Selenay Şahin [1]
İslami dirilişin sembolü Sezai Karakoç 22 Ocak 1933 Diyarbakır Ergani doğumlu şair, yazar ve siyasetçidir. 16 Kasım 2021 tarihinde vefat etmiştir. Ergani’de ilkokulu, Maraş’ta ortaokulu, Gaziantep’te liseyi okumuştur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesine başladıktan sonra müfettişlik sınavını kazanmış ve bir süre müfettiş yardımcısı olarak göreve başlamıştır [2]. Hayatının bir bölümünü memurluk ile geçirmiştir. Karakoç’un edebiyat dünyasını Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Âkif Ersoy, Sait Faik Abasıyanık gibi isimler zenginleştirmiştir. Üstat Karakoç ilk çıkışını şiir ile yapmıştır. Körfez, Şahdamar, Sesler şiirleri o dönemde oldukça ilgiyle karşılanmıştır. Döneminin şairlerinin, yazarlarının etkilerinin yanı sıra eserlerinde Nedîm’in, Fuzûlî’nin, Bâkî’nin, Mevlanâ’nın etkilerini görmek de mümkündür, üstat satırlarında da bu etkiyi ifade etmiştir: “Ah, neşeli bir güz Nedim. Bahar bütün trajiğiyle Nef’i’de kalıyor. Nef’i ve Baki’yi bile atlıyorsunuz birden.
Bakinin anıt ağıtına dokunarak geçiyorsunuz. Aydınlık artıyor, ışık artıyor ruhunuzda. Su Kasidesiyle akıyorsunuz. Yavaş yavaş Fuzuli’nin o yanık kokusu da kayboluyor, çöller kayboluyor, pir ve ses kayboluyor. Birden ortaya Sultan Veled çıkıyor. Mevlâna, hep durmaksızın baştan beri gelen ve gittikçe artan fakat hiçbir zaman tam yaklaşılamayan bir musikidir. Derken… Nesimi bütün mısraları, gelişmeleri, inkâr ve imanın birbirine dayalı şiddetli şimşeğiyle geliyor. Sonra birden Nesiminin ardından ayak patırtıları… Artık Nesimi’nin de çekilme vakti geldi. Eriyiş ve yok oluşu geçiyoruz galiba. Birdenbire ruhun her yanı aydınlık.”[3]
Bir yeniden yorumlama ve inşa faaliyeti olarak diriliş düşüncesini sistemleştiren Sezai Karakoç, Osmanlı-Türk modernleşmesi sürecine ilişkin çok temel bir tespit sunar: Parçacı değil bütüncül bir perspektifle değerlendirildiğinde, problemin temel niteliğinin bir “medeniyet krizi” olduğu açıktır [4]. Diriliş mücadelesinin “Bir hayat tarzı, dünya görüşü, yani bir medeniyet savaşı.”[5] olduğunu ve bu konudaki kararlılığını açıkça ifade eder.
Şair kimliğiyle anılan Karakoç’un ilk hikayesi olan ‘Meydan Ortaya Çıktığında’ her ne kadar deneme türüne benzediği konusunda eleştirilmiş olsa da hikâye alanında da oldukça başarılı olduğunu görürüz. Eserinde diriliş fikrinin yansımaları, imgeleri ve soyutlamaları oldukça yoğundur. Günümüz hikâyelerinin aksine dünya berrak, iç açıcı ve sevindirici değildir bu olgular bulanıklaştırılmış ve kasvetli bir havaya bürünmüştür. ‘Meydan Ortaya Çıktığında’ kitaba adını veren öyküsünün yanında Ölü, İz, Ziyaret ve Kartal adlı beş tane farklı ama özünde birbirine bağlı hikâyelerden oluşmuştur. Ölüm, yaşam, diriliş üçgeninde, zamandan ve mekândan arındırılmış, fizikötesi bir durum öyküsüdür. Karakoç adeta bildiğimiz gerçekleri bilmediğimiz âlemlerde bize aksettirmiştir. Cahit Zarifoğlu da öyküdeki bu bizdenliği şöyle ifade etmiştir: “Hikâyelerin önemli özelliği çeşitli yorumlara açık oluşudur. Bu çeşitli yorumların hangisini benimsemiş olursak olalım, gizleyemediğimiz bir şey ortaya çıkıyor, o da bunlardan bazılarına şiddetle sahip çıkışımızdır.”[6]
Karakoç hikâyesinde, toplumların ölümü yaşamın dışında tutmasına inat, ölümü hayatın içinden canlı canlı çıkarmıştır. Hatta asıl ölülerin yaşam kisvesine bürünenler olduğunu görüyoruz. Vaktinden evvel dirilme izini verilen ölüler ile kenti ziyaret ediyoruz. Ölmeyi bile hak etmemiş dirileri, ölümden sürgün gibi yaşayanları görüyoruz. Yoksa ölümden habersiz oldukları için mi ölülerdi? Bu gezi neden tertiplenmişti? Zaman zaman ölünün rüyasına tanıklık ediyor, terkedilmişler ortasında terk ediliyoruz. Sonrasında güneşsiz yapamayan, güneş ile hayat bulan, güneşi arayan kartalın kanatlarında, insanın keşfedemediği şeylere düşman oluşuna şahitlik ediyoruz. ‘Bak bu olsa olsa insan işidir ‘diye düşündü. Bu koku onun alameti, o kent kokularından bir koku bu. Evet, insan keşfedemediği gökyüzünü kirleterek çürütmek ve öldürmek istiyordu. Temiz havanın temiz gökyüzünün düşmanı olan insan.”[7]
Bizi ilk olarak kitaba ismini veren Meydan Ortaya Çıktığında -Yürüyüş- hikâyesi karşılıyor. Kentin içinde ölü bir bedenin yürüyüşüyle başlıyor öykümüz. Bir vakitler bu kente ait olan insanın yabancılık ile kendine ve kente bakışına şahitlik ediyoruz. “Kentten özümü attılar biliyorum. Törenle, kimileri de yalandan gerçekten gözyaşlarını dökerek ama benden daha önce ölmüş olanların içtenliğinden çok ırak bir «güneş altı» veya «şemsiye» tiyatrosuyla birbirini aldatarak, dünyanın çekemeyip tez zamanda başından savdığı ağırlığımı bir zavallı tabuta yükleyerek, bu tabutu da rastgele kişilerin omuzlarından kaydırarak. İçinden küfreden mezar kazmacı ve kürekçilerinin sabırsızlığıyla varlık yuvamızı uğuldatarak «öz»ümü attılar kentten. Yıllar geçti. Anıldım, unutuldum ve daha çok yanlışlarım anıldı. Yaşasın yanlışlarım. Beni unutturmayan onlar.”[8]. Elbette insandan bağımsız bir öykü düşünülemez Karakoç da insanın tasvirini yüzeysellikle ele almamış, özüne inerek bizi bizle buluşturmuştur. İnsan kelimesinin aslı “unutmak” mânasında ki “nesy”, “insiyân” köklerinden türemiştir. İbn Abbas ise “İnsan ahdini unutması sebebiyle bu ismi almıştır.” şeklinde yorumda bulunmuştur.[9] Karakoç da İbn Abbas gibi bu kutsal gidişlerin ardından söylenen replikler, anmalar ve unutulmaların insan doğasından oluşuna atıfta bulunmuştur. Ölüme insanlık tarihi boyunca ilgili olduğu kültür, inanç ve felsefenin hayata yüklediği mâna doğrultusunda anlamlar yüklenilmiştir. Örneğin: İslâm dışındaki dinlerde ölüm tabii bir durum kabul edilmeyip tanrıların gazabı, ruhun bedenden kurtulmak istemesi ya da yaygın biçimde büyü sonucu ortaya çıkan bir durum olarak algılanmıştır. İslâm’da ise ölüm, Kur’ân-ı Kerîm’de yaşatmanın karşıtı olarak imâte (canlının hayatına son verme) ve teveffî (ruhunu kabzetme) kavramları geçmektedir. İnsanın bu dünyada vadesini tamamlayarak öbür âleme göçmesi olarak tanımlanır ve İslam felsefesinde ise başlangıcın temsilidir.[10]
Karakoç ölümü terk ediş veya gönüllerde bir sızı gibi değil hasretle hakikat ile doğum ile nitelendirmiştir ve ölümü diriltmiştir.
Yeni başlangıçların geçmişi ve ölümle sınanması da geleceğin doğumudur, dirilişidir “Ölümle doğumu kendi varoluşu için kullanır diriliş… O ölüm toprağından çıkıp doğum gününe doğru yükselen hayat ağacıdır.” ifadesi ile de bu iki uç kavramın birbirinin tamamlayıcısı ve var edeni, dirilişinin temsili oluşunu ifade eder Karakoç. Devamında ise bir ölünün doğumunun müjdelendiği eve konuk oluyoruz. “Bir «doğum» haberi. Kendi doğumum… Bugün o doğumdan, o yaşayıştan, hatta o ilk ölümden o kadar ilerdeyken… «Doğdu» denildiği anda babamın beni bulduğunu ve sona kadar kaybetmediğini sanıyorum. Aynen buldu o. Erenler gibi önceden bildi «öz»ümün doğduğunu. Getirdiğim ve dünyadan silip getireceğim şeyleri. Bildi mi diye düşünüyorum şimdi. Bildi gibi geliyor bana. Ah, gene kendimi büyütmek alışkanlığımı kullanıyorum galiba şu anda. Bilinen bilinecek. Bu bilinmesi gereken ben dahi olsam bundan bana çıkacak ne pay vardır? Evet, doğdum, büyüdüm, haykırdım; sesimin uzaklara ulaştığını gördüm sesim sert kayaları bile etkiledi;
öylesine etkiledi ki, onlar o sesleri geri çevirmeyi uygun buldular.”[11] Taze bir ölünün gözünden bakılan doğuma bakışımızdaki aşinalığımız ve ortaklıklarımız, çetrefilli hayatımıza devrim niteliğinde bir bakış sunmaktadır. Elbette ki ölüm mukadder ise de insanın dünyaya gelmesinin amacı ölmek değil yaşamaktır. Karakoç da bir masal gibi andığımız çocukluğumuzu, gençliğimizi, ihtiyarlığımızı, son nefeste mırıldanılan beyitleri, ilahileri, şehadetleri; ilklerin taze heyecanı ve derin uykularımızdan mahzun, buğulu uyanışlarımızı bu buluşma yolculuğumuzu içtenlikle gözler önüne seriyor Karakoç.
Bombaların ve savaşın arasından ‘övülmeye layık’ bir isim karşılıyor bizi: Ahmet. Cephede kolundan ağır yaralanmış bir asker olan Ahmet, koluna çöken bu ağırlık karşısında “Hidayet, kalk kolumun üstünden.” sayıklamaları ile tek başına kalmıştır. İslam peygamberi Hz. Muhammed’e ithafen midir Karakoç’un bu ismi kullanışı bilinmez ama nebinin de karışıklık ve iç savaşlar içinde bir topluma doğru yola, hidayete önderliği tesadüf olmadığını sanıyorum. Ahmet mahşer öncesinin korkunç yalnızlığını yaşıyor ve tüm geçmişi zihninde beliriyordu, çocukluğu bir masal gibi anne, baba, dostlar bir hayal gibi; oruçlar, bayramlar, eli öpülen nurlu ihtiyarların yüzleri uzaklaşıyor savruluyordu zihninden, kaçıyorlardı zamanla. Geçmişi de onu terk ediyor ve yeni bir yürüyüş başlıyordu meydana doğru “Yalnız ruhunun ortasında bir ışık, bir aydınlık nokta vardı. —Bir yürüyüş—. Biliyordu, geçmişte ve gelecekte bir tek varlık vardı ve o, O’ydu.”[12] Karakoç ölümün en şereflisine en dirisine ‘övülmeye layık’ olan bir isimle koluna çöken ağırlığın hidayet yolculuğunun vesilesi oluşunu muhteşem imgeler ile teslimiyet ve vuslatı gözler önüne sermiştir. “Çocukken özlediği o altın ülkeye… Şehitlerin ülkesine doğru mu çekiliyordu. Birden göğsünü duydu, göğsünün kabardığını duydu; göğsünden şehadet kelimesinin adeta bir gülle gibi fışkırdığını sandı. Bir meydana, güneşin sıcağına doğru çekiliyordu. Dinginleşmişti; göğsü, kalbi ve diliydi ifade eden ve var olan. O’nu söylüyorlardı. Yavaş yavaş bir meydana, bir kente, bir ülkeye doğru gidiyordu; üstüne düşen karlar da uçuşan cami güvercinleriydi sanki…”[13]. Karakoç Ahmet’in altın ülkeye gidenlerin bastığımız yerlerde şüheda oluşunu müthiş bir coşku ile gönül yolculuğunu ise saf bir teslimiyetle anlatmıştır. Karakoç’un bu kutsal gidişi böylesine diri ve berrak anlatışı ardından “Sakın Allah yolunda öldürülenlerin ölü olduklarını sanma! Onlar diridir ve rableri katında rızıklara mazhar olmaktadır.”[14]. ayetini hatırlamamak mümkün değil. Şehitliğin şahitlikle biçilmesiyle bereketlenen ömrümüzü, bereketin sembolü buğday ile anlatır Karakoç “…Bir tarlaya biçiyorlardı. Ve tarladan kan fışkırıyordu, buğday sütleri yerine kan akıyordu, sonra yeşil tarla olmak sırası kendilerine geliyordu.”[15]. Ahmet vücuduyla birlikte ruhunu da ölümün içinden, bu milletin alınyazısındaki mucize gibi yeniden dirilmişti. Ahmet hastane odasında gözlerini açmış ve zamanla ailesini, işini kurmuştu. Fakat, her işinde ve her davranışında, her nefes alışında çağrının sesini sessiz, tatlı, fakat buyurucu seslenişi hatırlıyordu. Sükûnetli duruşunun ardında ulu bir bilgelik yatıyordu. Ama, o “Bilgeliği kendine değil, kendini bilgeliğe ait sayıyordu.”[16]. Altın ülkeyi içten içe hasretle bekliyor bir bakıma bir mum gibi yine kendisi olmak uğruna, yanıyordu Ahmet.
Peki ya bu yürüyüş, bu yolun sonu neresidir? Nereyedir, nasıldır bu gidişler? Meydan nedir meydanın ortaya çıkışı nasıldır? Bir rüya gibi ömrümüzde bizim azığımız nedir? Bir ölünün yaşamı sürekli bir rüya gibi, bir masal gibi anıyor olması, bizlere faniliğimizi ekseriyetle hatırlatıyor. Fakat bunun yanı sıra zamanın, anın, nefesin kıymetini de unutturmuyor.
Kulluk bilinci ile her anımızı diri tutuyor. Bizlere “Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?[17]” ayetini hatırlatıyor ve cevabını veriyor. Ardından bal tatlılığı ile ölümü anlatıyor. “Şefaatler, yumuşaklıklar. Af, merhamet ve aşk. Hey, gül suyu içinde nebilerin saltanatı. Yahya Peygamber, en yüksek sesiyle sesleniyor. Hz. İsa sofrasını açmış. Sonra büyük bir sessizlik. Eşyanın, rengin ve sesin, biçimin, uyumun ötesinde, sofra ve nimetlerin ilerisinde bir hazırlık. En büyük Peygamberin ayı ikiye bölerken yaptığı gibi bir el işaretiyle ölüm ve hayat ikiye ayrılmakta. O geliyor sanki… O keskinlik ve kesinlik. Baş insan. Öz. Artık bir makamdayım ki yalnız orda Kur’an dinlenebilir. Kur’an her yeri, dört duvarı, dünyayı, yeri göğü silip süpürüyor o tatlı canım aydınlığıyla. Ah, her şey ne kolay ne mümkün. Ah ne ışık bu. Mucize; ölümün en yakın anında dayanılmaz bir bal tatlılığı. Kur’an sesine ruhun ne kadar aç olduğunun meydana çıktığı an. Yalnız ona tahammül edilebiliyor. Başka her şey ağır, yoğun, kaldırılmaz, dayanılmaz, ağrılı, sancılı. Yalnız o sancısız, ağrısız. Sancısız, ağrısız ne kelime, yalnız o şifa, yalnız o umulmakta, yalnız o kurtuluş, yalnız o beklenmekte.”[19] Kendimize, yaşam hikâyemize yukardan ve uzaktan bir bakış sunuyor Karakoç. Ömrümüzün mihenk taşları olan ölüm ve doğumun içine giriyoruz. Monna Rosa, Körfez, Yitik Cennet, Diriliş Neslinin Amentüsü, İnsanlığın Dirilişi, İslam’ın Dirilişi kitapları ile tanınmıştır. Dünya sürgünümüzü Kur’an ışığında şairane bir dille anlatmıştır üstat. Muhafazakâr camianın ilgi ile takip ettiği bir yazar, bir şair olmuştur. Çokça şiirleriyle anılan Karakoç’un hikâyelerinde de diriliş felsefesini ve sentezini oldukça özveri ile sunduğunu görüyoruz. Her yaştan okuyucunun gönül dünyasını gül bahçeleri ile donatır adeta. Diriliş fikirlerini daha iyi anlamak için uygundur. Yaşamında da dirilişi her daima diri tutan Karakoç “Koşu bittikten sonra da koşan atlardan.“ [19] olmuştur.