Sümeyye M. Doğan [1]
Ahmed Necip’in gelecekteki güçlü benliğinin oluşum evresi daha doğarken kıymetler borsasına tepeden giriş yapmasıyla başlar. 25 Mayıs 1904’tan beri tüm değer ve alakanın sahibi olan Kısakürek konağının özel sakinin özellikle dedesinin torpilli torunu olması onu, yaramazlıklarının dışında yeteneğini ve zekâsını da fazlasıyla besleyip ve ön plana çıkarır. Tüm bu yaramazlıklarına bir mola vermesi için büyükannesi tarafından kitap okumaya alıştırılır ama kendisini o kadar kaptırır ki, ölçüsüz ve yoğun bir okuma temposundan dolayı 12 yaşındayken kitap okuması yasaklanır. Fransız Okulu, Amerikan Okulu derken Heybeli Ada Numune Okulunda bitirir ilkokulu. Sonrasında; “ne oldumsa bu
mektepte oldum” dediği Bahariye Mektebindedir. Burada ismi Necip Fazıl olarak
kaydedilir. Şiirdeki yeteneğiyle kısa sürede adı şaire çıkar. Kaliteli hocalarının ve
rakiplerinin de etkisiyle yeteneği katlanır. Hocalarından; Aksekili Hamdi, Yahya Kemal, Hamdullah Suphi ve İbrahim Şevki; akranlarından, Ahmet Kutsi Tecer, Ahmet Hamdi Tanpınar ve kendisinden iki sınıf ileri olup, gelecekte düşünce dünyalarıyla zıt kutupları temsil etmelerine rağmen beraber anılacakları Nazım Hikmet. İlk şiirleri henüz 17 yaşındayken, ilim, fikir ve sanat dergisi olan Yeni Mecmua’da yayımlanır. 1921’de İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü öğrencisi olur. 1924’te Cumhuriyet devrinin ilk yurt dışı tahsilini görenlerden olmak için hükumet öğrencilerinin seçileceği sınavı kazanır ve Paris’te Sorbonne Üniversitesi yılları başlar. Kıvılcımlarının parlaması için gönderilen öğrenciler arasındayken tam tersi, sönerek dönecektir İstanbul’a. Buradaki yıllarını ilerde: “Kadını, kumarı, içkisi, bohem hayatı, şüpheci felsefesi, sara nöbetleri içinde sanatı; çözmeye
çalıştıkça dolaşan ve büsbütün düğümlenen meseleleriyle Paris… Kâbus şehrindeki hayatımı anlatmaya hicabım ve İslami edebim manidir.”[2] diye açıklayacaktır.
Yaş 21, bu başıboş yaşam hali, gittikçe şiddetlenen oluş acılarının ıstıraplarını katmerleştirir. İç dünyasının derinliklerindeki acıyı, günlük tuttuğu şiirleriyle kusabilir sadece. İçinde
biriktirerek döndüğü tüm bu ıstıraplarını bir süre sonra şiirleştirerek sunar ve Üstat Necip Fazıl olmasında ona büyük bir adım attırır. Otobiyografik okumaya açık olan şiirlerinde, yoğun bir şekilde kendi içine doğru yaptığı yolculuklarını ve arayışlarını gördüğümüz bu Kaldırımlar (1928) isimli şiir kitabı, edebiyat dünyasına sunulan bir bağış gibi karşılanır. Artık
hece vezninin ustası bellidir. Dış gözlerin üzerine dikilmesine daima alışık olan 24 yaşındaki bu genç, yeni lakabıyla Kaldırımlar Şairidir. Sanat ve edebiyat çevresi ile ilgisinin yanı sıra hala, bohem hayat tarzı devam etmektedir. Ta ki 1934 yılında hem isteyip de durduramadığı hem de doludizgin sürdüğü atının dizginlerini Moskova’dan Mekke’ye çeviren
Abdülhâkim Arvâsi Hazretleriyle tanışana kadar. Artık bu karamsarlık halinden usul usul uzaklaşmaya başlar. Çok sancılı geçen sürecin ardından yaklaşık 20 yıl sonra bu zamanlarını unutmayacak ve özellikle bu yoldaki gençlerin yol göstericisi olarak geri dönecek, fikirlerini ve sanatını yaymak için konferans konferans gezecektir. 100’ü aşkın konferansı, sadece o devrin insanlarında kalmayacak, geleceğe aktarılması için beş ciltlik bir kelam serisi şeklinde
basılacaktır. Bunlardan dördüncüsü de bu yazıda tahlil edeceğimiz İman ve Aksiyon – Özlenen Nesil (1964) kitabı olacaktır. Şiirin yanında tiyatro alanında da eserler verir. En bilindik olanı aynı zamanda sahnelenmiş ve çok beğenilmiş olan, Bir Adam Yaratmak (1935) adlı oyunudur. 1941’de Neslihan hanımla evlenir, beş çocuğu olur. Şiirlerini toplayıp kitap halinde yayınlamasının üstünden bu sefer 20 yılı aşkın bir süre geçer. Artık yeni düşünce yapısına
uyan şiirlerini seçerek oluşturacaktır çünkü. Sonsuzluk (1955) Kervanı kitabına daha sonra, tüm şiirlerini ayıklayıp, yenilerini de ekleyerek oluşturduğu en sevdiği ve en önemli eseri olan, Çile (1962) isimli şiir kitabını yayımlar. Bu sefer dikkatleri yeteneğiyle değil, çizgisini apaçık İslam’a yöneltmesiyle çekmiştir.
Sonradan derlenen Büyük Doğu yazıları ve konferanslarıyla birlikte basılan kitap sayısı 100’ü aşmıştır. Ölümünden kısa bir süre önce Türk Edebiyatı Vakfı tarafından Şairler Sultanı seçilir. 1983 yılında, doğumundan bir gün sonra 26 Mayıs’ta vefat eder.
“Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış;
Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış” [3]
Necip Fazıl, yaşadığı dönemin olması gereken İslami duruşunu anlattığı bu konferansları söz konusu olunca, geçtiği süreci biraz daha detaylı öğrenmek icap ediyor. Çünkü Necip Fazıl sevenlerinin, Nakşî Şeyhi Abdülhâkim Arvâsi ile tanıştıktan sonra bir çırpıda değiştiğini düşünmelerinin aksine değişimi hemen olmaz. Hiç sönmeyecek tasavvuf ışığını
30 yaşında yakalamış olsa da değişimin etkileri 10 yıl kadar sonra yani 1940’lardan sonra kendini belli eder. 1943’te Büyük Doğu mecmuası yayın hayatına başlar. Atatürkçü yapısı hala devam ederken bir yandan yavaş yavaş değişmeye başlar. Tohumlarının en gür mahsullerini bu dönemden sonra verir diyebiliriz. Çünkü hem edebiyat ve şiirdeki ustalığı
hem de yeni Necip Fazıl anlayışı nesirle birleşmiştir. Özellikle 1946’dan sonra değişen yapısı ve dini içerikli yazıların da yer almasıyla yarı siyasi yarı sanat dergisi olan bu ideolojik çalışma, sayısız kez kapatılmasına rağmen her defasında ilk sayısıyla yayına tekrar başlar ve toplamda 512 sayıyı bulur. Özellikle dönemin dine olan alerjisini kaşımaktan
çekinmemiş, dergideki yazıları yüzünden pek çok kez yargılanıp, tutuklanmıştır.
Yıldırılamayan cesaretiyle ilhamını kendisinden alıyormuşçasına hareketlerine hareket katar ve 1949’da Büyük Doğu cemiyetini kurar. Artık fikir ve davasını daha büyük kalabalıklarla paylaşma zamanı gelmiştir, daha güçlü daha kararlı ve daha etkin olan bu düşünceleriniyaymak için şehir şehir dolaşmaya başlar. Türk insanın varlığının bir parçası haline gelmiş İslami yaşam tarzına savaş açan (Kemalizm) anlayış(ın)a ket vurmuş, yitirdiğimiz iman ve aksiyonun tokadını nasıl ve neden yediğimizi anlatan bu konferanslarıyla dönemin ilk hatibi ve muhafazakâr kesimin kutsal değeri olmaya başlamış, farklı şehirlerde bini aşkın dinleyiciye hitap ettiği olmuştur. Bu sayede kendisini daha yakından tanıma fırsatı bulan özellikle lise ve üniversite gençliğinin ona duyduğu ilgi, sevgi ve hayranlık yayıldıkça yayılır.
“Gözleri açık olanlar şunu anlarlar ki, bir davanın, ne olursa olsun, intikal sahası gençliktir.”[4]
Direkt hedefinde gençlerin olduğu bu kitaptaki konferansların ilki, kendisi için çok önemli iki şehirden biri olan Erzurum’da geçen “İman ve Aksiyon” konulu 10. konferansıdır. Statik değil dinamik olma etrafında yoğunlaşır ve bunu Kur’an’ın her an aksiyon emirleriyle dolu oluşuna dair seçtiği ayetlerle açıklar. Bu aksiyonların muvaffak olması da her an bir sabır emriyle pekiştirilmektedir. Aksiyon ruhunu anlatmak için verdiği örnekler her türden. İlk olarak: Dört “ülü’-l azm” peygamberlerinin (Hz. Muhammed(sav), Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa) aksiyon dolu hayatlarını örnek olarak ele alır, ardından İlk Türkler, Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni. Tüm bu örneklerde, davalarını önden tutup
çekenlerin yaşadığı aşka ve aksiyon ruhuna değinir, ilk kaybedilen savaşın neden Kanuni’ye denk gelişine kadar aksiyonun önemini açıklar. Daha sonra dışımızdan örnekler diye bir bölümde, bâtıl misaller üzerinden Büyük İskender,
Roma Medeniyeti, Haçlılar, Rönesans, Fransız İnkılabı, Napolyon ve Napolyon’a karşı milli hınç şeklinde doğan Almanya… Her konuyu ele alışı yine aksiyon üzerinden. Karşı tarafın Müslümanlara belki de en güçlü aksiyonu olan Haçlıları ise “bir bâtıl dinin, aşk ve şevki pörsümeye yüz tutmuş Hak dinine taarruzu” olarak ele alır. Ve uzunca Napolyon’un bitmek bilmeyen ibretlik aksiyon örneklemesi… Tüm bu öneklerinden sonra tekrar aksiyonun mücerret hikmetlerine geçiyor. “Bu kadar laftan sonra dava şurada düğümleniyor: Bizi büyük aksiyon beklemekte; hangi sahada isterseniz isteyin… Fakat o mutlaka tek mihraktan gelecektir (…) Bu mihrak imandır. (…) Kelimenin tam manasıyla İSLAMİYET’TİR.”[5] Aksiyon başı boşluk idealine bağlanamaz, çünkü biliriz ki, sabırlı ve inançlı insanların 20’si imansızlar
güruhunun 200’üne galebe çalabilir, 100’ü 1000’e, 1000’i 10.000’e…
Mesela bugünkü garbın temeli olarak gördüğü Rönesans’ı, Müslümanlık davası güdenlerin üstünde en çok durmaya mecbur oldukları bir iş olarak görür. Ona göre Rönesans, Müslümanların eseri olmalıydı… Bu önemli konuya Bilim Tarihi Sohbetleri kitabında Fuat Sezgin de dikkat çekmeye çalışmıştır. Kısaca, İslam kültür dünyasının 800 yıl kadar süren
kreatif katkısının reddedilip, (ciddi bölümünün Müslümanlardan geldiği) orta çağ insanlığının ortak başarılarını adeta kendine mal etmiştir Rönesans tasarımı. Bunun tarihsel gerçeğe tamamen aykırı olduğu düşüncesini J.G Herder, J.W. Goethe ve A. Humboldt gibi oryantalist ve hümanistler de savunmuştur.
Kitapta ele alınan ikinci konuşma, Büyük Doğu davasına en çok sahip çıkan Kayseri’de gerçekleşen “Özlenen Nesil” konulu 11. konferansıdır. Burada da uzun uzun açıkladığı, beklenen neslin özelliklerini özetle 10 maddede sıralıyor. İlk olarak yitirilen aksiyon kabiliyetini besleyip yeşertecek olan aşkın yitirilişinin, tarihteki devletlerin çöküş sebebi
olmasından bahsediyor ve bu minvalde devam ediyor.
“Özlediğimiz neslin vasıflarından, birincisi AŞK… Başımıza ne geldiyse aşkımızı kaybetmekten geldi”
Bir dönemi sarsan bu konferanslardan gördüğümüz kadarıyla, iman namlusundan çıkan vurucu fikir ve yaklaşımları halkı bir araya getirmiş ve etkiyi arttırmıştır. Tıpkı konferansa katılan binlerin birbirine etkisi gibi, bu konferansları dinleyip kitaplarını okuyanların da tavsiye ve istişareleriyle aynı (ruhi) etki hissettirilebilir. Kitabın her sayfasında düşünceleri eyleme geçirecek ilham, eleştiri, dürtü ve yönlendirişlerden birkaç örnek:
“Haçlılar… Bize zıd dünyanın büyük aksiyonudur bu… Hak ve hakikati görelim! Biz Muhyiddin-i Arabî, Hazretlerinin dediği gibi, “Menşe-i küfrü tanımak mecburiyetindeyiz” “Ehl-i Salîb”[6] hareketi, bir bâtıl dinin, aşk ve şevki pörsümeye yüz tutmuş Hak dine taarruzudur.”[7]
“Bizim, gençlik kapısında dilenmeye ihtiyacımız yoktur. Onu, sefil pohpohlama edebiyatı ile kazanacak, herhangi bir sahtekârlık gayretinden münezzeh bulunuyoruz. Çünkü biz, gence kur yapmak mevkiinde değiliz; gence yaşanmaya lâyık hayatı telkin etme mevkiindeyiz. Gerekirse onu acıtırız, üzeriz, incitiriz.”[8]
“Şu hikmet önünde titremek lazım… Allah diyor ki: “Kâfirler bile birbirlerinin yardımcılarıdır.”[9]
“Düşmanımızın bile nerede ve niçin muvaffak olur gibi durduğunun sırrını bilmeliyiz. Başka türlü ona karşı kuvvetli olamayız. Ve onu yenmek hakkını Allah bize vermez…”[10] “Aksiyonculuğun, manevi desteklerinden mahrum bulunduğu yerlerde zoraki itişlerin hiçbir faydası yoktur. Bu hazin gerçeğin ifadesi de İttihat ve Terakki tecrübesidir. Hele onun
sınır dışı Türkçülük gayreti!..”[11]
“… Sade marka Müslümanı kalacak olursak, ibadetlerimizi yerine getirdikten sonra vazifelerimizin bittiğini sanırsak, iman iddiasından utanmamız icap eder.”[12]
“…Düşmanın ani olarak (psikolojik) şaşkınlığından istifade… Bütün ihtilâller, bütün hamleler bu ilk psikolojik şaşkınlıktan istifade ederek muvaffak olur.”[13]
“…Diyeceksiniz ki, ıstırapla gencin ne alakası var? Alaka büyük… Çünkü oluş bir hummâdır. Nasıl tohum çatlarken alev alev yanarsa, kaynayan su nasıl fıkırdar ve inlerse, nasıl toprak altında kömür milyonlarca sene yatar kavrulur ve elmas olursa, oluş baştan aşağı böyle bir çile hummasından ibarettir.”[14]
1934’ten 1981’e kadar verdiği konferanslarını Büyük Doğu yayınlarında CD setini temin edebilir veya ses kayıtlarını internette bulabilirsiniz. Ama kitapta hadis ve âlimlerin sözüne dair dip not bulunmaması eksikliğini hissettiriyor. Konferanslarda geçmemiş olsa da artık yazılı olarak elimizde ve en azından ayetlerin numarasını görmek iyi olurdu.