Teslime Gülsen Nurdoğan [1]
İbn Arabi’nin Sûfizm tarihi için önemi İslam ve Sûfizmin iki tarihsel evresi arasında bir köprü olması ile Batı ve Doğu Sûfizmi arasında bir bağ olmasına dayanır. Sistematik ve ayrıntılı biçimde Sûfi deneyimi ve sözlü geleneğinin geniş birikimini yazıya geçirmiştir. Müslüman ve Neo-Helenistik dünyalar arasında yüzyıllarca sürmüş olan ilişkiler ile büyük ölçüde zenginleşmiş bir teknik terimler ve simgeler hazinesinin adeta resmini çizmiştir [2].
İbnü’l-Arabî’nin tasavvufta otorite oluşunu “Şeyhü’l-Ekber”, dinî ilimlerde müceddid oluşunu da “Muhyiddin” lakaplarını vererek ifade etmişlerdir. Mâlikî kadısı ve kelâm âlimi Ebû Bekir İbnü’l-Arabî’den (ö. 543/1148) ayırt edilebilmesi için bazı kaynaklarda adı İbn Arabî şeklinde de yazılmıştır. Ancak kendi adını birçok yerde (el-Fütûḥât, I, 267; III, 339, 431; IV, 457, 553; Dîvân, s. 57) Muhammed İbnü’l-Arabî olarak kaydettiğinden bu şeklin tercih edilmesi daha doğrudur [3].
İbnü’l-Arabî İşbîliye’de Yakub el-Muvahhidî döneminde; İbn Tufeyl, İbn Rüşd ve İbn Zühr gibi meşhur ilim adamları zamanında yaşadı. Buluğ çağlarında mânevî işaretlerle inzivâya çekildi. Bu riyazetlerin neticesinde kendisine marifatullah kapısının açıldığını söyler [4]. Bu sıralarda henüz on beş-on altı yaşlarında bulunan İbnü’l-Arabî, İbn Rüşd’ün dikkatini çekmiş, İbn Rüşd bu gençle tanışmak için babasından görüşme talebinde bulunmuştu. Bu görüşme felsefî bakış açısıyla tasavvufî bakış açısının mukayesesi bakımından önemlidir. İbn Rüşd İbn Arabî’ye, “Senin keşif ve feyz-i ilâhîde bulduğun şey mantığın (nazar) bize verdiği şey midir?” diye sorduğunu, ona hem “evet” hem “hayır” diye cevap verdiğini, “Bu ‘evet’ ve ‘hayır’ arasında ruhlar yerlerinden, boyunlar cesetlerinden fırlar.” deyince İbn Rüşd’ün benzinin sarardığını, titremeye başladığını, birden sanki elli yaş yaşlandığını söyler ve bu görüşmenin sonunda İbn Rüşd’ün, herhangi bir eğitim ve öğrenim görmeden bilgisiz olarak halvete girip de böyle bir bilgiyle oradan çıkan birini kendisine tanıttığı için Allah’a şükrettikten sonra, “Zira artık bu gibi hallerin erbabı kalmadı, biz hiç görmedik” dediğini, kendisinin de, “Allah’a hamdolsun ki işte biz bu zamanda bunlardan biriyiz.” diye karşılık verdiğini kaydeder [5].
İlk halvetlerinden birinde gerçekleştiğini söylediği manevi görüşmesinde Hz. Peygamber’in kendisine yönelttiği, “Bana sımsıkı tutun kurtulursun.” şeklindeki buyruğunu hadisleri zâhiren de tahsil etme mânasında anlayarak uzun bir süre hadis ilmiyle meşgul oldu. İbnü’lArabî, etrafındaki ilim erbabının kendisini o dönemde hayli revaç bulmaya başlayan re’y
kitaplarına teşvik ettiğini, ancak almış olduğu manevi işaretten dolayı bu teşviklerin sonuçsuz kaldığını söyler [6]. İbn Hubeyş, İbn Ât, İbn Bakī ve İbn Vâcib gibi hadisçilerden hadis okudu. On sekiz yaşında iken Lahmî’den kırâat-i seb‘a, aşere ve takrîb öğrenimi gördü. Lahmî’den ayrıca İbn Şüreyh’in el-Kâfî’sini, Abdurrahman b. Abdullah es-Süheylî’den de bazı hadis kitaplarının yanı sıra İbn Hişâm’ın es-Sîre’sinin şerhi olan er-Ravżü’l-ünüf isimli kitabını okudu. Kadı İbn Zerkūn’un derslerine uzun bir süre devam edip icâzet aldı [7]. Bu suretle zâhirî ilimlerde yeterli derecede eğitim aldıktan sonra mânevî ilimlerde derinleşmek üzere halvet ve murakabeye daha fazla yönelen İbnü’l-Arabî, 580 (1184) yılında seyrü sülûkünün henüz başında iken bazı tasavvufî makamlara ulaştı [8]. Başlangıçta kendisine dertlerini açacağı hiçbir
rehberi olmadığını söyleyen İbnü’l-Arabî sonraları gerek zâhir gerekse bâtın ehli birçok üstattan istifade etmiş; büyük bir kadirşinaslık örneği olarak kendilerinden faydalandığı 300’ü aşkın kişinin mânevî hallerine ve hikmetli sözlerine yeri geldikçe el-Fütûḥât, Kitâbü’lḲuṭb, Dürretü’l-fâḫire ve Rûḥu’l-ḳuds gibi eserlerinde isimlerini de vererek temas etmiştir. İlk
mürşidinin adını Ebü’l-Abbas el-Uryebî olarak verir. Gerçek tahkik yoluna intisabının yine bu yıllarda Hızır ile ilk karşılaşıp ondan hırka giymesinden sonra gerçekleştiğini söyler [9].
Kalbin Hakimliği kitabı sanki biriyle konuşuyormuş şeklinde yazılmış. “Salik dedi ki, dedim ki, dedi ki…” tarzında. Düz yazı şeklinde devam ederken birden bir şiirle sürdürüyor.
“Endülüs’ten yola çıktım. Yolun ortasını izleyerek yürüdüm. Varlık ve tahkik ehlini arıyordum.”10 “İki doğuya, iki ayın doğduğu yere, iki ayağın bastığı mekâna gönderildim. Karşılaştığım herkese ‘nalınlarını çıkar’ demekle emrolundum.”11 Bu ifadeler Kur’an-ı Kerim’de geçen “Mukaddes Vadi Tuva” ve “Zülkarneyn”den bahisle (el-Kehf), Müellifimizin ilahi bir çağrı yapacağının haberini veriyor. Tahkik ehli, ayırım ehli, berzah ehlinden bahsediyor. Yol arkadaşı olarak doğru bakış, iyi haberi tercih ediyor. Eserin tercümesinde felsefî terimlerin kullanılması kavrayışı zorlaştırmış. Her ne kadar kitabın arkasında sözlük verilse de yetersiz kalmış, hala dahil edilmesi gereken çok kelime var. Örneğin; ruhaniler, cismaniler, gayb, melekût, mümkün, mahiyet, unsûrî, felekî, kemiyet, araz, cevher, heyulî vb. Bu kavramlar hakkında muhakkak bilgi sahibi olunması lazım. Şayet varsa, iyi yapılmış bir şerhinten okunması lazım. Varoluş, mevcudât, Allah-Alem ilişkisi keşfî bir ilimle anlatılıyor. Bu keşif Kur’an-i Kerim ve Resulullah aleyhisselama tabi olmadan olmuyor. Müellif Allah ve
Resulü’ne ittiba etmenin önemini eserinde sık sık dile getiriyor. Allah’a ve alemlere dair her şeyin insanın kendi içindeki kalbinde şekillendiği beyan ediliyor. Var olana zihin kapısından bakılarak kalp bahçesine giriliyor. Bu kalp bahçesinde her şeyi gösteren bir ayna var. O aynayla mevcudat keşfedilip Yaratıcıya doğru yol alınıyor. Kitap başlığını, içindeki bir bölümden almış. Başka bir isim de verilebilirdi, mesela: “Allah’ın Birliği ve Alemin Varoluşu” ya da “Vahdaniyyet ve Mevcûdât” veya İbn Arabî’nin sofîliğinden yola çıkarak “Endülüslü Sofî’nin Günlüğü” Yazar Yaratıcıyı insan üzerinden anlatmaya çalışmış. Alemi, var oluşu, kendi felsefesi olan vahdet-i vücûd ile dile getirmiş. Kitap Gelenek Yayınlarından Şemsettin Yeltekin çevirisiyle çıkmış. İçinde bulunan bölümler: Kalbin Hakimiyeti, Hikmet İlmi, Rab ile Konuşma, Aşk Kalp Allah’ın Kulda Baktığı Yerdir, Aklın Sınırı, Asanın Sırrı, Kaza ve Kader, Kelimeler Hazinesi Kelimelerin Tılsımı, Tasavvufun Anahtar Terimleri.
Müellif, varlığın mahiyetini anlayabilmek için önerilerde bulunuyor. “Çünkü ondan daha açık bir şey yoktur ki onun aracılığıyla varlığın mahiyeti tanımlansın. Varlığın mahiyeti çok açık olmasından dolayı birçokları tarafından görülmez. Öncekilerin ve sonrakilerin düşünceleri onunla ilgili olarak şaşkına dönmüştür. Bir şey kendi özgün sınırlarını aşınca karşıtına dönüşür. Bu yüzden varlığın mahiyetini tasavvur etme hususunda ihtilafa düşmüşler, sarhoşlar gibi belli belirsiz şeyler söylemişlerdir. Çünkü üzerlerine yağmur gibi vehim okları yağmıştır.”[12] Vahdet-i vücûd felsefesini anlatmaya çalışarak hikmet ilmi bölümünü bitiriyor. Belki de ona göre hikmet ilmi, varlığı anlayabilmekten geçmekteydi.
“Rabb ile Konuşma” diye yeni bir başlık açıyor. Bu bölümde şu hadisi kutsidekine benzer bir üslupla ihsan mertebesini anlatmaktadır. Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Allah Teâla Hazretleri şöyle ferman buyurdu: “Kim benim veli kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilan ederim. Kulumu
bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım (aynî veya kifaye) şeyleri eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı (aklettiği kalbi, konuştuğu dili) olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm,
benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum. Ben yapacağım bir şeyde, mü’min kulumun ruhunu kabzetmedeki tereddüdüm kadar hiç tereddüte düşmedim: O ölümü sevmez, ben de onun sevmediği şeyi sevmem.”[13]
Muhyiddin Arabî hakikati, soyut bir gemi gibi tasavvur ederken söylediklerinin Kur’an’dan alınan bilgiler olduğunu belirtiyor. “Meclislerimde ve tasniflerimde konuştuğumuz her şey, Kur’an’ın huzurundan ve hazinelerinden gelir. Bana Kur’an’ı anlamanın ve Kur’an’dan yardım almanın anahtarları verilmiştir. Bütün bunlar Kur’an’ın dışına çıkmadığımız sürece geçerlidir. Kuşkusuz bu bağışların en yücesidir. Ancak zevkine varan, menzilini nefsinden bir hal olarak müşahade eden ve Hakkın, sırrında kendisiyle konuştuğu kimse bunun değerini bilir.” [14].
Müellif burada aklın işleyiş şekillerini ele alıyor; tahayyül, tasavvur… Bununla birlikte tahayyül ve tasavvur etmeyi bilmeden de Allah’a ermenin mümkün olduğunu dile getiriyor. Böylece akılların farklı şekillerde çalışarak mârifetullah bilgisine erdiğini anlatıyor. “Aklın bir sınırı olduğu gibi imanın da bir sınırı vardır. Aklın sınırı, onu normal gözleminin
gerektirdiği biçimde sebepleri ve varlığının maslahatları üzerinde düşünmeye ulaştırır. İmanın sınırı ise onun yanında adetin aşılmasıdır, ta ki adet onun için aşılmış olsun. Öyle ki azap ve acıdan, nimet ve benzerlerinden lezzet alacak hale gelir. Mahlukat içinde akıl erbabına özgü olaylar aklın sınırı doğrultusunda gelişir. Allah’a bağlı kimselere özgü olaylar da imanın sınırı doğrultusunda cereyan eder. Bunlar hal, ilahi emirler, rabbani dosdoğru düşüncelerin sahibidirler.”[15]
Müellif bu bölüme, Musa aleyhisselamın doğumundaki hikmetle başlıyor. Firavun tarafından Musa aleyhisselam doğuncaya kadar öldürülen her çocuğun Musa aleyhisselama yardım olarak döndüğünü söylüyor. “Musa, Musa’dır diye öldürülenlerin hayatlarının toplamıydı. Nasıl ki çocuk büyüğünü emir altına alır, ona istediklerini yaptırır. Büyük, kendi üstünlük konumundan çıkarak çocuğun düzeyine iner, onunla çocuklaşır, oynar. Musa aleyhisselam da kendisinden önce ölen çocukların böyle tesiri altındadır.”[16]. Bu bölümde ilmi de “hayret” olarak tanımlamaktadır. Allah’u Teala gerçekte zatından dolayı tek asıl idi. Tıpkı zatından dolayı tek asıl olan heyulani cevher gibi. Ve heyûlânî cevher, zatıyla
yüklendiği ve kendisinden zahir olan tecelli suretleriyle böyledir. Hak da kendisinden zahir olan tecelli suretleriyle böyledir (yani çoktur.) Böylece Hak, akledilebilir olan tek olmaklık ile beraber, alem suretlerinin tecelli mahalli oldu. Allah’u Teala’nın, kullarından dilediğine özgü kılarak bildirdiği bu ilahi öğretimin ne kadar güzel olduğuna bir bak! [17].
Sahip olduğu ilme haiz bir tefsir yaparak sıradanlıktan uzak özgün bir anlayış sunuyor. Örneğin el-Kasas suresi 9. ayetten bahisle, firavunun imanının sahih olduğunu söylüyor. “Firavun, Musa aleyhisselamın öldürülmesini istedi. Bunun üzerine karısı Asiye, Musa aleyhisselama kendisine ilham olunan ilahi konuşma ile konuştu. Çünkü Sallallahü aleyhi
vesellemin o ve İmran kızı Meryem için, kemal sahibi olduklarını teyid eder biçimde bildirdiği üzere Allah’u Teala onu kemal için yarattı. Musa aleyhisselam için firavuna, “O, benim ve senin için göz aydınlığıdır.” dedi. (el-Kasas 28/9) Böyle olunca onda ortaya çıktığını söylediğimiz kemal ile Musa aleyhisselamla gözü aydın oldu. Aynı şekilde suda boğulurken
Allah’ın bahşettiği iman sayesinde, firavunun da gözünün aydınlığı oldu. Allah onun canını içerisinde hiç kir kalmamış şekilde tertemiz olarak aldı. Çünkü İslam önceden olanları siler. Ve ilahi rahmetten hiç kimse ümidini kesmesin diye Allah firavunu, dilediğine inayet ettiğine ilişkin bir ayet kıldı. Çünkü Allah’ın rahmetinden ancak kafirler ümit keser. Eğer Firavun ümit kesenlerden olsaydı imana gelmezdi. Böylece Musa aleyhisselam firavunun karısının kendisi hakkında söylediği gibi oldu ki şöyle demişti, “O, benim ve senin için göz aydınlığıdır, onu öldürme! Yakında bize faydası dokunur.” Ve böyle de oldu. Her ne kadar o sırada, firavunun mülkünü ve ailesini kendi elleriyle yıkıma uğratacak olan nebi olduğunu bilmiyor da olsalar. Allah onlara Musa aleyhisselam ile fayda verdi [18].
Bu bölümde ayan-ı sabitelerden bahseder. Kaza ve kaderi ayan-ı sabiteler üzerinden açıklar. “Ayan-ı sabiteler (Her canlı varlığın özleri; mesela ağacın çekirdeği, tohumu gibi o alemde de herkesin şekil almamış bir özü vardır.) Kendi istidatı ve kabiliyetlerine göre meydana çıkmayı isterler yani beni dünya alemine indir de kendimi şöyle bir göreyim derler.” [19]. Muhyiddin İbn Arabî, bu ayan-ı sabitelerin dünya alemine inmesine ‘kaza’ adını veriyor. Fakat bu ayan-ı sabitelerin (insanın doğumu, tohumun bitki olması gibi) kendi istekleriyle yeryüzüne indiğini bunda Allah’ın bir zorlaması olmadığını söylüyor. Buradan yola çıkarak da Cenab-ı Hakk’ın kendi aslı temiz olan bir ferdi zorla tutup bir fenalığa sürüklememiştir diyor. Ayan-ı sabiteler, “Ya Rabbi beni meydana çıkar da marifetimin iyiliğini veya fenalığını göstereyim.” demişlerdir [20] Bu durum bana İsra suresi 84. ayetteki “Herkes kendi mizaç ve karakterine göre iş yapar.” ayetini hatırlattı. Endülüs’te doğup Fas, Tunus, Anadolu erenleri ile görüşmüş; Bağdat uleması, İskenderiye, Hicaz alimleriyle ilmi müzakereler yapmıştır. Kendisi amelde Zahirî olsa bile Eşari, Hanefi, Maliki alimleriyle buluşarak bütüncül bir anlayışa sahip olmuştur.
Kitabın en çarpıcı yeri sonudur. Başta anlamadığınız birçok şeyi burada anlayabilirsiniz. İbn Arabi buraya kadar yazdıklarını şöyle özetler. “Sözün sonuna geldik sayılır. Bu arada yine bir soruyla karşılaşabiliriz. Mesela biri şöyle sorabilir: Şimdi sen bütün bu anlattıklarınla sabırlı bir varlık olarak Allah-u Teala’yı bıraktın ve her şeyi de yok ettin. Bu sorunun cevabını gayet kolay verebiliriz. Deriz ki; söylediklerimiz, yazdıklarımız varlık olarak Allah-u Teala’nın gayrını görmeyen içindir. Biz sözümüzü, sohbetimizi böylesi ile yaparız. Ama o kimse ki Allah-u Teala’dan gayrı bir varlık görür,
onunla hiçbir işimiz yoktur. Hatta böylesine verecek bir cevap bile yoktur. Hatta öyle bir kimseye bir soru da sormayız. Sorusunu da nazara almayız.” [21]. Böylece iman ehli olmayanların kitabını da anlamayacağını beyan eder. Bu kitabı İbn Arabî felsefesini anlamak isteyenlere, ayrıca bazı ayetlerle ilgili özgün bir tefsir sunduğu için Kur’an ile ilgilenenlere önerebilirim.
İbn Arabî Felsefesinde Allah-Alem İlişkisi ve Bazı Sırlar PDF