Seyyide Şifa Göktaş [1]
Annesinden rivayetle mayıs ayında dünyaya geldiği bilinen Sezai Karakoç, resmi olarak 2 Ocak 1933 senesinde doğmuştur. Nüfusta meydana gelen bir karışıklık neticesinde, ağabeyi Ahmet’in adının yanlışlıkla kayıtlara geçmesiyle kimlik adı Ahmet Sezai olan Karakoç’a, babasının Muhammed Sezai şeklinde isim verdiği nakledilmiştir [2]. Yazar, ailesinin işleri dolayısıyla çocukluk yıllarını Diyarbakır’a bağlı Ergani ilçesinde geçirmiştir [3]. Eğitim hayatına Ergani’de başlamış, ilkokulu 1944 yılında bitirmiş, ortaokulu ise Maraş parasız yatılıda okumuştur. Lise eğitimini Gaziantep’te alan şair, 1950 yılında idadi tahsilini tamamlamıştır [4]. Her ne kadar arzusu İstanbul’da bir üniversitede felsefe okumak olsa da maddi imkansızlıklardan kaynaklı, yönünü Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesine çevirmiş ve 1955 yılında aynı fakültenin Maliye ve İktisat bölümünden mezun olmuştur. Akademisyenlik planı bulunan Karakoç, ailesine ekonomik destek sağlama düşüncesiyle harekete geçmiş ve akabinde Maliye Bakanlığı’nda müfettiş yardımcılığı ve gelirler koordinatörlüğü pozisyonlarında görev almıştır [5]. 1965 yılında memurluktan istifa eden yazar, gazetecilik ve yayıncılık işlerine girişerek Diriliş dergisini yayımlamaya başlamıştır [6]. Takvimler, 1990’ı gösterdiğinde ise “gül açan gül ağacı” amblemiyle Diriliş Partisi’ni kurarak siyasete adım atmıştır. Üst üste iki genel seçime girmediği gerekçesi ile başkanlığını yürüttüğü partisi kapanan Sezai Bey, Nisan 2007’de bu sefer Yüce Diriliş Partisi ismiyle politika sahnesine çıkmış ve ölümüne değin vazifesinin başında kalmıştır. Hayatını fikri ve zikri olarak “Diriliş” teması üzerinden konumlandıran Türk şair, yazar, düşünür ve devlet adamı Sezai Karakoç, Türk edebiyatında kendine özgün bir yer edinmiştir [7]. Değerlendirilmesi yapılacak olan Makamda eserinin dışında Yitik Cennet, Samanyolunda Ziyafet, Diriliş Neslinin Amentüsü, İslam’ın Dirilişi, İnsanlığın Dirilişi gibi başka eserleri de bulunmaktadır.
Mümin kişi devamlı bir sorgulayış ve yoklayış içerisinde kendini diri tutandır. Diriliş ise ancak seher vaktini beklemekte olan diri kimselerle mümkündür. Diriliş, dirilere çağrı, bir sesleniş hükmündedir. Ölü kimse duymaz, duysa da anlamaz, anlasa da ilgilenmez. Üzerinde toprakla gezenlerin kaideleri farklıdır. Örtülerinden memnun, can atarcasına malayani ipinin ucundan tutmaktadırlar. O yüzdendir ki Sezai Karakoç, ölüler diyarının misafirlerinin dirilişi ortaya koymalarını ihtimal dahilinde görmediğini kitapta üzerine basa basa ifade etmektedir [8]. Rotası belli olmayan, zincirli şekerlemelerle süslü bir yolda tökezlemeden yürümeyi marifet sayan ölüleri, ümmete mevzu bahis edinmiştir.
Pek çok alt başlığa sahip bölümlere ayrılmış yapıtta yazar, dirilişin yalnızca bir terekeden ibaret olmadığını [9], o zaman insanın kendi sorumluluğunu almasını sağlayan irade gücünü ortaya koyma eylemini, hangi nispette değerlendireceğimiz konusunu şairane bir dille işlemektedir. Eserde, Tanrının saklı kalesi [10] ruhumuzun varoluşsal olgunluğa fersah fersah eriştikçe, ölüm kokusunun yerini buram buram çiçek kokularına bırakacağı anlatılmaktadır. El, çiçekleri ve üzerinde dolaşan arılarıyla tüm cazibesiyle gönlünde raks etse de aslolan kendi bahçenin çiçeklerine [11] talip olmaktır; fikri, okuyucuya kitap boyunca son derece açık örneklerle aktarılmaktadır.
“Dünya üzerinde yalnız tek bir insan kalsaydı sonu ne olurdu?’’ suali muhabbet üzere çokça tartışılır da ‘tek bir insan elinde tuttuğu hakikat güneşiyle bir başına ne yapar’ bu soru çoğu yaratılmışın kaçtığı, bazen öfkeyle bazen korkuyla omzundan geriye doğru baktığı ve yüzleşmekten geri durduğu bir diriliş tabanıdır. Karakoç, aynı suyun toprağı delip geçmesi gibi, Diriliş Toplumu üyesi [12] de tek nefer, rütbesi nişane kendi düğümlerini tabandan yarmış biçimde Diriliş Toplumunu sancak gökte temsil edecek ideasıyla hareket etmekte ve eserde; sebatlı duruşun, tok yakarışın tevazuda mayalanmış gönülleri yerli ve milli dehlizlerden öz vatanı Kevser’e ulaştıracağına dem vurmaktadır [13].
Yazara göre, dünyevi başarıların ötesinde [14], gerçek yarış ve çarpışma bireyin dirilmeyen ruhu ile kendi arasında geçen çetin kafes dövüşlerini andırmaktadır. Dünya sürgününde erdemi tine kalkan yapan mücahidin birinci vazifesi, başkasını kendinde konuk etmemeyi [15] yerine getirmektir. Bu esareti, mahkumiyeti sonlandıracak mührün adresi ise ecdadın köstekli saati muhafaza ettiği cebin hemen altındadır.
Hz. Musa ve kavmi Nil’i geçip Firavun ve ordusunu Kızıldeniz’de bıraktıktan sonra sahici zafer kazanılmıştır, denilebilir miydi? Geçmişi aşmak gelecek inşası için yeterli miydi? [16] Kavuşulan özgürlük erişilmemişlerin yası ölçütünde miydi? Düşmanı yere sermek ve peşine atılan rahata erme nidaları “oldum”cuların işi miydi? Rahatlamak temelde hedeflenen bir olgu muydu? Vadedilmiş toprakların hakkı neydi? Karakoç, insanoğlunu tam da bu noktada yeni bir hayat için yeni bir hararete ihtiyaç duyması yönüyle ele almaktadır [17]. Yazar, dizlerinin üzerinde dirilen halkın millet olma yolunda ilerlediği inancını mesken edinmektedir.
İçindeki Sina Dağı’na çekilen her fert, dağın eteklerinden başlayıp özüne ulaşana dek ateşten çetin imtihan içerisinde yandıkça kavrulmakta kavruldukça demlenmektedir. Samirilere, Altın Buzağı’nın sesine inananlara karşın Tih Çölü’ne her gün yeni bir fidan dikmektedir. Sezai Bey, bireyi; çilesiz yol olmadığının bilincinde gözünü Musa’sından ayırmadan Sina’daki ateşi söndürmeme yemini içmiş bir nefes olarak değerlendirmektedir [18].
Ruhun kıyameti ilk çığlıkla kopmuş, mahşeri ise yaratıldığı an başlamıştır [19]. Kişinin mahşerini tanıması ve tanımlaması oranında insan benliğinden haberdardır. Kıyametsiz yaşamak, ruhun varlığına dair şuursuzluğun alametidir. Karakoç buradan yola çıkarak, zamanı, fanilik tozlarına bulanmadan uyanma vakti olarak görmektedir denebilir [20].
Rabbe yönelik her isyan ve nisyan ürperişi, nefse vurulan bir darbedir. “Hal bu ürperişin ürünü, makam ise bahsi geçen ürperişin meyvesi niteliğindedir” fikrini işleyen yazar, Müslümanın kimliği olan bu ürperişte Allah’a teslimiyet varlığının da altını çizmektedir [21]. Makamda, kehribar zındıklığı baltalamakta, yolunu kaybedenlere ışık tutmaktadır. Ürperiş rüzgârı perdeleri yıkmakta, şah damarı kadar yakın Rabbin gazabı ve azabıyla titreten bir kapı aralamaktadır. Yazar, kapı dar geçitlere, taşlı yollara açılsa da pamuk bulutlar [22] serili ulular Rabbin kullarını dirilişle muştulamaktadır savını ortaya koymaktadır.
Eserde, imanın yokluğunda ya da zayıflığında vesvese mantarının hakikatin mayasını değiştirmediği, zamanın Diriliş Hilkatini eskitmediği hususu etraflıca ele alınmıştır. Öyleyse “ezanlar kimin için okunuyor” sorusunu her satırda okuyucuya yönelten Karakoç, bireyin bahaneleri bir köşede terk etmeye bırakıp şehadet parmağındaki saydam yüzüğe ivedilikle sahip çıkması gerektiğini vurgulamıştır. Dirilişi ebedi aleme açılan bir pencere, inananların düğün fermanı olarak değerlendiren yazar, yapıt boyunca meşakkatli gönül yolculuğunu eşikte elinde montu dışarıya kendisini gezdirmeye götürecek bir çocuğun bekleyiş heyecanı mukabilinde görmüş, dirilişi bizlere armağancasına sunmuştur.