Esranur Ekinci [1]
İnsan Yüzlü Şehirler; Mustafa Armağan’ın, Ketebe Yayınları
tarafından, gezi-düşünce dizisi içerisinde yayımlanan ve ilk basımı
Temmuz 2018 yılında yapılan, karton kapaklı, 253 sayfadan oluşan,
5 bölüm ve 29 resim içeren eseridir.
Mustafa Armağan, 24 Şubat 1961 tarihinde, Cizre’de doğdu.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümünden mezun olduktan sonra çeşitli yayınevlerinde editör
olarak çalıştı. 1995-1996 arasında İzlenim dergisinin yayın
yönetmenliğini yürüttü. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi (Risale Yayınları, 4 cilt) ve Osmanlı
Ansiklopedisi (Ağaç Yayıncılık, 7 cilt) adlı çalışmaların yayın koordinatörlüğü görevlerinde
bulundu. M. M. Şerif’in 4 ciltlik İslam Düşüncesi Tarihi adlı derlemesini (İnsan Yayınları, 1990-
91) yayıma hazırladı. Armağan özellikle Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye yakın tarihi
konusunda yazdığı tarihsel revizyonist kitaplarla tanınır. Üç farklı eseri Türkiye Yazarlar
Birliği tarafından ödüle layık görüldü. Bunlar; Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası ve Şehir (F.
Capra’dan tercüme dalında, 1989), Ey Şehir (deneme dalında, 1997), Osmanlı: İnsanlığın Son
Adası (TYB Fikir Ödülü) kitaplarıdır. Telif kitapları olan Gelenek (1992), Gelenek ve Modernlik
Arasında (1995), Şehir Asla Unutmaz (1996) ve Bursa Şehrengizi (1998) dışında derleme ve çeviri
olarak birçok kitap yazan Armağan toplamda 50 kitaba imza atmıştır. Son kitabı, geçtiğimiz
günlerde “Cemil Meriç Ve İrfana Açılan Gözler” Ketebe Yayınları tarafından yayımlandı.
İnsan Yüzlü Şehirler, Armağan Hoca’nın gezi-düşünce dizisi içerisinde yayımladığı ikinci
kitabıdır. İlk kitabı ‘’Şehir Asla Unutmaz’’ 1996 yılında İz yayıncılık tarafından
yayımlanmıştır.
1 nuresraekinci@gmail.com
(Bu yazı Young Academia ve Server Genç Hanımlar Derneği iş birliğinde Dr. Tuğba Y. Aydeniz
yönetiminde “Seyahatnameler ve Şehir Tarihi Yazarlık Atölyesi” kapsamında üretilmiştir.)
Şehir düşünce üzerine okumalar türünden yazarlar arasında Nabi, Reşat Nuri Güntekin,
Ahmet Hamdi Tanpınar ve Dursun Çiçek’in isimleri sayılabilir. Bu tür eserlerde hafızanın bir
köşesinde ‘Çok okuyan mı bilir çok gezen mi bilir?’ sorusunun cevabını ararken her ikisini
de yapmak gerektiğinin bilinci ile mevcut imkânlar dâhilinde harekete geçiyorsunuz.
Mustafa Armağan hocanın yaptığı gibi elinizde rehber olarak edindiğiniz bu kitaplar ile
şehir şehir geziyorsunuz.
Şehir ve Hafıza
İnsan, hafızası ile diğer canlılardan ayrılan bir varlıktır. Şehirler ise bu kaydolma anına
şahitlik ederler. Ve şehirler, şahitlik ettiği hiçbir şeyi unutmazlar. Unutulmaya yüz tutmuş
şehirlerin varlığını ve değerini okuyucusuna hatırlatmayı yıllar önce kendisine dert edinen
yazarımız; bu derdini ‘’İnsan Yüzlü Şehirler’’ kitabında şehir, hafıza ve insan üçlemesi ile
anlatıyor.
Önsözde yazar derdini açık bir şekilde ifade ediyor: ’’Yazarın derdi, doların değil, insanın yüce
amaçlarının çevresine yansıdığı bir şehirdir; ama bu modernizmin (high) kültürüne insanlığın
yaşayan hafızasının nasıl yenilenebileceği ve şehirleri inşa biçiminin bu geleneksel bilgelikten akan
değerlerle nasıl yeniden bütünleştirilebileceğidir yazarın endişesi. Sosyal bilinci tahrip eden değil,
ondan beslenen bir şehir tasavvuruna ulaşmak yani.’’
Bu satırları okurken Turgut Cansever’in ‘’Şehir imar ederken nesli ihya etmeyi ihmal
ederseniz: ihmal ettiğiniz nesil, imar ettiği şehri tahrip eder.’’ sözleri hatırıma düşüyor.
Önsözün hemen ardından Yazar, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan hatırlayacağınız üzere
‘Sanatın Aynası’ adlı yazısı ile şehirlerin orkestra şefine benzetildiği; notanın müziğe
dönüşme hikâyesinin ipuçlarını veriyor. Yani ‘Sanatın Aynası ‘ile mevhum olan şehrini bize
aksettiriyor. Kitap, ‘’Bitmeyen Gece, Şimal Keşifleri, Semaya Açılmış Kuyular’ın Sesleri,
Evliya Çelebi’nin Atlas Renkli Dünyası ve Kristal Bir Labirent ‘’ olmak üzere 5 bölüm ve 51
yazıdan oluşuyor.
Kare Kare İnsan
İlk bölüm, “Bitmeyen Gece” başlığı ile Selanik’ten Amerika’ya varan yolculuğu kronolojik
bir düzen ile aktaran sekiz yazıdan oluşuyor. Tanzimat döneminden günümüze Batılılaşma
serüvenimizin karakterine atıflarda bulunan yazar, beynimizi kamçılayan sorular ile tarih
merakımızı zinde tutuyor ve sosyolojik tespitlerin vurgulu açıklamaları ile birinci bölümü
bitiriyor.
Kitabın ikinci bölümü ‘’Şimal Keşifleri” başlığı ile dünyanın kuzeyine geziye çıkıyoruz. Bu
bölüm de birinci bölüm gibi sekiz yazıdan oluşuyor. Kitabın en dikkat çekici başlıkları
arasında özellikle imgesel başlıklar yer alıyor. Mesela ilk yazısı olan ‘’Güneşin Batmadığı
Günler’’ ile Rusya’ya yolculuğa çıktığımızı ilk okuyuşta anlamıyor ya da ikinci yazısı
‘’Boğazda Beyaz Geceler’’ ile Dostoyevski’nin Beyaz Geceler eserini yazarın kendine rehber
edindiğini tahmin edemiyoruz.
İkinci bölümde çok net anlaşılacağı üzere yazar, bir şehri anlatmadan önce o şehir ile ilintili
edebiyatın baş yapıtlarıyla tanıştırıyor, daha sonra edebiyat ile seyahati birleştirip lezzetli bir
yolculuk ile bizi baş başa bırakıyor. Aynı zamanda gezdiği yerlerin tarih boyutunu anlatınca
edebiyat, seyahat ve tarih üçlüsü ile tarifsiz güzellikte bir yolculuğa çıkmış oluyoruz;
“Malum 21 Haziran ve onu takip eden birkaç günde Rusya’da özellikle St. Petersburg’da
güneş neredeyse hiç batmıyor! Hep gündüz, daima gündüz, kesintisiz gündüz. Bunu
Dostoyevski’nin Beyaz Geceler’ini okuduğumdan beri duyardım da yaşayınca çok farklı oluyor
doğrusu.
Bir ara gözüm saatime ilişti; saat 22.30, yani bizim gece yarısına doğru ilerlediğimiz saatlerde
St. Petersburg, o muhteşem akşamı yeni yeni yaşamaya hazırlanıyordu. Saat 23.00’ü buldu
yine bir şey değişmedi, saat 24.00,yani gece yarısı oldu, aynı. Bir ara gökyüzünde erguvan
renkli patlamaların ardından aydınlık bir lacivert dalgası belirdi. Bulutlar erguvan
pembeliğinde, gökyüzü boydan boya laciverde boyanmış, ufukta güneş yumurta sarısı, batıp
batmamakta tereddüt ediyor, son ışıkların peşini inatla bırakmıyor.
Neden sonra gerilen bir kayışın kopması yahut Ahmet Haşim’in kanlı bir başın ufka düşmesi
şeklinde tarif ettiği o harika sahne gerçekleşti. Kan, ufuk boyunca yayıldı, pıhtılaştı, kurudu,
hafiften karardı lacivert renkli sema ile girdiği savaşta direndi, etrafa haşarı çocukların yaktığı
bizim Hıdrellez ateşlerine benzer ışık kümeleri belirdi.”
Birbirinden güzel yazılan beş bölüm, yazarın St. Petersburg ile ilgili ilk izlenimini anlatıyor.
Daha sonra ‘Osmanlı izleri’ ni anlatarak bize tarihsel ışık sunuyor. Misâlen;
“…Solumuzda kule şeklinde tuğladan yapılma bir bina var. Müzeymiş. Arkadaşlarım Adnan
ve Selman beylere, ”Adı ne bu müzenin?” diye soruyorum. ”Çeşme Baskını Müzesi“ demezler
mi? Aman kaçırmayalım, girelim deyip onları da peşimden sürüklüyorum. Müzede 45-50
yaşlarındaki hanım görevli bize yardımcı oluyor. Rusya’nın ve bizim tarihimizin dönüm
noktalarından biri olan bu savaş (daha doğrusu “baskın”) ile ilgili dev tablolar, savaşın
cereyan şeklini gösteren krokiler, şemalar, gravürler, savaşta kullanılan baltalar, muharebe
aletleri ve gemi topları, her Rus gemisinde bulunan koruyucu ikonalar, pusulalar, dürbünler
ve … ve Çeşme’de Osmanlı gemilerinde aslı bulunan yarısı yanık bayraklar tavandan
üzerimize sarkıyor… (Asırlar sonra da olsa bu bayrakları öpüp koklamak çok güzeldi.)”
“Semaya Açılmış Kuyular’ın Sesleri’’ adlı üçüncü bölümde ise esere adını verdiği “İnsan
Yüzlü Şehirler” ile karşılanıyoruz. İslam dünyası için özel olan şehirlerin her birini özenle
anlatıyor yazar. Hoca, İmam Gazali‘nin İhyâü Ulûmi’d-dîn adlı eserindeki menkıbeler
yardımıyla bizi Asr-ı Saadet dönemindeki Mekke ile günümüz Mekkesi arasındaki
farklılığın derinliği ile yüzleştiriyor. Yazının başlığı ”Peygamber’in Şehri mi, Firavun’un
Şehri mi?” ile anlatılmak istenen, menkıbeler ile daha vurgulu oluyor;
“Hatem, üzerlerinde yalnız yün cübbeleri olan
azıksız, dağarcıksız, 320 kişiyle beraber Hacca
gitmek üzere yola çıkar. Rey şehrine
uğradıklarında o sırada hasta yatağında yatmakta
olan bir fakihin ziyaretine götürürler kendisini.
Hatem, bakar ki fakihin evi ‘’mükemmel bir
konak’’; hayretle, “Alim bir zata mütevazi bir ev
kifayet ederdi’’ diye söylenir kendi kendine.
Tefrişatı eksiksiz olan geniş bir evde, yumuşak bir
döşekte hasta yatan fakihe “kimden ders aldığını
‘’sorar Hatem. Cevap, önce hocalarından
başlayarak müteselsil sorularla Resulullah’a kadar
uzanır. Tabii Hatem fırsatı kaçırmaz ve “Bu kanallarla sana gelen ilimlerde ‘’daha büyük ve
içerisi daha süslü evi olanın Allah katındaki kıymeti daha üstündür” diye bir şey duydun
mu?” diye sorar. ‘’Hayır ‘’cevabını alan Hatem, fakihi iyice köşeye sıkıştırır: “O halde sen
kime tabi oldun? Peygamber’e, ashabına ve salihlere mi yoksa Firavun’a ve tuğla-kireç ile ilk
inşaatı yapan Nemrud’a mı? Fakih tabi söyleyecek söz bulamaz.”
Yazarın elindeki kalemle gönlündeki iç geçirmesini hissederek ah ile “Keşke cevaplar da
bazen sorular kadar kolay olabilseydi!” satırlarını okuyorum.
Bölümün dikkat çekici bir diğer şehri
Bağdat’ı çok güzel anlatıyor yazar. Meşhur
kelamcı ve edip Câhız, Bağdat için “soylu ve
erdemli” sıfatını kullanırken yazar “kıskanç”
sıfatını kullanmayı tercih ediyor. Bağdat
tarih boyunca başkent olmanın
kıskançlığının bedelini ödeyen bir şehir
olduğunu o topraklarda yaşayan tarihin
gürültüsü arasında sesi kısılmış Mervli
Mülteci Moğol “tufanını” şöyle anlatıyor. “Yıllardan 1258, aylardan Şubattı geldiler, her şeyin
kökünü kazıdılar, yaktılar, öldürdüler ve çekip gittiler.”
Yazar gürültülerin arasında hiçbir şeyin yok olup gitmesine izin vermiyor ve biz bütün bu
çabalara ortak oluyoruz.
Bölümün son yazı taçlığı Şam’a ait. Yazar, “1 Haziran 2001 günü, İskenderun Belediyesi ile
Türkiye Yazarlar Birliğinin ortaklaşa düzenlediği Cemil Meriç’in düşüncelerinin ele alındığı
toplantıya katıldıktan sonra” bir grup arkadaşı ile Şam ve Halep’e doğru yola çıkıyorlar.
Yazar, yolculuğa başlar başlamaz hayretler içinde kaldığını ifade eder ve düşüncelerini şöyle
açıklar;
“…Harabiyetten dökülen ve çivisi
çıkmış bir memleketle
karşılaşacağımızı zannederken,
apartmanlarının bile geleneksel
Halep evlerinin nefaset ve
zarafetinde taştan inşa edilmekte
olduğunu görünce Türk şehirlerinin
hal-i pür-melali ister istemez
gözlerimizin önüne geldi. Eski
evlerin hatırı sayılı bir nispette
varlıklarını koruduğu, yanlarında ise modern binaların boy attığı bu şehirde, tam anlamıyla
cıvıl cıvıl bir hayat hüküm sürüyordu.”
Yazar, ağır yükler binmiş bir şekilde Halep sokaklarına yol tutar2 ve orada çocukluğu ile
yüzleşir. Sanki Gaziantep sokaklarında dolaşıyor hissine kapılır bir an. Osmanlı izlerini
günümüz Türkiye’sindeki şehirlerden daha fazla taşıdığını söyler. Bizden daha çok biz olan
şehirlere yabancı ve uzak kalmamıza yazar ile birlikte üzülüyoruz.
“Evliya Çelebi’nin Atlas Renkli Dünyası ‘’Mustafa Armağan’ın yorumu ile zevkle
okuduğum bir bölümdü. Evliya Çelebi’nin Diyarbakır’ı, Şam’ı, Saraybosna’sı, Sofya’sı,
Tebriz’ini ve peygamberlerin tebessüm ettiği şehirleri, sihirli sayfalarının ardından
geziyoruz.
1663’ten günümüze seyahatname ışığı
niteliğinde okuduğum satırlar ile
memleketim Âmid’e dair bilmediğim
rivayetleri öğreniyorum. Mesela yıllardır
sadece semt adı olarak bildiğim “Melek
Ahmed” ismi Evliya Çelebi’nin annesinin
teyze oğlu imiş. Hayretimi gizlemeden diğer
rivayetleri okuyorum:
“Evliya Çelebi, şehrin nüvesini teşkil eden meşhur Diyarbakır kalesini şöyle nakl eder;
Hz. Yunus(as) Musul halkına Hak dini tebliğde bulunmuş ama bir kişi dahi iman etmeyince
ümidini kesip Diyarbakır’a gelmiştir. Diyarbakır halkı ise herhangi bir mucize göstermesini
beklemeden iman etmiş, bunu üzerine Hz.Yunus sevinç içerisinde, “İliniz mamur ve abadan,
halkınız daima sevinçli neşeli olup bütün çocuklarınız ve yakınlarınız temiz ve olgun olalar”
diye hayır duası bulunmuş ve bir mağarada tam yedi yıl yaşamış. Aynı yıllarda “yıldız gibi
temiz” bir hükümdar kızı, Hz.Yunus’un yanına gelerek “Müslüman” olmuş ve yine onun
yönlendirmesiyle kaleyi yaptırmış. Acem tarihçileri şehre bu yüzden “Kız şehri” anlamında
“Diyarbekir” demişler. Rum tarihçileri ise şehir siyah taştan yapıldığı için “Kara Amid” adını
vermişler.”
Şehirlerin rengarenk anlatıldığı satırlardan kitabın son bölümü olan “Kristal Bir Labirent” e
çıkıyoruz. Her bitişin yeni bir başlangıç olduğu felsefesinin anlatıldığı “Yolculuk ve Ölüm”
yazısı ile kitabın önceki sayfalarında bahsettiği yolculuk ve ölüm arasındaki ilişkiyi burada
toplu ve net bir ifadeyle anlatıyor okuyucuya yazar. Bu bölümde ülkemizin incileri olan
2 Anadolu’da yol tutar tâbiri yola çıkmak anlamında kullanılmaktadır.
şehirlerimizin güzelliklerini kaybetmeden farkındalık oluşturması için yazılmış ve kitabın
önceki bölümlerinde ufak ufak değindiği konuların toplu olarak anlatıldığı bir bölüm
okuyoruz. Mesela Bağdat için vurgulanan kıskançlık bu bölümde Nef’î’nin IV.Murad’ı
medhettiği bir kasidesinden yola çıkarak İstanbul’un karşısına Edirne’yi başkent olarak
çıkardığı beyitleri görüyoruz;
Merhabâ ey pâdişâh-ı âdil ü âli nijâd
Oldu teşrifinle şehr-i Edrine reşk-i bilâd
Devlet ü ikbâl ile dârüsselâm olsun sana
Gerçi olmuş bir zaman ecdâdına dârülcihâd
Geh İstanbûl ola gâhî Edirne cevlângehi
Geh çekip adâya şemşîr eyleye azm-i cihâd.
Bu beyitlerin bugünkü Türkçe ile karşılığını yazarın hocası Prof. Abdulkadir Karahan şöyle
veriyor:
“Ey adaletli ve yüce soylu padişah, merhaba(hoş geldin); senin teşrifinle Edirne şehri, başka
şehirleri kıskanırdı.
Her ne kadar, bir zamanlar, atalarına savaş alanı (Darü’l-cihad= Cenk yeri) olmuşsa da, sana
devlet ve ikbal (büyük mutlulukve baht açıklığı ) ile kusur ve afetlerden uzak bir esenlik yeri
(Darü’s-selam adıyla adlandırılan cennet kadar güzel ve rahat bir yer) olsun.”
Bölümün sonraki yazılarında Urfa’nın “Mistiği”, Hatay’ın “Sosyoloji’’ sinden yemek
kültürüne kadar detaylara yer verirken, rahmet mevsimini ‘‘Şehr-i Ramazan’’ı anlatarak
bütün yansımaları bitirir. Artık bize de asil olan ne varsa onu bulmak gerekir. Yani
kendimizi bulmak…
Mustafa Armağan bütün kitapta coğrafya atlası gibi dünyanın bir ucundan diğer bir ucuna
gezdiği şehirleri bizimle paylaşırken samimi bir üslupla duygularını ve ön yargılarını
muhabbet eder gibi anlatıyor. Bu sebeple yazarı bazen konferansına katıldığınız bir dinleyici
bazen de seyahate beraber çıktığınız yol arkadaşı gibi hissediyorsunuz.
Cihan Çetinkaya bir yazısında “Şehir ve İnsan birbirlerinin tezahürleridir. İkisinden biri
abad olursa diğeri de abad olur çünki insan mekân ile bütündür.” diyor. İnsanın mekân ile
bütünlüğünü ve şehrin insanı nasıl inşaa ettiğini bu kitabı okuduktan sonra anlıyor ve bir
farkındalık oluşuyor sizde.
Bu kitabı bitirdikten sonra aklımda sayısız soru ile yeni şehirleri gezme merakı iç içe
geçerken acaba Hoca, bir başka insan yüzlü şehir olan Kudüs’ü de yazsa idi nasıl olurdu?
diye soruyorum kendime.
Sufi şair Niyâzî-i Mısrî, “İnsan, önünden varlıkların geçtiği bir ayna gibidir” demiş. Peki,
insan adlı aynanın önünden şehirler geçtiğinde ne tür akisler bırakır? İnsanın aynasında
şehirler nasıl poz verirler? Peki insana akseden şehir hangi yüzümüze benzer? Şehir tutkunu
Mustafa Armağan, Las Vegas’tan St. Petersburg’a, Bağdat’tan Konya’ya, Evliya Çelebi’nin
Atlas Renkli Dünyasından şehirlerimizin Ramazan’a yansıyan yüzüne kadar uzanan bir
çizgide bize İnsan Yüzlü Şehirler’in şifrelerini sunuyor.
Mustafa Armağan’ın yazdığı bu kitap, zaman zaman sadece tarihi metin zaman zaman
kültürel özelliklerin anlatıldığı bir eser olarak karşımıza çıkıyor. Çok kıymetli sosyolojik
tespitlerin yer aldığı bu hazineyi herkese tavsiye ederim.