Lamia Betül Çakır [1]
Hikâye ve deneme yazarı olan Rasim Özdenören, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Gazetecilik Enstitüsünü (1964) veİstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini (1967) bitirmiştir. Devlet Planlama Teşkilatı’nda uzman olarak çalışmış. Bir araştırma
amacıyla ABD’nin çeşitli eyaletlerinde kalmıştır. Kitabında denemelerinden derlediği yazılar yer almıştır. Haber yazılarına getirdiği yorumlamalarını ise açık ve akıcı bir dille ifade etmiştir. Verilen örnekler geçmişe ait olmasına rağmen, kitabın girişinde de
ifade edildiği gibi, yapılan güncellemeler ile bugüne de ışık tutmuştur. Altı ana bölümden oluşan kitabın bölümleri; “İnsanın Konumu, Batıya Bakışlar, Hukuk, Türkiye’de Batılılaşmanın Yüzleri, Güncel Manzaralar, Birkaç Yazar Birkaç Çizgi” şeklindedir.
“Batı’nın tuttuğu aynanın her şeyi ‘nesnel’ olarak yansıtacağı hususundaki kör inanç, Müslümanları bu aynaya bakıp da kendini ‘barbar’ olarak gören, böylece Müslüman olduğundan utanç duyan insanlar haline getirmiştir.’’ [2] Kendisini tanımayan, geçmişi bilmeyen insan, kendini sıfır olarak görüyor. Batıya benzemek adına modernleştirilen binalar, sokaklar yapıyor. Fakat Batı’da, örneğin Fransa’da modern binalar yerine tarihini hatırlatan binalar yer alıyor. İslâm kültürüne ait bina ve sokak şekli korunmuş olsa, mesela Şam evlerinin dizimiyle bizimki arasındaki benzerlik göze çarpardı. Bu da bütünlüğümüzü hatırlatırdı.
Yaşadığımız mekânlar yaptığımız binalar bizi yansıtıyor. Gördüğümüz mekânlarla kendi kültürümüzü eşleştiremeyince kafa karışıklığı ortaya çıkıyor. Bu yüzden mekânların görünümü önemlidir.
Kitapta kültür, hümanizma gibi kavramların açıklamalarına değinen yazar bu konularda bilgi sahibi olmamızı sağlıyor. Kültür kavramını da her yönüyle irdeliyor. Yazar, davranış kalıpları konusunda Kızılderilileri asimile etmek için eğitimlerinde kolaylıklar, burslar sağladıkları ama Kızılderililerin bunları sürekli reddettiği hatta teklifleri kabul edenleri kabileye tekrar kabul etmedikleri ve onların beyazlaştıklarını söylediklerini aktarıyor. Kültürel etkileşim kavramının varlığı sonucunda bu beyazlaşma görüşünün etkisi de zamanla azalıyor.
“İçinde yaşadığımız dünyada bildiklerimizin bilincinde olabilseydik, nasıl bir dünyada yaşayıp nereye gittiğimizi ve oraya giderken kime hizmet ettiğimizi açık seçik kavrardık.”[3]. Ancak yaşadığımız dünyadan o kadar uzağız ki okullarda verilen derslerde bile kendimizden bir şeyler anlatmak yerine Batıdan örnekler veriyoruz. Ya da kendimizden örnek
vermeye gelince isimle yetiniyor, detayı hakkında yetersiz kalıyoruz. Batı kaynaklı, kafamızı karıştıran kavramları (özel hayat, özgürlük, kardeşlik, eşitlik vb.) kullanıyoruz. Bu kavramları kullanırken hiçbir yorum katmaya gerek duymuyoruz. Bunların sebep olduğu sorunlara çareyi de Batıdan bekliyoruz. Ancak Batıdan bulunan cevaplar yeni bir sorunu doğuruyor. “Din kuralları ile kanunlar, din kuralları ile ‘bilimsel zihniyet’ denilen anlayış arasında farklar gözetilirse, evin içiyle dışı arasında da bu farklılığı ifade edecek bir ayrımı gözetmek zorunluluğu ortaya çıkar demek gerekiyor. Kilisede veya evinde dindar, fakat laboratuvarda veya sokakta değil…”[4]. Burada önemli olan dinin nasıl anlaşıldığıdır. Kişinin hayatında dini ne kadar yaşadığıdır. Çünkü özünü bilen Müslüman evinde de sokakta da birdir. Özel hayatım var diyerek bu özel hayatta dini yaşayıp dışarıdaki hayatını dinden uzak yaşamaz.
“Birtakım kavramların ikonlaştırılması suretiyle onların dokunulmazlıklarına sığınarak bir toplumun hayat tarzını, alışkanlıklarını değiştirmeye kalkışmak çağdaşlaşma değildir. Zorbalaşmanın yumuşatılmış adıdır.”[5]. Yazarın “birtakım kavramlar” şeklinde ifade ettiği bu kavramlar bilimsellik, çağdaşlaşma, modernlik gibi kavramlardır. Aslında bu paragraf ile yazar bu zorbalığı yaptığını düşündüğü Batılılara kızıyor. Ama zorbalığı yapan kadar bunu kabullenen, modern olma, çağa ayak uydurma adı altında batıdan her geleni sorgulamadan kabul edenlere de kızmak gerekiyor.
“…Kültür insan ihtiyaçları çevresinde gelişirken veya bu ihtiyaçları karşılayacak yönde bir gelişme gösterirken, makine belli bir ihtiyacı karşılamak üzere icat edilmiş değildir. Fakat icat edildikten sonra bir ihtiyaç haline gelmiştir ve kendi çevresinde yeni ihtiyaçlar doğurmuştur.” [6] Bunun benzerini yakın zamanda yaşamış bulunuyoruz hatta yaşıyoruz.
Herkesin kullanmasını gerektirmeyen maske, kolonya gibi ürünler için bir ihtiyaç doğdu ve meslek okullarında maske yapımı, evden çalışmak isteyen kadınların maskeyi kendilerinin üretip satması gibi yapılar oluştu. İhtiyaç duymadığımız bir ürün önce bilimde bunun için kullanılarak bir ihtiyaca dönüştü ve bununla ilgili kurumları, gereklilikleri de beraberinde
getirdi.
Yazar Batı ve İslâm kültürleri arasındaki farkları detaylıca inceleyip örneklerle açıklamıştır. Açıklamalarında bu farkları hukuk, sosyoloji, ekonomi ve din gibi birçok yönden ele almıştır. Ziya Gökalp, Peyami Safa, Mümtaz Turhan, Mehmet Akif Ersoy ve Dostoyevski gibi isimlerin Batılılaşma ile ilgili görüşlerine de yer vererek kitaba zenginlik katmıştır. Bu görüşleri sadece desteklememiş, eleştirilerde de bulunarak kaliteli bir anlatım sunmuştur. Kendimizi Batılı görmekle yetinmeyip Batıdakilere de bunu ispat etme çabası içine girmemizi “Avrupalı Ömer” başlığı altında örneklendirmiştir. Aslında anlamadığımız şey Batılıların isimlendirdiği şekil ile Batılı veya Doğulu olmamız değildir. Bunun bize, yaşamımıza bir katkısı olmayacaktır. Bunu bir şekilde ispat ettik diyelim sonra? Elimize geçen bir şey olmayacak, çünkü yeni bir kavram veya ayrım da ortaya çıkabilir. Onlar gibi olmak, yaşamak, yemek, giyinmek onlara bir şey kazandırmıyor, ama bize birçok şeyi kaybettirecektir. Kitap, sürekli bahsedilen Batı söylemi hakkında tasavvur oluşmasına yardımcı olmaktadır. Gösterişli, parıltılı görünen Batı’nın iç yüzünü görmek isteyen, İslâm kültürü ve Batı kültürü arasındaki farkları bilmek isteyenlere hitap etmektedir.