Sema Nur Acar [1]
Bir İdam Mahkûmunun Son Günü kitabı 1829 yılında Victor Hugo arafından yazılmıştır. Kitapta adı ve suçu belirtilmemiş bir kişinin, idam cezası almasından infazının gerçekleşmesine kadar geçen altı haftalık süre anlatılmaktadır.
Eserin yazıldığı 1829 da Fransa halkı hala Fransız İhtilali’nin getirdiği değişimleri hazmetme aşamasındadır. Ayrıca 1830 yılında gerçekleşecek olan Temmuz Devrimi’nin sancılarını çekmektedir. Refah seviyesinin artması için bu siyasi gelgitlerin arasına sıkışmış olan halk, yargılayıcıların kötüler olarak adlandırdığı kişilerin cezalarını çekmesini memnuniyetle izlemektedir. Tam da böyle bir gün Victor Hugo arkadaşıyla Paris sokaklarında gezinirken, bir meydanda toplanmış kalabalık dikkatlerini çeker. Yaklaştıklarında, bir suçlunun cezasının infazının yapılmakta olduğunu görürler.
“İşte bir gün oradan geçerken, giyotinin kırmızı kesik beden parçalarının altındaki bir kan
birikintisinin içinde yatan o iç karartıcı düşünceyi görmüştür.” [2]
Yazılarının birçoğunu sefil hayatlar üzerine yazan Victor Hugo’yu bu gördükleri derinden etkilemiştir. Bu hisli duygularla oldukça genç denebilecek çağda, 27 yaşında, bu etkileyici eseri kaleme almıştır.
Yazar kitaba iki kere giriş yazmıştır. Bu girişlerin ilki kitabın ilk isimsiz basımına yaptığı oldukça kısa bir giriştir.
“Bu kitabın kaleme alınış nedeni iki türlü anlaşılabilir. Söz konusu olan ya bir bahtsızın son düşüncelerini karaladığı irili ufaklı bir tomar sarı kâğıdın bulunup kaydedilmesi ya da bu talihsize rastlayan bir adamın, bir filozofun, bir şairin zihninde takıntı halini alan, bütün benliğine hâkim olan, daha doğrusu bütün benliğine hâkim olmasına izin verdiği idam
düşüncesinden onu ancak bir kitaba dönüştürerek kurtulmasıdır.” [3]
İkinci giriş, 1832 tarihli basıma yazılmıştır. Bu giriş daha uzun olmasıyla birlikte 1830 Temmuz Devrimi’nin etkisiyle daha ümitvar bir yazıdır. Yazar, kitabına olan tepkileri gözlemlemiş ve bu son giriş yazısında daha cesur bir şekilde düşüncelerini ifade etmiştir. “Kitap anlaşıldı. Şimdi bir idam mahkumunun son günü’nün idam cezasının kaldırılması için
doğrudan ya da dolaylı bir savunmadan ibaret olduğunu beyan eder ya da daha doğrusu yüksek sesle itiraf eder.”[4]
Yazar kitapta üç farklı yazım şekli tercih etmiştir. Giriş kısmında Victor Hugo kendinden ikinci şahıs olarak bahsetmiştir. İkinci kısım tiyatro olarak yazmıştır ve yazar başkalarının gözünden eserini eleştirmiştir. Üçüncü kısım da ise monolog yani anlatıcı kahramanın muhatabı yine kendisi olduğu bir anlatım tercih etmiştir.
Kitabın kahramanını herhangi bir suçludan ayıracak belirgin özellikleri anlatılmamıştır. Ad konulmayan kahramanla özelden genele vurgu yapılmıştır. Peki bunun nedeni nedir? Yazar ilk girişte bunun cevabını şair ve filozofun ağzından veriyor. Şair suçlunun daha acınası ve pişman gösterilmesi gerektiğini böylelikle idamın insanların gözünde daha acımasız görüneceğini söylüyor.
“Ben kendi mahkumumun hikayesini anlatsam tam tersini yapardım. Dürüst bir ailenin çocuğu. İyi bir eğitim almış. Aşk… Kıskançlık… Bir tek nedene bağlı olmayan bir suç… Ayrıca pişmanlıklar, pişmanlıklar, vicdan azapları… Ama insani yasalar ihlal edilmez. Ölmesi gerekir. Ve ölüm cezası ile ilgili düşüncelerimi o zaman anlatırdım. İşte bu!” [5]
Filozof ise şairi haksız buluyor: “Öznel sorunlar, genel sorunları belirleyemez.” [6]
Bu yüzden kitaptaki suçlu herhangi biridir. Victor Hugo için insanın insandan farkı yoktur. Eğer bir kişi anlatılsaydı bu yalnızca o kişinin hikayesi olurdu ama yazar bu hikâyeyi tüm insanlık için yazmıştır. Tanrı tarafından ruh bahşedilen her kişi insan olmak hakkına sahiptir. Yazara göre, bu dehşetli ve uzun soluklu ölüm sancısını kimse hak etmez. Her insan hayatını aynı temel duygularla yaşar.
Victor Hugo, kitabın girişinden itibaren yargılayıcıları suçlar. Yargılayıcılar ülkenin kralından tutun jüri üyelerine kadar suçluyu giyotine kadar götüren herkesi kapsar. Ona göre Tanrı dışında kimse diğerinin ölümüne karar vermez. Yaşanacak uzun yılları olan birinin kaderini biz tayin edemeyiz. İdam cezasını verenler sadece fiziki acıyı önemserler ve giyotin acı vermeden onların canını alacaktır. Yazar ise; “Manevi acının yanında fiziki acının ne önemi
var.” diye düşünür.
Yargılayıcıları eleştirdiği bir diğer konu ise adil olmamalarıdır. Temmuz Devrimi sonrası sorumlu tutulan bakanlar için idamın gündeme gelmesi onu rahatsız etmiştir. Onun için idam siyasi bir meselenin ötesindedir. Yazar, bu siyasi polemiğin sadece üst makamların kendi değerli şahısları için olduğunu düşünmüştür.
“Ne yazık ki, bu çarpık, beceriksizce, adeta iki yüzlü girişim genel çıkarlardan farklı bir çıkar için gerçekleşiyordu.”[7]
Nitekim tam da düşündüğü gibi olmuştu onlar için tehlike ortadan kalktığında giyotin tekrar kurulmuştu.
“Ey halk, ölüm cezasını sizin için değil bakanlık görevine gelebilecek biz vekiller için kaldırıyoruz. Guillotin’in düzeneğinin toplumun üst katmanlarını rahatsız etmesini istemiyoruz.”[8]
“İnsan içinde bulunduğu umutsuz koşullarda bazen bir zinciri bir saç teliyle koparabileceğini sanır” [9]
Daha öncesinde de dediğimiz gibi; yazar, kahramanı temel insan dürtüleri üzerine kurmuştur. Bu yüzden kitap boyunca umut kavramıyla sık sık karşılaşırız. Ölüm tüm gerçekliğiyle karşımıza dikilse de kalbi attıran yaşama umudunu ancak son nefes alabilir. Kitabın kahramanı için ölüm kaçınılmaz bir gerçektir ve hayatta özlem duyulacak bir şey kalmamıştır:
“Üstelik sürdüreceğim hayatın sona ermesinde üzülecek ne var ki? Kasvetli gün ışığı ve kürek cezasının kara ekmeği, içinde bir parça et bulunan yağsız çorba, eğitim almış biri olarak zindancıların, acımasız gardiyanların hakaretlerine maruz kalmak, konuşmaya ve cevap vermeye layık bir insanla karşılaşmamak, yaptığımı ve bana yapılacak olanları düşünerek hiç durmadan titremek: İşte celladın elinden alabileceği tek servetim bunlar.”[10]
Ancak kendine bunları itiraf etmesine rağmen son anında kendini yetkili kişinin ayaklarının dibinde diz çökmekten alamaz. Çaresizce umut eder çünkü umut etmek insan olmanın hasletindendir. “Beni bağışlamamaları imkânsız!“[11]
Yazar, okuyucuya herkesin öteki olarak gördüğü kişinin aslında ne kadar biz yani ne kadar insan olduğunu gösterir.
İdamın gerçekleşmesine çok az zaman kala ölüm daha yakından göstermeye başlar kendini… Kahraman anlatıcı için ölüm bir bilinmezliktir. Kimse ona öldükten sonra olacakları söylememiştir. “Ölüm ruhumuzu ne hale getirecek? Onu nasıl şekillendirecek? Ondan ne alıp ne verecek? Onu nereye yerleştirecek?” [12]. Elbette idamın nasıl gerçekleşeceğini düşünmekten de kendini alamaz. Giyotinde hayal eder kendini…
“Onunla ilgili soru sormaya cesaret edemesem de ne olduğunu, orada nasıl bir tavır sergilemek gerektiğini bilememek çok korkunç. Sanırım inip çıkan bir düzenek var, sizi üzerine yatırıyorlar…-Ah! Başım bedenimden ayrılmadan önce saçlarım ağaracak.”[13]. Ama bir türlü ne olacağına karar vermez. Ya başı bedeninden ayrıldıktan sonra da her şey
hissedilebiliyorsa… Kimse öldükten sonra gelip bu konu hakkında bir bilgi vermediği halde nerden bilebiliriz ki giyotinin acısız bir şekilde öldürdüğünü? “Kesik bir başın sepetten kanlar içinde çıkıp halka: Acı hissedilmiyor! dediğini duyan oldu
mu?”[14].
Yazar insanların vicdanlarını rahatlatmak için giyotinin acısız bir şekilde öldürdüğü düşüncesi ile alay etmiştir. Victor Hugo’ya göre asıl büyük acı ölümün kendisi değil, ölümün düşüncesidir. Gerçek korku tüm canlılığıyla atan bir kalbin geldi gelecek diye ölümü beklemesidir.
“Peki ya aktı haftalık bu can çekişmeye, gün boyunca süren bu iniltiye ne demeli? Çok yavaş ve çok hızlı geçen o telafisi imkânsız son günün endişesine ne demeli? Giyotinin tepesine çıkan o ıstırap merdivenine ne demeli?
Onlara göre bunlar acı çekmek anlamına gelmiyor. Bunlar kanın damla damla tükendiği, zihnin düşünceden düşünceye sönüp gittiği aynı çırpınışlar değil mi?”[15]. Yazar için ruhun ıstırapları fiziksel acının her zaman önünde olmuştur.
Kitabın kahramanı tanrıya sığınmak ister. Bunun için birkaç kere rahibi çağırır. Ama her defasında rahiple konuştuğunda asla bu isteğini yerine getiremez. Pişman olmamasının iki nedeni vardır. Birincisi rahip ona asla istediği dindar duyguları hissettiremez. Kitap kahramanına göre rahip artık bu işi bir memuriyet olarak görmekte ve onunla acılarını paylaşmamaktadır. Rahip karşıdakini dinsiz bir suçlu olarak görmektedir. İdamın ne demek olduğunu bilmez. Kahramanın ruh sancısını anlayamaz. Bu yüzden kahraman içten içe onun acısını anlayacak, idamın ne demek olduğunu iliklerine kadar hissedecek ve idamın her adımında yanında olacak genç bir rahip ister.
“O zaman tepeden tırnağa titrerken beni götürüp kollarının arasına, dizlerinin dibine atsınlar, o ağlasın, birlikte ağlayalım, sözleri beni teselli etsin, yüreğim onun göğsünde sakinleşsin ve o benim ruhumu kavrarken ben onun Tanrı’sına kavuşayım. Ama bu ihtiyar benim için ne anlam ifade ediyor? Ben onun için kimim? Bahtsızlar takımından bir varlık, daha önce yüzlerce kez görülmüş bir gölge, infaz kayıtlarına ekleyeceği bir rakam.” [16]. İkinci neden ise; ölüm aklını öylesine meşgul etmiştir ki pişmanlık üzerine düşünecek hiç zamanı olmamıştır. “Aslında daha fazla pişmanlık duymak isterdim. Mahkûmiyet kararından önce daha fazla vicdan azabı çekiyordum; ama o andan beri sanırım zihnimde sadece ölümle ilgili düşüncelere yer var. Yine de daha fazla pişmanlık duymak isterdim.”[17]. Bu, Victor Hugo’nun idam cezasına karşı çıkmasının en temel nedenlerinden biridir. Ölümün ruha hissettirdiği baskı iç muhasebeyi engeller. Her ne kadar altı hafta bir hücrede tek başına olsa da ölümün nefesi sürekli ensesindedir.
Yazar kitap boyunca bir insanı anlatır. İnsanın en temel duygularından bahseder. Yazılış tarzı sebebiyle okuyucu kahramanın kendisi olur. Victor Hugo’nun bizi tek kişiyle baş başa bırakması ve davalıdan bahsettiği kadar davacıdan bahsetmemesi yanlı bir bakış açısı gibi görülebilir. Burada aslında yazarın kitabı, Hz. İsa’nın “Aranızda günahsız olan, ona ilk taşı atsın!”[18] öğretisiyle yazdığını görüyoruz. Evet, suçlu bir günahkardır peki onu bu suça iten ve onun vahşice öldürülmesini zevkle izleyen bir halk masum mudur? “Ve yine de sefil yasalar ve sefil insanlar, ben kötü biri değildim.”19 Victor Hugo’ya göre onu öldürmek asla bir çözüm olmayacaktır. Herkesin içinde iyilik vardır ve pişmanlık duyabilir. Yeter ki ona uygun koşuları sağlamış olalım ve bir şans verelim.
Kimliksiz kahraman sadece insan olmayı temsil eder. Bir suç işlediği için insan olmanın hasletlerinden yoksun değildir. Kalbi hala atmaktadır. Victor Hugo böyle yaparak vahşice katledilen her insanın aslında aynı duygulara aynı acılara sahip olduğunu göstermek ister. Öldürülen sadece bir beden değil altı haftalık işkenceye maruz kalmış bir ruhtur. Bir insanın
ölümüne nasıl karar verebiliriz? Bize bu hakkı veren nedir? Suçlu olan kişi, içinde Tanrı’nın ruhunu barındıran insan mıdır, yoksa koşullar mı? Tüm bu sorulara değinen kitap, yazarın tüm umutlarını içinde barındıran idam karşıtı bir manifestodur. Okuyucunun kitabı okuduktan sonra aklına; suçlunun öldürdüğü kişinin de yaşamaya hakkı yok muydu? Peki herkesi affedecek yüce gönüllülük gösterirsek adalet terazisini nasıl kuracağız?” soruları gelebilir. Ne yazık ki kitap bu sorulara cevap vermiyor.
Manevi Acının Yanında Fiziki Acı PDF