Seyyide Şifa Göktaş [1]
Sezai Karakoç, 22 0cak 1933 tarihinde, Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde dünyaya gelmiştir. Çocukluğu Ergani’de geçen yazar, ilkokulu da yine aynı kazada okumuştur. Ortaokul tahsilini Maraş’ta parasız yatılı okulunda tamamlamış, lise için ise Gaziantep’e gitmiş ve 1950 senesinde idadiden mezun olmuştur. Felsefe hep ilgi alanı olmuş, babasının kendisinin ilahiyat okuması isteğine karşın mevcut şartlar ve olanaklar doğrultusunda Siyasal Bilimler Fakültesi’nde okumak için İstanbul’a gelmiştir. Karakoç, 1955 yılında Siyasal Bilgiler Mali Şube bölümünü bitirmiştir. Bir müddet zorunlu hizmet neticesinde Maliye Bakanlığı’nda dış tediyeler muvazenesi olarak çalışmış, sonrasında müfettişlik sınavına girerek müfettiş yardımcısı ve gelirler kontrolörlüğü pozisyonlarında görev almıştır. Anadolu’yu çok seven yazar, iş gereği Anadolu’yu karış karış gezmiş ve yöre halkıyla temasta bulunmuştur. İstanbul’da Diriliş Partisini kurmuş, böylelikle siyasete atılma hayali gerçek olmuştur. 1997 senesinde, kuruluşundan tam 7 sene sonra partisi kapatılmış akabinde 2007 yılında Yüce Diriliş partisini faaliyete geçirmiştir [2]. Sezai Karakoç’un, şair ve sanatkâr tarafı bir yana kendine özgü kimi zaman mistik olan bir tarafı bulunmaktadır ki bu da onu düşünsellik serüveninde kendine has bir fikir adamı yapmaktadır [3].
Kitap, hiç tadına bakmadığımız ancak hayli merak uyandıran ve cazip gelen bir dağ meyvesi yemişçesine süregelen toksik hayatlar mı yaşadığımız sorunsalı üzerine temellenmektedir. Eser, zehirlenen beden ve ruhun ayırdına varılmasının, vize hükmünde ve hakkı olan çilenin çekilmesiyle mümkünlüğü düşüncesinden yola çıkarak yazılmıştır. Aynı Adem’in şeytanla karşılaştığında düşer ve yenilirmişçesine yapması hadisesinde olduğu gibi bahsedilen, esas olana ulaşmak adına hakikati yitirmekten, güçlenmekten, yitik cenneti tatmaktan korkulmaması gerektiği, aksi taktirde köklü karşılaşmalara gebe kalınamayacağı gerçeğidir. Düşen insandır, kaybolmamış, kaymamış, tökezleyip dizleri kanamamış, boğulmamış, dirilişe susamamış medeniyet var mıdır? [4]
Nihayetinde her şey cinsiyle mukabildir. Şeytan şeytan olacaktır, yılan yılanlığını yapacaktır. Zihni kemiren, bedeni hapseden, ruhu emen yılan arafta uygarlığın çöküşü için beklemektedir. İnsanın var oluş savaşı tam bu nokta başlamaktadır. Dehlizlerinden sızan diğer medeniyetlere karşı, olanca gücüyle harp etmek durumundadır. Yazar, bu direnişin, Âdem ve Havva’nın tövbesindeki özü ve samimiyeti yansıtması ihtiyacından dem vurmaktadır. İnsanoğlu, düşse dahi tekrar tırmanmayı bilmelidir. Nitekim, annesine karşı kabahati olan çocuk yine annesine koşmaz mı, onda huzur bulmaz mı, sakinleştiği yer yine annesinin kucağı değil midir?
Herkesin kendi çağında mutlak suretle bir tufanı ve Nuh’un ev sahipliği yaptığı, içinde demirlenmiş bir gemisi vardır. Örneğin, aile olmak başlı başına bir tufandır. Karakoç, genetik kodlarla kazanılan çocuğun maneviyatı nice olacaktır yarasını tartışmaktadır [5]. Elinden tutulan ve belli bir yola sevk edilen çocuğun akıbeti hep aynı ray üzerinde mi seyredecektir. Süreklilik, organizmadan medeniyete hep bir imtihandır. Çıkmamış candan ümit kesilmez misali hakikatle bağını kesip atmamış bir uygarlık için her zaman ümit mevzu bahistir.
Ateşin, yanışın, kavruluşun sınavından geçmeyen millet yoktur. Harlandıkça çelikleşen çömlek benzeri, medeniyetler özünü korudukça dışarıdan gelen darbelerle yerlere serilmezler.
Hz. İbrahim’i yakmayan ateş, ihlasının emaresidir görüşü çevresinde konumlanır yazar [6]. Kendi nefsini kurban etmeye hazır, ateş ve bıçakla nefsin karşısına dikilen İbrahimler oldukça, giderine her ne kadar temizlenmesi zor atık sıkışmışsa da ruh tıkanıkları açılacaktır. Bakışlar Ehram’dan Nil’e dönecek, Yusufça ömrümüze çağlayan suyun doğumuyla canlılık getirecektir.
Bir Musa doğmasın diye, ülkesindeki tüm erkek çocukları katleden Firavun kaderin cilvesine yenik düşmüş, Tanrı’nın camı Musa’ya toslamıştır. Çünkü mihrapta yanan mum sönmeyecektir, tekrardan yanmayı, ışıldayacağı günü beklemektedir. Karakoç’un eserinde; mumu sembolize eden Yitik Cennettir, hakikat medeniyetini tasavvur etmektedir [7]. Bu fikirle eserini yoğurmuştur. Mum eğilmesin, ateşi kor olmasın diye pek çok bedel ödenmiştir.
Zekeriya Peygamber testereyle ikiye bölünmüş, Yahya Peygamber serden geçmiştir. Böylelikle mumun şamdanları, avizeleri, sensörlü led ışıkları meşgul etmesiyle vakit kazanılmıştır. Vakti kazandıran da vaktin kendisi olan da Yahya Peygamberdir [8]. Demansa tutulmuş, inme inmiş hastalar hep birden ayağa kalkmış, Roma’yı tüm kuvvetleriyle alaşağı etmişlerdir. Sonuç itibariyle, İslam hiç şüphesiz dirilişi göğüsleyen en büyük devrimdir. Cennet kapıları rahmet kapılarıdır ve kendine bir sefer tutunan insan Yitik Cenneti, “Yeniden Bulunmuş Cennete“çevirme kabiliyetine erişmiş olacaktır. Uygarlık rehavete kapılmamalı, Süleyman’ın mesellerinde olduğu gibi baharı görüp kışı unutmamalıdır [9]. Zira, yılanın mevsimi olmadığı gibi, don ve ayazda da sağ kalabilmektedir.
Karakoç bu eseri, bir millet uyanışını, restore edilen uygarlığımızın sancılı yeniden doğuşunu Peygamberler Tarihinden ilmek ilmek esinlenerek yerine ulaşan mesajlarla bizlere anlatmaktadır. Kökleri, yanlış sulama, nadasa bırakma, enine sürme yöntemleriyle tahrip olmuş, erozyona uğramış ziraat ürünleri olan bizler için görev bilinci aşılamaktadır. Yazar, yosun tutan yüreklerimizin Kuzey’i değil, Batı’yı gösterdiğine, daha çok yeşererek yüzümüzü Doğu’ya döndüreceğimize dair umutların ise hiç tükenmediğine dikkat çekmektedir. Kitap, dili yalın olmakla beraber, konusu bakımından özümsenmesi ve sindirilmesi zamana tabi derinlikler barındırmaktadır. Yapıt toplamda, 10 bölümden meydana gelmektedir ve dertle hem hal olmuş, dizleri üzerinde doğrulmak isteyen, rotasını dirilişe çeviren herkese hitap etmektedir.