Merve Nur Yılmaz [1]
Ebu’l-Hasan Alî b. Ahmed (Ca ‘fer) el-Harakânî (K.S.), daha yaygın ismiyle, Şeyh Ebu’lHasan el-Harakânî Hazretleri, h. 352, m. 963 yılında, Bistam şehrinin kuzeyinde yer alan Harakan köyünde dünyaya gelmiştir. Köy, o dönemlerde Bistam’a, günümüzde ise İran sınırları içerisinde yer alan Simnân’ın Şâhrud kasabasına bağlıdır. Çiftçilikle geçimini
sağlayan bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelen Ebu’l-Hasan el-Harakânî Hazretleri, küçük yaşlarında Harakan köyünde çobanlık yapmış daha sonra ise çiftçilikle uğraşmıştır [2].
1021 yılında Kars İline yerleşen Harakânî Hazretleri, Anadolu’nun ilim ve irfan kapısı olmuştur. 1033 yılında, Kars muharebeleri sırasında da Kars’ta Yahniler Dağı’nda şehit düşmüştür. Kabri ise Harakânî Hazretleri’nin şehadetinden yaklaşık beş asır sonra ortaya çıkmıştır.
Ana dili Farsça olan Ebu’l-Hasan Harakânî Hazretleri bazı sözlerinde Arapça ve Türkçe ibareler de kullanmıştır. Zahiri ilimleri, özellikle de Kur’an, Hadis, Fıkıh ilimlerini tahsil etmiş, en yüksek seviyeden öğrenmiştir. İlmî birikiminden sonra tasavvufa girip ümmîleşmiş, Ümmü’l Kitap olmuştur. Kendi ifadesi ile Harakânî Hazretleri, Allah bu yolda bana her şeyi verdi, kendi ilmini de verdi ama minnet ettirmedi. [3] diyerek ilminin nihayetini ve derinliğini ortaya koymuştur.
Hasan Harakânî Hazretleri, aynı dönemde yaşamamış olmalarına rağmen, üveysî yolla feyz alarak şeyhi Bayezid-i Bistamî Hazretlerine mürid ve halife olmuştur. Bayezid-i Bistamî Hazretleri de daha 1 asır evvelinden onun geleceğine dair işaretlerden bahsetmiştir. Bu bağın menkıbesi, Ferîdüddin Attâr’ın Tezkiretü’l Evliya isimli eserinde şöyle nakledilmiştir: Şeyh Bayezid her yıl bir kez, Dehistan’da şehitlerin mezarlarının bulunduğu kumlu tepeyi ziyarete gelirdi. Bir defasında Harakan’dan geçerken durdu ve havayı koklayıp nefes aldı. Müritler ona: “Ya Şeyh! Biz hiçbir koku hissetmiyoruz.” dediklerinde; “Evet. Ama ben vurguncular köyünden bir erin kokusunu koklamaktayım. Bir er gelecek, adı Ali, künyesi Ebu’l-Hasan, benden üç derece önde olacak, aile sıkıntısı çekecek, çiftçilik yapacak ve ağaç dikecek.” dedi.[4] Yine Tezkiretü’l-Evliya eserinde, Harakânî Hazretleri ile Şeyh Bayezid arasındaki ruhânî bağ şöyle anlatılmıştır: “Şeyh Ebu’l-Hasan başlangıçta on iki yıl boyunca yatsı namazını Harakan’da cemaatle kıldıktan sonra, Bayezid’in türbesine yönelir ve Bistam’a gelirdi, durup derdi ki: ‘Ey Allah’ım! Bayezid’e ihsan ettiğin hil’atten Ebu’l-Hasan’a da bir koku ver.’
Ondan sonra geri döner, sabah vakti Harakan’a varırdı. Yatsı namazı abdestiyle, Harakan’da sabah namazı cemaatine yetişirdi.[5] Harakânî Hazretleri’nin menkıbelerinin ve sözlerinin yer aldığı Nuru’l-Ulum adlı eserde de anlatıldığına göre on iki yıl süren türbe ziyaretleri sonunda bir ses Harakânî Hazretlerine; Ey Ebu’l-Hasan! İrşad zamanın geldi. Diye seslenmiş, Harakânî Hazretleri de; Ey Bayezid! Bir himmet lütfet ki, ben ümmî bir insanım. Şeriattan bir şey bilmiyorum, Kur’ân okumamışım demiştir. Bunun üzerine aynı ses; Ey Ebu’l-Hasan! Bende olan ve bana verilen şey senin bereketinle verildi demiş, Harakânî Hazretleri de; sen benden yüz otuz küsür sene önce yaşadın, bu nasıl olur? deyince; evet, doğrudur. Fakat ben Harakan’dan geçerken, Harakan’dan göğe doğru yükselen bir nur gördüm. Dilediğim bir hacet, otuz yıl olmuş hala yerine gelmemişti. Gaybdan sırrıma nida geldi ki; ‘Ey Bayezid! Senin dileğinin yerine gelmesi için o nuru hürmetle şefaatçi yap.’ dedi. ‘Ey Allah’ım! O kimin nurudur?’ deyince, gaybdan bir ses geldi ki: ‘Ebu’l-Hasan dedikleri has bir kulumun nurudur; senin isteğinin yerine gelmesi için o nuru şefaatçi yap.’ dedi.” [6] Şeklinde cevap almıştır.
Gazne hükümdarı Sultan Mahmud, Harakânî Hazretleri’nin şanını duyup O’nu huzuruna çağırmış, Harakânî Hazretleri’nin ayağına gitmemesi üzerine ise Sultan Mahmud şeyhi ziyaret etmiş, büyüklüğünü anlayıp şeyhe hürmet göstermiş, kendisinden dua ve nasihatler istemiştir. Büyük bir Harakânî sevdalısı olan Gazneli Mahmud, şeyhin irfanından da yüksek derecede istifade etmiştir. Harakânî Hazretleri’nin yönlendirmesi ile Hindistan’a seferler düzenlemiş, bu bölgede İslâm’ın yayılması için gayret göstermiştir.[7] Harakânî Hazretleri ile Gazneli Mahmud’un tanışmaları, Şems-i Tebrizî’nin “Makalat” isimli eserinde şöyle anlatılmıştır: “Şeyh Ebu’l-Hasan, büyük bir er idi. Sultan Mahmud zamanında yaşadı ve o da uyanık ve hakikate talip idi. Şeyhi kendisine anlattılar. O da hizmet ve niyazda bulunmak için ona geldi. Şeyh ona fazla iltifatta bulunmadı. Dedi: ‘Siz sultanı karşılamak için dışarı çıkmadınız!’ Şeyh, ‘Biz dinin sultanı ve hakikatin sultanı müşahedesi hizmetinde olduğumuz için yetiştiremedik.’ diye cevap verdi. Sultan, ‘Allah, Allah’a, Rasûlüne ve emir sahiplerine itaat ediniz. Diye buyurmuş.’ dedi. Şeyh, ‘Ey İslâm Padişahı! Allah’a itaat ediniz. Zevki bizi öyle kuşattı ki âlemde Resulün bulunup bulunmadığından bile haberimiz olmadı; üçüncü mertebe emir sahiplerinden nasıl haberdar oluruz?’ dedi. Sultan ağladı ve eli titrediği halde şeyhin elini tuttu, öptü.” [8] Harakânî Hazretleri ile sık sık görüşüp sürekli irtibat halinde olan Gazneli Mahmud Sümenad Seferi sırasında da bir ziyarette bulunmuş, şeyhinin duasını istemiştir. Sefere giderken, bana bir teberrük, hediye verin de ona baktığımda sizi hatırlayayım. Demesi üzerine Harakânî Hazretleri, hırkasını sultana vermiştir. Sefer sırasında düşman ordusunu görünce içine korku düşen Sultan Mahmud, şeyhinin hırkasını yere serip üzerinde iki rekât namaz kılmış, ardından da Rabbim! Bu hırkanın sahibi hürmetine bize bir muzafferiyet ihsan eyle. Diye dua etmiştir. Nihayetinde zafer getiren seferin arkasından Sultan Mahmud’un
rüyasına giren Harakânî Hazretleri, rüyada Sultana; Ey Sultan! Madem bizi aracı kıldın, neden demedin ki; Ya Rabbi! Bütün Hint ve Rum’u Müslüman eyle, neden muzafferiyeti sadece o alanla sınırlandırdın? diyerek Anadolu’nun fethi için yönlendirmede bulunmuştur.[9]
Harakânî Hazretleri’nin Sultan Mahmud’a Nasihatleri:
Tuğrul Bey’i Anadolu, Çağrı Bey’i de Kafkasya seferine yönlendiren Harakânî Hazretleri, seferlere de bizzat katılarak Anadolu’nun kapılarının Türklere açılmasında büyük ve etkin rol oynamıştır. 1021 yılında Kars Bölgesi’ne yerleşerek oradaki gayrimüslim tebaanın gönüllerini fetheden Harakânî Hazretleri, Anadolu’nun ilim ve irfan kapısı olmuştur.
Hak dostlarının siyasi dünya ile yönetim ile ilişkileri sadece, daha adil ve daha bereketli bir devlet nizamı için olmuştur. Harakânî Hazretlerinin devlet erkânı ile bağını ve yönlendirmelerini de bu minvalde değerlendirmek sahih bir bakış açısının sonucudur. Selçuk beylerini Anadolu topraklarına yönlendirmesi de İslam’ın Anadolu’da hâkim olması ve huzur, refah dolu bir toplum inşasının sağlanması için olmuştur. Tuğrul ve Çağrı beylerin Buhara’dan göç edip Harakânî Hazretleri’nin diyarına gelişleri Anadolu’nun en sıkıntılı olduğu dönemlere rastlamıştır. Bu dönemde Orta Asya’da göçler, etnik karışıklıklar, sıkışmış bir toplum yapısı, yeniden yapılanmanın söz konusu olduğu bir süreç söz konusudur. Harakânî Hazretleri, Tuğrul ve Çağrı beyler için şunları söylemiştir: “Bunlar buraya geldiklerinde ‘Biz Allah için gazaya çıkanlardanız, yiyecek bir şeyimiz de yok. Bize biraz urba, un göndersinler de biz katık yapıp yiyelim.’ diye haber gönderdiler. Buraya geldiklerinde yastıkları atlarının eyeri, yorganları da atlarının çulları idi. Allah için gazaya çıkmışlardı. Bunların dertleri sultanlık, dünya sultanlığı değildi. Böyle olunca birisine Irak mülkünü, birisine de Horasan mülkünü bağışladık.” [11] Selçukluların gelişinden sonra Sultan, zahiri idareyi, tedbiri Selçukluların eline vermiş, manevi emir sahibi olan Harakânî Hazretleri de Miladi 1018-1023 yıllarını içine alan süreçte Çağrı Bey’i Kafkasya’ya; Tuğrul Bey’i de Kars Bölgesi üzerinden Anadolu’ya yönlendirmiştir.
Harakânî Hazretleri, adalet ve şefkate dayalı bir yaklaşım benimsemiş ve bu durum kültürel ve etnik birlikteliğe imkân sağlamıştır. Devlet ricali ile de istişarelerde bulunmuş, gerekli yönlendirmeleri yapmış, bir taraftan da âlimler, mutasavvıflar ile sohbetlerde bulunmuştur. Hazretlerinin irfanından, feyzinden beslenen Selçuklu Devleti Beylerinin devlet ve yönetim anlayışı da öncekini yok ederek kendisini var kılma yerine öncekiyle beraber varlığını devam ettirme biçiminde şekillenmiştir. Harakânî Hazretleri’nin irfanı ile beslenen Selçuklu, sadeliği, muhabbeti, insanı sevmeyi,
insanın gönlüne yücelik ulaştırmayı, tevazuu, halka en güzel şekilde hizmeti kendisine görev bilmiş, Sultanları halkın hizmetkârı olarak görmüştür. Onlar bir taraftan halka hizmet etmiş, diğer taraftan nefisleri ile mücadele etmişlerdir.
Anadolu ve Kafkasya’daki fetihler öncesinde zaman zaman doğu gezileri yapılmış, akıncı birlikleri keşiflerde bulunmuştur. Bu birlikler içerisinde Alperen derviş Harakânî Hazretleri de her zaman var olmuştur. Üç bin kişilik kuvvetiyle birlikte Kafkasya seferine çıkan Çağrı Bey’in ordusu Rey’den geçerken Harakânî Hazretleri de orduya dâhil olmuş ve kuvvetin manevi lideri olmuştur. Ağrı’dan Kars’a kadar gelen kuvvet, Van tarafından keşif hareketi ile geri dönmüşler fakat Harakânî Hazretleri Kars’ta kalıp buraya yerleşmiştir. Otağını, çadırını Kars’a kuran Harakânî Hazretleri, dergâhının girişine; Her kim bu kapıya gelirse ekmeğini verin ve inancını sormayın. Çünkü Allah katında ruh taşıyan herkes Ebu’lHasan’ın sofrasında ekmeğe layıktır. İfadelerini nakşederek eşref-i mahlûkat olan insana bakış açısını ve tasarrufunun enginliğini ortaya koymuştur [12]. Bu anlayış ve bakış açısı üzere 1033 yılına kadar Kars’taki Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, Ermeni, Rum, İranlı müslim ve gayr-i müslim tebaaya İslam’ı anlatmış, onlara kendisini ve bağlı olduğu yüce dini sevdirmiş, evvela gönülleri fethederek Anadolu’nun kapılarının Türklere, Müslümanlara açılmasının zeminini hazırlamıştır. Harakânî Hazretleri, Sultan Alparslan’ın Kars’a gönderdiği keşif birliklerinde de keşfin ardından başlayan Kars muharebeleri esnasında da bizzat orduya katılmış, etkin vazifeler ifa etmiştir. Katıldığı muharebelerden birinde, Kars’taki Yahniler Dağı’nda şehit düşmüştür. Kabrinin, Harakânî Hazretleri’nin şehadetinden yaklaşık beş asır sonra ortaya çıkması üzerine Lala Mustafa Paşa, Harakânî Hazretleri adına bir tekke ve cami inşa ettirmiştir.
Harakânî Hazretleri’nin irfanı çağını aşmıştır. Selçuklu coğrafyasındaki zengin münazara, tartışma, tefekkür ortamı Harakânî Hazretleri’nin şehadetinden sonra da yüzyıllarca devam etmiştir. O dönemdeki düşünce özgürlüğü ve din hürriyeti bugünkü bazı modern toplumlarda dahi tam anlamıyla sağlanamamıştır. Selçuklu irfan toplumunda yetişen Ömer Hayyâm, Muhyiddîn Arabî, Sadreddin Konevî, Abdülkerim Cilî, Mevlâna, Hacı Bektâş-ı Velî gibi pek çok ilim ve fikir önderi de beslendiği irfan ile Osmanlı medeniyetinin temellerini atmış, zeminini hazırlamıştır.
“Biz ilim mahfillerinde insanlara neyi arz ediyorsak Harakânî ’den aldığımızdır.” (Hz. Mevlâna)
Harakânî Hazretleri, pek çok arif yetiştirmiştir. Bunlardan biri, Nakşibendi silsilesi büyüklerinden Yusuf el-Hemedânî Hazretleri’dir. Hemedânî Hazretleri de yüzlerce arif yetiştirmiştir. Onlardan biri Ahmed Yesevî Hazretleri’dir. O da pek çok kâmil yetiştirmiştir ve onlardan biri Lokman Perende’dir. Lokman Perende’nin yetiştirdiği pek çok kâmilden biri, Hacı Bektaş-ı Veli’dir. Onun yetiştirdiği pek çok âlimden biri de bugün Bulgaristan’ın Razgrad şehrinde metfun bulunan Demir Baba’dır. Daha nice âlimler, arifler Harakânî Hazretleri’nin irfanının yansımaları ile beslenmiştir.
Anadolu’da, Balkanlar’da, Türk dünyasında, Arap-İslam dünyasında Harakânî Hazretleri’nin emeği ve tesiri çok büyüktür. Gerek kendisi gerekse yetiştirdiği arifler vasıtası ile Selçuklu ve Osmanlı medeniyetinin manevi ve irfani zeminini oluşturmuştur. Bu devletlere ruh veren bu büyük ariflerin irfanı olmuştur.
“Evdeki aslana riayetimizden Allah, ormandaki aslanları bize musahhar kıldı!”[13]
Miladi 11. asır, İslam dünyasında önemli fikir ve ilim adamlarının yetiştiği bir dönemdir. Razi ve Farabi o dönemde yaşamış, eserleri Doğu’yu ve Batı’yı etkilemiştir. Çağdaşları İbn-i Sina da hem bir tabip hem de fikir adamı oluşu ile tanınmış, marifet ilmine ve tasavvufa ilgi göstermiştir. Bu ilgi sebebi ile Harakan’a kadar gelmiş, Harakânî Hazretleri’ni ziyaret etmiş, bu ziyaret menakıb kitaplarına girmiştir.
Arkadaşları ile birlikte gelen İbn-i Sina evin kapısını çalınca içeriden yüksek ve sert bir kadın sesi cevap verir: “Ebu’l Hasan el-Harakânî’yi arıyorduk.” diyen misafirlere sesin sahibi, “O sahtekâr zındığı ne yapacaksın?!” diye sorar. Ebu’l Hasan el-Harakânî’nin eşi olduğu anlaşılan bu hanım, onun hakkında ileri geri sözler söyleyerek kapıdakileri hayli tedirgin eder. Öyle ki bir kısmı, “Kişiyi en iyi ehli tanır.” diyerek oradan ayrılmayı bile düşünür. Ancak Ali İbn-i Sina, bunca yolu aşarak geldiği kişiyi görmekte ısrarlı olduğunu belirtince vazgeçerler. Kapıdakilerin beklediğini gören hanım, şeyhin odun toplamaya gittiğini, ancak akşam geleceğini söyler. Şeyh dönene kadar bekleyen ziyaretçiler, alaca karanlıkta Harakânî Hazretlerini odunlarını siyah bir aslana yüklemiş, kendisi de odunların üstüne oturmuş vaziyette yaklaşırken görürler. Ziyaretçilerin şaşkınlığı karşısında Harakânî Hazretleri şöyle der: “Evdeki aslana riayetimizden Allah, ormandaki aslanları bize musahhar kıldı!” Ebû Said Ebu’l-Hayr ve Harakânî Harakânî Hazretlerinin Ebû Said’in çağdaşı olduğu ve kendisiyle zaman zaman görüştüğü bilinmektedir. Nitekim bir ziyaretinde Harakânî Hazretleri’nin huzurunda susmayı tercih eden Ebu Said’e “Niçin susuyorsun?” diye sorulduğunda, “Bir konuda iki tercümana ihtiyaç yok.” diye cevap verdiği nakledilmektedir. [14] Ebû Saîd Ebu’l-Hayr’ı bast, kendini kabz ehli olarak nitelendiren Harakânî Hazretleri’nin Ebû Saîd’in büyük önem verdiği semâ ve rakstan hoşlanmaması aralarında meşrep farkı bulunduğunu gösterir. Harakânî Hazretleri, hırka ve seccade gibi tasavvufun şeklî unsurlarına önem vermezken Ebû Saîd’in tekkesinde bunlara değer verilmesi bu meşrep farkından ileri gelmektedir.
Kendisini bir mana denizi, Harakânî Hazretleri’ni de o denizde bir konuşmacı olarak gören Ebu Said Ebu’l- Hayr, Harakânî Hazretleri’nin makamının yüceliğini ve manevi tesiriyle kendisinden aldığı feyzi şöyle ifade etmiştir: “Ben pişmiş bir tuğla idim; Harakan’a varınca cevher olarak döndüm.”[15]
Harakânî Hazretleri vefatına yakın süreçte; “Kabrimi otuz arşın derinlikte kazın, çünkü şu toprak Bistam toprağından yüksektir. Yatacağım toprağın, Bayezid Hazretleri’nin kabr-i şerifinden yüksek olması câiz değildir, edebe de uymaz.” diyerek hem vefatının yaklaştığını haber vermiş hem de şeyhine karşı duyduğu edebi bir kez daha ortaya koymuştur [16].
Kazvînî “Âsâru’l-bilâd adlı eserinde Harakânî Hazretlerinin kabrinin Bistâm yakınlarındaki Harakan’da bulunduğunu, onu ziyaret edeni şiddetli bir kabz halinin istilâ ettiğini söylemektedir.
14. yüzyılda Bistâm’ı ziyaret eden İbn Battûta da er-Rihle eserinde, şehre gelince Bâyezîd-i Bistâmî’nin zâviyesinde kaldığını, Harakânî Hazretlerinin kabrinin de bu şehirde olduğunu bildirmiştir.
Evliya Çelebi de meşhur “Seyahatname”sinde Kars Kalesi’nin III. Murad devrinde Lala Mustafa Paşa tarafından tamir edildiğini anlatırken bir askerin paşaya aktardığı rüyasını şöyle nakletmiştir: “Asker paşaya, rüyasında gördüğü yaşlı bir zatın kendisinin Ebu’l-Hasan el-Harakânî olduğunu ve makamının burada bulunduğunu söylediğini, kendisinden ayağını
bastığı yeri kazmasını istediğini anlatmış, bunun üzerine 100 işçi yeri kazmaya başlamış ve üzerinde, ‘Menem şehîd ü saîd Harakânî’ ibaresi yazılı dört köşe bir somaki mermer bulunmuştur. Gaziler mermeri tekbir ve tevhidle kaldırınca kabir ortaya çıkmıştır. Yaralı pazusuna sarılı makrame ile sırtındaki hırkasının bile henüz çürümediği görülmüş;
vücudunun sağ tarafındaki yarası hâlâ kanamakta imiş. Gaziler yine tekbirle kabri kapamışlar. Kalenin içine ilk olarak Lala Mustafa Paşa tarafından Ebu’l-Hasan el-Harakânî adına bir tekke ile bir cami inşa ettirilmiştir.”
Evliya Çelebi’nin anlattığı olay, daha sonra yaygınlık kazanarak Kars ve çevresinde Harakânî Hazretleri’nin Kars’ın fethine katıldığı ve burada şehit olduğu şeklinde bir inancın doğmasına yol açmıştır. Kars’ta onun adını taşıyan bir dernek kurulmuş, Nûru’l-ʿulûm adlı eser de bu dernek tarafından tercüme ettirilerek yayımlanmıştır. Bugün Harakânî Hazretleri’nin hem memleketi Harakan’da hem de Kars’ta iki ayrı türbesi mevcuttur.
“Türkistan’dan Şam’a kadar olan sahada birinin parmağına batan diken, benim parmağıma batmıştır; birinin ayağına çarpan taş, benim ayağıma çarpmıştır. Onun acısını ben de duyarım. Bir kalpte üzüntü varsa, o kalp benim kalbimdir.”
“Kimin kapısında bir yıl beklersen, neticede bir gün, ‘Gel bakalım! Niçin orada duruyorsun?’ der. Allah’ın kapısında elli yıl bekle, sana ben kefil olurum.”
“Allah temizden daha temizdir. Peygamber, Allah’ın temizliği ile temizdir. Âşık Allah’ın lütfu ile temizdir. Temiz olmayan biri bunlardan hiçbirini idrak ve hak edemez.”
“Varlıklara karşı merhameti olmayan kişi, Allah sevgisini kalbinde taşıyamaz.”
“Kırdığım kişi benden yüz çevirir. Sen ise her gün kırdığım ancak her zaman benimle olansın.”
“Yaratıcının aşkına tutulmuş birisi yaratılmış hiçbir şey tarafından tatmin edilemez.”
“Kâmil bir îmânın ilk meyvesi merhamet, onun en bariz tezahürü de Allah rızası için mahlûkata hizmettir.” [17]
– Silsile-i Hâcegân, Ebu’l Hasan el-Harakânî, Aralık 2015, İstanbul
– Sadık Yalsızuçanlar, Anadolu’nun Kalbi: Harakânî, Nisan 2018, İstanbul
– TDV İslam Ansiklopedisi, Harakânî maddesi, Süleyman Uludağ, 1997, c. 16 s. 93-94
– http://www.mektebidervis.com/ebul-hasan-harakani-ks-2-mdin-7392416058
Sultanların Rehberi Alperen Bir Derviş PDF