Nevra Özdemir [1]
Bilginin objektifliği, ilim dünyasında daima tartışılan bir konudur. Akademik bir çalışma yaparken bir araştırmacının ne kadar tarafsız davrandığı bir dereceye kadar gözlemlenebilir. Ama bir noktada akademisyenin dünya görüşü, içinde bulunduğu sosyo-ekonomik imkânları ve siyasi fikirleri, bilgiyi ele alış biçimini etkileyecektir. Siyaset, bazen bu saydığımız imkânların belirleyicisi olması
bakımından diğer etkilere kıyasla ön plana çıkmaktadır. Bazı zamanlarda tarafsız olmasını beklediğimiz akademi, siyasi koşullardan etkilenerek bilgi üretir. Bu üretilen bilgiye dayanarak yapılan çalışmalar katlanarak devam eder ve bir söylem oluşur. Zamanla araştırılan alanla gerçeklik arasındaki ilişki giderek zayıflar. Artık bilgiyi üreten konumdaki zihniyet, araştırılan nesne üzerinde
üretilen bilgiyle ilişkili bir iktidara sahip olur. Bu duruma Zachary Lockman’ın da eserde sıklıkla temas ettiği üzere Michel Foucault’a ait bir tespit olan “bilgi-iktidar” ilişkisi denir.
Ortadoğu çalışmalarının uzun bir zaman süresince bu “bilgi-iktidar” ilişkisi içerisinde sıkışıp kaldığı söylenmelidir. Lockman, eserinde bu ilişkinin farkında bir araştırmacı olarak, bilimin siyasete alet oluşunu izhar ederken hemen hemen her dönemde bu tutuma muhalif bir tavrın varlığının da altını çiziyor. Üstelik yazar kendisinin de bazı etkiler altında bilgiyi
yorumladığının ve sınırlanın farkında olarak bunu açık yüreklilikle dile getiriyor. Çalışma kapsamında incelenecek olan Zachary Lockman’a ait Hangi Ortadoğu [2] eseri ilk olarak 2012 yılında Burcu Birinci’nin Türkçeye tercümesi ile Küre Yayınları tarafından yayımlandı. Lockman, doktorasını Mısır’da işçi sınıfı ve emek hareketinin ortaya çıkışı ve gelişimi üzerine yaptı. Sonrasında İngiliz mandası altındaki Filistin üzerinde çalışmalarını yoğunlaştırdı. Kariyerinin ilerleyen zamanlarında Birleşik Devletler’in dış politikasını ve Ortadoğu’da izlediği siyasi tutumları inceleyen yazar, 2007 yılında Ortadoğu Çalışmaları Derneği (Middle East Studies Association-MESA) başkanlığını üstlenmiştir. Halen New York
Üniversitesi’nde Ortadoğu dersleri veren yazarın, alan hakkında birçok çalışması mevcuttur. Kitap, biri giriş diğeri sonsöz olmak üzere dokuz ana bölümden oluşur. Her bölümün kendi içerisinde birçok alt başlığa ayrılması, konunun anlaşılması açısından kolaylık sağlamaktadır. Eserde okuyucuya akıcı bir Oryantalizm tarihi sunulurken, Doğu-Batı
ayrımını derinleştiren hususların üzerinde de durulur. Ayrıca kitapta alandaki akademik çalışmaların tarihi seyri detaylı bir şekilde incelenir, Birleşik Devletler’de modern dönem siyasetinin Ortadoğu çalışmaları üzerindeki etkisi ortaya konulur. Yazar devlet politikalarından etkilenen akademisyenleri, bu akademisyenlerin yüzeysel araştırmalarını,
bu araştırmaların arkasındaki maddi destekleri detaylı bir şekilde ele alır. Söz konusu yetersiz çalışmalar hakkındaki eleştirilerin, alana hâkim olacak derecede ses getirmese dahi, varlıkları, alanın gelişimine katkı sağlar. Edward Said’in bilinen eseri Şarkiyatçılık ise alanda ciddi bir farkındalık oluşturmuş, Oryantalizm hakkında dönüm noktası haline gelmiştir. Bu bağlamda Lockman’ın eserde Şarkiyatçılık ve eleştirileri üzerinde değerlendirmeleri oldukça kıymetlidir. Yazarın bir röportajında eser için şaka yollu yaptığı “kolaylaştırılmış Edward Said” nitelemesi ilgi çekicidir [3].
Yazar eserde, amacını ve yöntemini açıkça belirtir. Lockman, bu çalışma ile Birleşik Devletler’de Ortadoğu ve İslâm konularının nasıl çalışıldığı ve alandaki tartışmalar hakkında okuyucuya bilgi sunmayı amaçlar. Ayrıca “Ortadoğu ve bölge insanı popüler kültürde nasıl algılanıyor?”, “Bu algıları şekillendiren unsurlar nelerdir?”, “Alana hâkim bilgi nasıl
üretilmiştir ve bu üretimin sonuçları nelerdir?” gibi sorulara cevaplar arar. Lockman, Oryantalizm ve bölge araştırmaları alanlarında ses getiren bazı akımları ve paradigmaları açıklamak için birtakım önemli isimleri, metinleri ve kurumları seçerek bu seçkilerin üzerinden konuyu izah etmeyi yöntem edinir. Çalışmada Amerikan, İngiliz, Alman, Fransız
ve Rus akademisyenlerinden seçkiler yapılır.
Kadim Yunanlılar sizce kendilerini bir Batı Medeniyetinin başlatıcısı olarak görüyorlar mıydı? Yazar eserine bu sorunun cevabını arayarak başlar. Kadim Yunan Medeniyetinin, öncesinde var olan medeniyetlerden etkilenmediği hatta bilimin ve felsefenin Yunan döneminde başladığı iddiası Batı tarafından oluşturulan bir algıdır. Demokrasinin ve çağdaş
düşüncenin kendisinde doğduğu iddia edilen Atina, Batı’nın ve Batılının atası olarak sunulur. Yazar, bu fikri, “tarihin çarpıtılması” olarak yorumlar. Kadim Yunan, kendisinden önce var olan toplumlar ve medeniyetlerden-ki bunlar çoğunlukla Doğu kökenli Mezopotamya’da kurulan imparatorluklardır- etkilenmiş, ticarî ilişkiler, savaşlar vb.
durumlarla kendisinden önce de var olan kadim medeniyetlerin tecrübelerinden faydalanmıştır. Dolayısıyla Atina Demokrasisi diye adlandırılan oligarşik yönetimi bugünkü demokrasinin atası olarak görmek, romantik bir düşünce olmaktan ileri gidemez. Yunanlılar o dönemde dünyayı iki kutuplu olarak algılarlar. Kendileri ve düşmanlarından
ibaret küçük dünyalarını isimlendirirken de bu algılar etkili olur. Persler, Yunan medeniyetinin kadim düşmanları olarak tarih sahnesine çıktıklarında Yunanlıların onlara dâir çok fazla bilgi sahibi olduğu söylenemez. Kadim Yunan halkı, dillerini anlayamadıkları için “barbar” olarak isimlendirdikleri bu insanların kendilerinden farklı olduğunu düşünür
ve Perslerle olan mücadelelerini kamçılamak adına kendilerinin kültür ve inanç olarak Perslerden üstün olduklarına inandırır. Aristo’nun da desteklediği bir düşünce üzerine, Doğulu halklar despot bir hâkimiyetle yönetilen ve Yunanlılar gibi üstün meziyetlere sahip olmayan ikinci sınıf halklar olarak nitelenir. Bu kapsamda yazarın kitapta üzerinde durduğu bir ayrıntı, oldukça ironiktir. Batı Roma- Bizans çekişmesi içerisinde Ortodoks Kilisesi ve Doğu Hıristiyanları da bazen bu kısır fikirlerin hedefi olarak Batı Roma tarafından “Doğulu” olarak nitelenirler. Kadim Yunan’a köklerini dayandıran Batı’nın tarihte önemli temsilcisi olan Batı Roma, bir dönem bu Kadim Yunan medeniyetinin merkezindeki bölge insanı Bizanslıları “Doğulu” olarak algılamış, bu terimi hakaret olarak kullanmıştır.
Müslümanların tarih sahnesine çıkması Batı dünyasında bir bilgi kirliliğine sebep olur. Arap yarımadasında doğan ve hızla yayılan bu kavmin neye inandığı, nasıl bir politika izlediği, Batılılar için merak konusudur. Bölgede hızla ilerleyen bu kavim hakkında söylentiler ve belirsizlikler de aynı hızla çoğalır. Ama dönem şartlarından dolayı bu söylentilerin
doğrulanması veya yalanlanması hızlıca gerçekleşemez. Yazar, iletişime geçmek konusunda dil, ulaşım vb. problemlerle karşı karşıya kalan bu iki toplum için bu çağı “cehalet çağı” olarak adlandırır.
Lockman, putperest bir toplum olduğu düşünülen Müslümanların Batılılar tarafından “sarazenler” şeklinde adlandırıldığından bahseder. Çadırda yaşayanlar anlamına gelen bu kavram, başlangıçta dinî değil etnik bir anımlamadır. Müslümanları ilkel ve pagan bir kavim olarak tasvir eden Bizans, İslâm’ı, yakıp yıkan sapkın bir hareket olarak halka sunar. Daha sonra pagan olmadığı anlaşılan Müslümanların, Hıristiyanlığın sapkın bir mezhebine
mensup olduğu iddiaları öne sürülür. Zamanla İslâm’ın tek tanrılı İbrahimî bir din olduğu anlaşılır. Bu inancın taraftar kazanması ihtimali Hristiyanlık için bir tehdit unsurudur. Bu sebeple bu dinin sapkın bir din olduğunu kanıtlamak adına Yuhanna el-Dımeşkî gibi Hıristiyan âlimler bazı çalışmalar yaparlar. Başlangıçta bir cehaletten kaynaklanan bu
tasvirler zamanla bir karalama kampanyasına dönüşür. İslâm, Batı’nın ötekisi olarak görülmeye başlanır. Lockman’ın öteki olarak neden İslâm’ın seçildiğine dâir açıklaması da oldukça isabetlidir. Batı ile küresel olma konusunda yarışabilecek en büyük güç ve bölgesel olarak en yakın alternatif İslâm’dır. Bu nedenle Batı’nın öteki olarak İslâm medeniyetini seçmesi şaşırılacak bir durum değildir.
15. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin kurulması ile beraber, Batı ve Doğu mücadelesi artık siyasi bir boyut kazanır. Bu dönemde Doğu çalışmaları olumlu olarak gelişse de geçmişteki bilgi birikiminin kıskacından henüz kurtulamamıştır. Batılılar Osmanlı’ya karşı büyük bir korkuyla birlikte merak duymaya başlarlar. Bu Doğu merakının tehlikeli bir hayranlığa
dönüşmesine mâni olmak için bazı Doğulu imajlar çizilir. Batı’da harem hikâyeleri vesilesiyle cinsel bir objeden ibaret Doğulu kadın imgesi resmedilerek, cinsellik ile kafayı bozmuş bir Doğu imajı oluşturulur. Osmanlı’nın siyasi olarak güç kaybetmesi ile de Batılılar, Doğu’nun yalnızca bu egzotik ve gizemli tarafına ilgi duymaya başlarlar. Batılılar, Oryantal Despotizme mahkûm, yalnızca cinsel arzuların tatmini için var olan Doğulu kadın imajını özellikle harem üzerinden sıklıkla işlerler. Bu dönemde çevrilen “Binbir Gece Masalları” bu gizemli, cinsel hazlara teslim olan Doğu imajını pekiştirir. Ressamların Doğulu kadın ve harem temalı eserleri oldukça popüler hale gelir. Batı için Doğu kadını, kurtarılması gereken, hiçbir özgürlüğü ve hakkı olmayan bir imgeye dönüşür. Lockman bu imgenin gerçekliğini kitapta sorgular. Bu imgenin aslında yansıtıldığı gibi olmadığını Lady Mary Wortley Montagu’nun bizzat kişisel izlenimleri üzerinden açıklar. Lady Mary, 1717-1718 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu’nda görev yapan İngiliz Konsolosunun eşi olarak bizzat Osmanlı hanımlarının içerisinde bulunmuş ve nasıl bir yaşam sürdüklerine şahit olmuştur. İngiltere’deki arkadaşları ile mektuplaşmalarının yer aldığı kitapta, Lady Mary’nin Osmanlı kadınları için kullandığı şu ifadeler dikkat çekicidir; “Onların bizden daha fazla özgürlüğe sahip olduklarını görmek çok kolay. (…) Çok seçkin bir hanımefendinin kölesinden bir farkı yoktur ve en kıskanç kocanın bile karşılaştığında hanımını tanıması mümkün değildir ve hiçbir erkek sokakta bir kadına ne dokunmaya ne de onu takip etmeye cesaret edebilir. Bu daimî maskeli balo onlara keşfedilme tehlikesi olmaksızın heveslerinin peşinden bütünüyle koşma özgürlüğü vermektedir. (…) Sanırım kadınların bu derece özgürlüğe sahip oldukları, tüm kınamalardan âzâde oldukları Türkiye gibi bir ülke asla görmedim.” (Lockman 2016, s.118) Bu dönemde kadınlarla iletişim kurma fırsatı olmamış birçok ismin aksine bizzat Osmanlı hanımları ile ahbaplık etmiş olan Lady Mary’nin söz konusu ifadeleri birçok düşünür için farklı bir bakış açısı sunacaktır.
Coğrafi keşiflerin ve Sanayi Devriminin etkisiyle ekonomik olarak kalkınan Batı’ya ayak uyduramayan Osmanlı Devleti, topraklarının büyük bir kısmını kaybeder. Kaybedilen topraklar, dönemin emperyal güçleri İngiltere, Fransa, Portekiz gibi ülkelerin eline geçer. Özellikle Arap Yarımadası, Kuzey Afrika, Hint Alt Kıtası gibi birçok bölge küçük devletlere ayrılır. Bu devletçiklerin başına manda yönetimine sadık isimler getirilir. Batılı güçler tarafından bu ülkelerin maddi kaynakları sömürülür. Bu dönemde akademide daha çok dil bilimsel alanda Batı üstünlüğünü destekleyen nitelikte çalışmalar ortaya konur ve bu çalışmalar sömürüyü meşrulaştırmak için kullanılır. Diğer toplumların ise Batı tecrübesinden faydalanmaya muhtaç oldukları gerekçesiyle sömürülmeye gönüllü olmaları gerektiği fikri işlenir. Bahsedilen filolojik çalışmalar yürüten araştırmacıların bu dönemde ortaya koydukları teorilerin çoğunlukla tek boyutlu bir bakış açısına sahip olduğu görülmektedir. Araştırmacıların devlet politikalarını destekleyen tutumları ise aşikârdır. Ernast Renan’ın
tüm Müslümanların aynı zihin yapısına sahip olduğu ve İslâm’ın bilime imkân sağlamadığı gibi iddiaları bu çalışmaların söz konusu taraflı ve gerçek dışı söylemlerine çarpıcı bir örnektir. Ayrıca Lockman kitapta, Max Weber, Karl Marks vd. birçok araştırmacının Oryantalist bakış açısından etkilenen teorilerini bizlere sunar, Mısır’da bir dönem vali ve
yönetici olarak bulunmuş Cromer gibi daha birçok Oryantalist ismin yapmış olduğu çalışmaları okuyucuya aktarır.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Birleşik Devletler süper güç olarak tarih sahnesine çıkar.
Birleşik Devletler ile SSCB arasındaki güç yarışı, bir soğuk savaşı doğurur. Bu soğuk savaş içerisinde SSCB, Birleşik Devletler’in sömürge ve arzu nesnesi olan Doğu’da birçok savaşın tetikçisi olmuştur. Bu iki süper güç arasındaki gerginlik, bölgede muhalif güçlerin askeri olarak desteklenmesinin ve buna bağlı olarak bölgede çokça çatışmanın meydana gelmesinin temel sebeplerinden biridir. Ayrıca sömürü sebebiyle fakirlik çeken Doğulu halk arasındaki
isyan hareketleri de çatışma ortamı için uygun zemini oluşturan diğer sebeptir. Birleşik Devletler’in teşviki ve çeşitli vakıfların yüksek meblağlardaki maddî desteği, bu zamana kadar Doğu toplumlarının modern yaşamıyla çok alâkadar olmayan Oryantalistlerin bu alana ilgisini artırır. Üstelik modern Doğulu toplumlar hakkında teori üreten tek alan artık Oryantalizm değildir. Bölge çalışmaları adı altında bazı vakıflar bölgeyi daha detaylı ve özel olarak incelemeye başlarlar. Bu dönemde H.A.R Gibb, Bernard Lewis gibi alanın köklü isimlerine karşı muhalif sesler yükselmeye başlar. Bu akademisyenlerin fikirleri sığ ve bir o kadar ayrıştırıcı bulunur. Yazar bu muhalif seslerin çoğu zaman alanda azınlığı temsil ettiğini belirtir. Edward Said’in ses getiren çalışması Şarkiyatçılık eserinden sonra ise durum kısmen değişecektir.
Modernite kuramı, Batı’nın izlediği gelişimi takip eden her toplumun Batı gibi gelişeceğini savunan ve toplumların bireysel farklılıklarını görmezden gelen bir kuramdır. Bu kuram, sömürgeciliğe kılıf olarak sıklıkla kullanılır. Batı, bu kuram çerçevesinde Doğulu gelişmemiş toplumlara yol gösterdiğini iddia ederek Doğulu toplumlara refahı sağlayacağını ileri sürer. Peki, her toplumun aynı aşamalardan geçmesi mümkün müdür? Bu teoriye rağmen İslâm ülkelerinde artan radikal hareketler nasıl açıklanabilir? Bu noktada ses getiren iddia, Filistin kökenli ve Colombia Üniversitesi’nde İngiliz Edebiyatı ve Karşılaştırmalı Edebiyat alanları Profesörü olan Edward Said’den gelir. 1978 yılında yayımladığı Şarkiyatçılık eseri ile Said, alanda büyük bir hareketliliğe sebep olur.
Edward Said, Batı’nın Doğu’yu kendi dünyasında yeniden tasvir ettiğinin farkında bir akademisyen olarak bu ötekileştirici tavrın açıkça gözlemlenebileceği akademik ve edebî metinleri derlemek suretiyle iddiasını ortaya koyar. Said, Batı’nın Doğu’yu bilgi-iktidar ilişkisi çerçevesinde incelediğini dile getirir. Bu incelemeler zamanla bir söylem oluşturur ve
Doğu, bu söylem çerçevesinde Batılı zihinlerde tasvir edilir. Bu söylemin temeli olan Oryantalizm, Doğu’ya karşı bir Avrupa fikrini işleyerek, Avrupalı kimliğini oluşturur. Bu durum artık devlet görevlilerinin ve araştırmacıların önyargılarından, taraflılığından kaynaklanan bir sorun olmaktan çıkar, ontolojik açıdan Doğulunun farklı, radikal ve
Batılılardan aşağı olduğu inancına dönüşür. Bu çarpıcı çalışmanın ardından eleştiri okları Edward Said’e yönelir. Bu eleştirmenler arasında Oryantalizmin tutkulu savunucularından biri olan Bernard Lewis de vardır. Lewis 1982 yılında “The Questions of Orientalism” isimli makalesinde Said’in, iddiaları ile İslâm ve Ortadoğu üzerinde çalışan bilim adamlarını büyük bir komplonun parçası olmakla suçladığını ve bunun kabul edilemez olduğunu dile getirir. Said’in metinleri seçerken keyfi ve taraflı davrandığını iddia eder. Ayrıca Said’in yalnızca İngiliz, Fransız ve Birleşik Devletler özelinde çalışması da eleştirileri arasındadır. Said, bu eleştirilere cevap vermekte gecikmez. Oryantalizm ve bilim adamlarını kötü olmakla suçlamadığını, ama bilim adamı olsun olmasın insanların yazdıkları, düşündükleri ve konuştukları hususlarda içerisinde bulundukları kültürel, siyasi ve ideolojik unsurlardan etkilendiğinin de inkâr edilemeyeceğini savunur. Eser, dil, üslûp ve kapsam olarak farklı eleştirilere hedef olsa dahi günümüzde de Said’in fikri üzerine yeni çalışmalar üreten akademisyenlerin sayısı hayli artmaktadır.
Lockman, Şarkiyatçılık ile başlayan akademik hareketliliği, bu hareketliliğin 21.yüzyıla kadarki işleyişini Birleşik Devletler merkezli olarak anlatır. Ayrıca, döneminde Birleşik Devletler’in siyasetinin alan üzerindeki yoğun maddi desteğini ve alandaki çalışmaların devlet politikalarına hizmetini vurgular. Buna rağmen Birleşik Devletler’de oluşan muhalif bir kesimin varlığına dikkat çeker. Lockman, bizzat başkanlığını yapmış olduğu Ortadoğu Çalışmaları Derneği (Middle East Studies Association-MESA)’nin bu muhalif tutumdaki yerine kitabında bilhassa değinir.
Lockman’a ait, Hangi Ortadoğu eseri Batılı bir yazarın kaleminden çıkan, Oryantalizme karşı eleştirel bir tavırla ortaya konmuş kıymetli bir eserdir. Yazarın Oryantalizmin tarihi seyrini ele alırken güncel ile gerekli bağlantıları tesis etmesi kitabı zenginleştiren bir unsurdur. Çalışmanın ikinci yarısından itibaren Birleşik Devletler’deki akademik çalışmalar ve bu
çalışmalara etki eden siyasi etkileri ayrıntılarıyla ortaya koyan yazar “bilgi-iktidar” lişkisinin somut örneklerini Modern Dönem Amerika’sı üzerinden izah eder. Zachary Lockman’ın başkanlığını da üstlendiği karşıt seslerden biri olan MESA’nın bu muhalefetteki yeri üzerinde titizlikle durduğu söylenebilir. Bu bağlamda yazarın çalışmasına başlarken
değindiği gibi bütünüyle tarafsız bilginin varlığı mümkün değildir. Kendi başkanlığını üstlendiği bir kurum hakkında yazarın ne kadar tarafsız davranabildiği hakkında zihnimizde oluşan soru işaretlerine değinmeden geçemeyeceğiz. Ayrıca modern dönemdeki akademik çalışmaları yalnızca Birleşik Devletler özelinde değerlendirmesi kitabın bir eksikliği olarak görülebilir. Bu eleştiriyi dile getirirken yazarın, kitaba başlarken çalışmanın sınırlarını belirttiğini de söylemeliyiz.
Hangi Ortadoğu eserini kendisi gibi Ortadoğu ve Oryantalizm hakkında yapılmış bazı çalışmalarla kıyaslamak istiyoruz. Öncelikle giriş bölümünde de ifade ettiğimiz üzere, yazarın “kolaylaştırılmış Edward Said” tanımlamasını hatırlayacak olursak, çalışma muhteva bakımdan Şarkiyatçılık eseri ile benzerlikler göstermektedir. Çalışmanın artı yönü ise, yazarın çok daha yalın bir dili tercih etmiş olmasıdır. Ayrıca yazarın, Said’e nazaran daha sistematik bir yöntem izlediğini de düşünüyoruz. Bilgi-iktidar ilişkisini Birleşik Devletler’deki modern akademik çalışmalar üzerinden işlemesi de kitabı Said’in Şarkiyatçılık’ından ayırmaktadır. William L. Cleveland’a ait Modern Orta Doğu Tarihi eseri ile Hangi Ortadoğu eserini karşılaştırmak mümkündür. Cleveland’ın eseri okuyucuya kapsamlı bir Ortadoğu tarihi sunmaktadır, hacim olarak da oldukça geniştir. Hangi Ortadoğu eserinde ise Oryantalizm ekseninde bir tarih anlatımı söz konusudur, Modern Orta Doğu Tarihi’ne nazaran daha muhtasardır. Ayrıca Modern Orta Doğu Tarihi’nde rastlayamadığımız akademik çalışmaların tarihi ve alana tesirleri meselesi hakkında bilgi sahibi olmak isteyen okuyucular için Hangi Ortadoğu eseri açıklayıcı bir kaynak olacaktır. Hangi Ortadoğu’nun, kendisi ile benzer bir profil çizen Yücel Bulut’a ait Oryantalizmin Kısa Tarihi eserinden daha kapsamlı ve tarihi gelişimi resmetme konusunda daha başarılı olduğunu düşünüyoruz. Her
iki kitabın okuyuculara Oryantalizm konusunda başlangıç seviyesinde hitap ettiğini de ekleyebiliriz.
Son olarak çalışmanın biçimsel özelliklerine değinilmelidir. Kitap, çeviri olmasına rağmen gayet açık ve sade bir dile sahiptir. Sayfa düzeni standartlara uygundur. Kitabın kapak tasarımının geliştirilmesi, okuyucunun ilgisini cezbetmesi açısından tavsiye edilebilir.
Yazarın, eserin başında verilen haritalara, kitap içerisinde zaman zaman atıfta bulunması, haritaların etkili kullanılması adına başarılı bir yöntem olarak değerlendirilebilir. Kitapta bir dizin olması da kitabın artı yönlerinden biridir.
Siyasî unsurların Oryantalizm ve Doğu çalışmalarına etkisi ve akademik düzeyde çalışmaların seyri çerçevesinde bizlere kısa bir Oryantalizm tarihi sunan bu eser, özellikle konuyla alâkalı çalışmaya başlayan yeni araştırmacılar ve öğrenciler için anlaşılır bir içerik sunacaktır. Bileşik Devletler özelinde çalışmak isteyen kimselerin ise bu kitabı, araştırmalarında rehber edinmesi mümkündür. Ayrıca Birleşik Devletler’in siyaseti, İsrail ile ilişkisi ve Ortadoğu politikalarına da değinen eser, Batılı bir akademisyenin gözünden siyasî gelişmelerin nasıl yorumlandığını merak eden okuyucular adına kıymetli bir eserdir.
Siyasetin Gölgesinde Ortadoğu PDF