bir hayata mahkûm olurlar ya da uyumsuzlukları ile yalnız
kalırlar. Kitaptaki Alman mühendis, Refik ve Ömer’le konuşması sırasında onları şöyle
değerlendirmiştir: “…Ruhunuza aklın ışığı düşmüş, artık yabancısınız. Yaşadığınız dünya
ile ruhunuz arasında uyuşmazlık var, bunu biliyorum, çok iyi görüyorum. Ya dünyayı
değiştireceksiniz ya da dışarıda kalacaksınız.”5
Karakterler, içinde bulundukları çevrede yalnızlaşır ve kendi hayatları için amaçladıklarının
somut karşılığını bulamazlar. Öyle ki sonunda birbirlerine karşı da üç yabancı olmuşlardır.
Son bir araya gelişlerinde bir daha görüşemeyeceklerini, artık eski dostluk bağına sahip
olamadıklarını fark ederler.
Sanatla Var Olmak
Ü çüncü bölümde olaylara Refik’in oğlu Ahmet’in gözünden tanıklık ederiz. Dedesi Cevdet
Bey hissettiği hayal kırıklığına rağmen ailesine sımsıkı sarılmış, babası Refik aileden yavaş
yavaş kopsa da ailesine tutunmaya çalışmıştır. Onların aksine Ahmet aldığı Batılı eğitim ve
kavrayışla ailesiyle mesafeli bir ilişki içindedir. Onun hayatının merkezi resimdir. Öyle ki bu
hayattaki her şeyin onun resmi için var olduğu duygusuna kapılmaktadır. Ancak Türkiye’de
resim yapıyor olmanın sessiz bir çığlık ve anlamsız bir çaba olduğu düşüncesi aklını
kurcalamaktadır. Bu toplumda ressam olarak var olamayacağı ve boşa çabaladığı düşüncesi
onu derinden sarsmaktadır. Resmin onun hayatında en anlamlı şey olmasına ihtiyacı vardır.
5 Orhan Pamuk, a.g.e., s. 280.
Ailesinin ve akrabalarının günlük telaşlarından, ziyaretlerden, alışverişlerinden,
muhabbetlerinden aldıkları zevki anlamsız bulur, onlarla ortak bir paylaşımda bulunamaz.
Ailede yakınlık hissettiği babaannesinin ölümüne dahi kayıtsızlıkla seyirci kalan Ahmet,
toplum içinde bireyin hissettiği yabancılaşmayı en ileri boyutta yaşamaktadır.
Hayallerimiz ve Toplumumuz
Bu üç bölümdeki karakterlerin serüvenlerini incelediğimizde Batıdan beslenen ve Batı
temelinde canlanan hayalleri fark ederiz. Cevdet Bey’in aile hayali Fransızca derslerinden
öğrendiği sıcak Fransız ailelerine dayanır. Refik, toplumu kalkındırma amacının ancak Batılı
eserlerin basılması ve Batılı düşünme ölçütlerinin yaygınlaştırılması ile mümkün olduğunu
düşünmektedir. Ahmet, bütün resim anlayışını, hayata dair kavrayışını Batılı eğitim
süzgecinden geçirerek kazanmış ve yaşadığı toplumu anlatma ve yansıtma çabası bile Batılı
araçlardan beslenmiştir. Ömer karakteri dolu dolu yaşamayı Avrupa gezisinde görmüş ve
‘yaşamak’ denen şeyin ne olduğunu orada anlamıştır. Ancak bulundukları toplumun
imkânları ve karakteri, onların bu amaçlarına ulaşmasının önünde büyük bir engeldir. İşte
kitap boyunca işlenen yabancılık temasının kilit noktası burada bulunmaktadır.
Karakterlerin hayalleri ve amaçları toplumun sunduğu imkân ve araçlarla uyuşmamaktadır.
Kendi fikirleri ile bu toplumda bir yer edinememekte, topluma benzemenin bu topluma
karışmak için zorunlu olduğunu fark etmektedirler.
Orhan Pamuk, bir yandan Türkiye insanının bu arayışlarını farklı karakterler üzerinden
incelerken bir yandan da dönemin atmosferini bize başarılı bir şekilde aktarmaktadır.
Kendisinin bu kitabı yazmadan önce demiryolu işçileri ile Kemah’a kadar gidip tanışması ve
sohbet etmesi, kitabında gerçekçi bir şekilde aktarım yapmasını sağlamıştır. Verdiği bir
röportajda, yazar olarak çok farklı mesleklerden ve yaşantılardan insanları başarılı bir
şekilde anlatabilmesini şöyle açıklamaktadır: “Bir kuyucuyu, sokak satıcısını çok iyi
anlatabilmek için insanlarla, herkesle konuşurum. Taksi şoförüyle arkadaşlık ederim.”
6
Bununla birlikte kitapta Doğu-Batı ikileminden ziyade Batı’yı kabul eden ama onu farklı
şekillerde anlayan karakterler dikkat çekmektedir. Bu anlamda hızlı bir şekilde gerçekleşen
devrim ve değişimlere rağmen, Batı’ya karşı savunma pozisyonu alan kesim görmezden
6 Orhan Pamuk, Şimdi ve Burada, Habertürk Tv, 4 Şubat 2016,
https://www.haberturk.com/video/tv/izle/simdi-ve-burada-4-subat-orhan-pamuk-2300/436482
gelinmektedir. Yani yabancılaşma teması toplumun belli bir kesimi üzerinden işlenmektedir.
Elbette olayların etrafında geliştiği ailenin sosyokültürel yapısı, yabancılaşma ve kültür
çatışması temalarını daha özel başlıklar altında incelemeyi gerektirmektedir. Cevdet Bey ve
ailesinin çevresi zengin ve elit kesimdir. Bu aile etrafında değinilen karakterler çoğunlukla
Batı kültürünü onaylamış ve modernleşmeye uyum sağlama çabasındadırlar. Yazar, eserinde
Batı ile Doğu kültürü arasında bocalayan karakterlere yer vermez. Bunun yerine
modernleşme çabasında olan ama toplumun şartları içinde bunu başaramayan karakterlerin
yaşadığı hayal kırıklığını yansıtır. Bir misafir sofrasında ev sahibinin sorduğu şu soru kendi
mensup olduğu sosyokültürel çevrenin ve Batılı zihninin bir yansımasıdır adeta: “Neden
onlar öyle de biz böyleyiz?” Romandaki karakterlerin yaklaşımları da bu sorunun tezahürü
niteliğindedir. Herkes kendi hayallerini ya Batı’dan alır ya da Batı’ya uydurmaya çalışır.
Fakat neticede bulundukları toplumda bunu gerçekleştiremezler. Bunun örneklerine
karakterlerde sıkça rastlarız. Cevdet Bey’in alafranga aile hayali alaturka bir aile hayatı ile
neticelenmiş, Ö mer içinde köpüren hırslarını gerçekleştiremeden evlenmiştir. Refik’in ise
toplumu Batılı ölçütlere uygun olarak aydınlatma amacı bir hayal olarak kalmış ve bu
uğurda ailesini ve bütün zenginliğini kaybetmiştir. Bu nedenle romanda yüzlerini Batı’ya
döndürmelerine, Batı kültürüyle uyumlu yaşamak için hayatlarındaki araçları bu amaca
uydurmalarına rağmen karşılarında toplumu bulmaları nedeniyle amaçlarını
gerçekleştirememiş karakterler görürüz.
Bize ve Bugüne Dair…
Kitabı okuduktan sonra kendi hayatımıza, kendi dönemimize ve çevremize baktığımızda bu
sorunu halen yaşadığımızı görebiliriz. Her ne kadar yabancılaşma, kültür çatışması temaları
Türkiye’nin belli bir döneminde yazılan eserlerde özellikle işlense de insanların kendilerine
dair sorgulamaları dönemlere özgü değildir. Tıpkı kitapta işlendiği gibi insan hayatında bazı
sorular etkisini kaybetmeden kuşaktan kuşağa geçmektedir. İnsanlık hâlâ sorgulamaktadır:
Nasıl yaşamalı? Kendini nasıl bulmalı ve bu hayatta ne yapmalı? Yazarın da aynı soruları üç
kuşakta incelemesine bakılacak olursa bu sorgulamalar yalnızca bu ailenin bir kaderi olarak
değil, insanlığın bir kaderi olarak görülmelidir. İnsanoğlu daima yaşamını anlamlı hale
getirmek adına cevaplar arayacak ve çoğu zaman verdiği cevapların üzerinde toplumun
sorgulayan bakışlarını hissedecektir.
Dolayısıyla günümüzde de kitaptakine benzer bir çatışmanın varlığından söz etmek
mümkündür. Bu ailenin 1970 yılındaki görüntüsü ve karakterlerin yaşadığı buhran değişmiş
değildir. İnsanımız halen ülkemizde etkisini baskın şekilde hissettiren iki kültürü
kucaklamakla bir diğerini değerlerine sımsıkı sarılmak arasında kalmaktadır. Farklı
değerlerle beslenen ailelerde yetişmiş gençlerin kimi zaman kendilerinden farklı çevrelerde,
kimi zamansa kendi yetiştikleri ailelerin içinde yabancılık hissetmesi normaldir. Hatta aynı
ülke içinde bambaşka dünyalara sahip çevrelerle karşılaşmak da mümkündür. Uyum
sağlamak zorunlu olmasa da insanın kendini kabullendirme ve onaylatma ihtiyacı doğasının
gereğidir. Bunun toplumla barışçıl bir şekilde çözümlenemediği durumlarda, toplumun
içinde ama toplumla değil topluma rağmen var olan karakterler karşımıza çıkmaktadır.
Kitapta işlenen temalara Cumhuriyet dönemi eserlerinde sıkça rastlanabilir. Bu temaları
farklı bir gözle okumak isteyen okuyucular, bu romanda diğer eserlerden daha yalın bir
anlatımla karşılaşabilirler. Günlük konuşmalar ve hiç de olağanüstü olmayan olaylar içinde
derin bir sorgulama keşfedilmeyi beklemektedir. Cumhuriyet dönemi eserleriyle ve
toplumsal-bireysel yabancılaşma konularıyla ilgilenenler için okunabilecek, başarılı bir
kitaptır.