Fatma Revza Fındık Boztekin [1]
Kitabın yazarı Leo Huberman, 1903-1968 yılları arasında yaşayan, sosyalist bir yazar olarak tanınmaktadır. Yaşamı boyunca işçi sınıfı için mücadele eden Huberman, işçi sınıfının eğitimiyle de ilgilenmiştir. 18 yaşında Newark State Normal School’dan mezun oldu ve ilkokul öğretmenliği yapmaya başlamıştır. Bu süreçte New York Üniversitesi’ne başlayan Leo Huberman, 1926 yılında mezun olur. Kendisi öğretmenlik hayatını New York’taki bir özel okulda devam ettirir. 1932 yılında ise ilk kitabı olan We The People’ı yayımladı. Sonrasında Londra’ya taşındı. İşçi sınıfı hakkındaki düşünceleriyle tanınan yazar, Amerikan sosyalist hareketinin temel eserlerinden biri sayılan Man’s Worldly Goods: The Story of The Wealth of Nations’ı (Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla) kitabını 1936 yılında kaleme almıştır. Feodal toplumu anlamak için önemli bir eser olan bu kitap oldukça ses getirmiştir. Feodal toplumdan kapitalist topluma geçiş sürecinin anlatıldığı eserde kapitalist toplumun sonrasına da yer verilmiştir.
Bu yazıda tahlili yapılacak kitabın amacı; tarihi, ekonomi teorisiyle ve ekonomi teorisini de tarihle açıklamaktır. Kitapta müthiş bir feodal toplum betimlemesi vardır. Kitabın iki ana bölümü bulunmaktadır; “Feodalizmden Kapitalizme” ve “Kapitalizmden…?”. Birinci bölüm olan “Feodalizmden Kapitalizme” başlığının altında ise çarpıcı alt başlıklar bulunmaktadır. ‘Zengin Adam’, ‘Yoksul Adam, Dilenen Adam, Hırsız’, ‘İşçi Aranıyor-İki Yaşındakiler Başvurabilir’ gibi başlıklar hem ilk okunduğunda dikkatleri çekmekte hem de içerisindeki metinlerle okuyucuyu kendine bağlamaktadır. Yazar bu bölümde feodalizmin gelişiminden bahseder ve Feodalizmin Avrupa’daki tarihçesini açıklar. İkinci ana bölüm olan ‘Kapitalizmden…?’ adlı kısımda ise belki de en çok dikkat çeken başlık ‘Elimden Gelse Gezegenleri de Zaptederim’dir. Yazar ikinci bölümde ise feodalizmden kapitalizme geçişten bahseder.
Feodalizmden Kapitalizme
Bu bölüm dua edenler, savaşanlar ve çalışanlar bölümüyle başlamaktadır. Ardından Orta Çağ toplumunun sınıfsal yapısı anlatılmaktadır. Dua edenlerle kastedilen kilisedir ve çalışanlar ise selflerdir. O dönemde fabrikalarda değil topraklarda çalışılmaktadır. Bu çalışanlar toprakların sahibi değil kiracılarıdır. Toprakların asıl sahibi ise beylerdir ve o dönemde zenginlik, toprağın genişliğiyle belirlenirdi. Sonrasında artık yeni bir sınıf ortaya çıkmıştı; tüccar sınıfı, bir diğer tarifle orta sınıf. Artık küçük pazarlar yerini panayırlara bırakmıştır. Panayırlarda bütün dünyadan gelen mallar satılmaktadır. Panayırlarla birlikte vergi ödemeleri de başlamıştır. Tüccar sınıfıyla birlikte artık toplumun düzeni de değişmeye başlamıştır. Halk artık kiliseye karşı çok sinirlidir onu özgürlükleri kısıtlayan bir unsur olarak görmektedir ve kiliseye karşı tepkiler oldukça artmıştır. Sonunda halk özgürlüğüne kavuşmuştur. Artık toprak özgürce alınıp satılmaktadır dolayısıyla feodal düzen tehlikeye girmiştir. Bu dönemde işçilikten patronluğa yükselmek güçleşmiştir. Zenginler daha da zenginleşirken tabii ki fakirler daha da fakirleşmiştir. Zenginleşen kesim ise toplumun bütününe oranla çok küçük bir gruptur. Sonuç olarak çalışan kesim yine aynı zorlukları yaşamaktadır. Ezilen kesim her zaman aynı olmuştur. Bu sebepten ötürü işçiler grevler yapmış ama etkisi olmamıştır. Sonunda Protestan Reformu yaşanmıştır.
İşçi Aranıyor- İki Yaşındakiler Başvurabilir
Oldukça ilgi çekici olan bu başlık aslında bize çocukların işçi olarak kullanılması hakkında ipucu vermektedir. Bu bölümde Protestan Reformu’yla serbestleşen ticaret ile yeni pazarların keşfedilmeye başlandığı ve kolonilerin oluşturulduğu anlatılmaktadır. Bu dönemde endüstriyel örgütlenmenin aşamaları ortaya çıkmıştır; ev ya da aile sistemi, lonca sistemi, eve iş verme sistemi, fabrika sistemi. Bu bölümü okurken dikkat çeken en utanç verici olay ise çocukların çalıştırılmaya başlanmasıdır. Çocuklar artık işçi grubuna dâhil edilmektedir. Çocukla kastedilen 2 yaşındaki çocuklardır. Kitapta, 1934 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde çalışan çocukların yaşlara göre dağılımında bazı veriler bulunmaktadır. 2-3 yaşlarında çalışan 2 çocuk, 3-4 yaşlarında çalışan 2 çocuk, 4-5 yaşlarında çalışan 8 çocuk, 5-6 yaşlarında çalışan 2 çocuk, 6-7 yaşlarında çalışan 7 çocuk vardır. Bu veriler bazı insanların ne kadar ileri gittiğinin bir kanıtıdır.
16. yüzyıla gelindiğinde artık zenginlik ve güç, altın ve gümüşle ölçülmeye başlanmıştır. Bazı ülkelerde bu değerli madenler vardır. Dönemin güçlü devletleri kolonileriyle bu değerli madenlere sahip olmaya başlamışlardır. Bu zenginleşmeden yine işçi sınıfı etkilenmiştir. Fransız Devrimi ile burjuva sınıfı ortaya çıkmıştır. Bu da göstermektedir ki her gelen yeni sistem, halkın bir kısmını fakirleştirirken bir kısmının daha da zenginleşmesini sağlamaktadır. Kitabın genelindeki toplum geçişlerinde görülen en net düşünce ise, her yeni gelen düzenin bir öncekinin isim değiştirmiş hâli olmasıdır. Feodal düzenden sonra gelen kapitalist düzen aslında temelde yine aynı fikri barındırmıştır. İnsanların bir kısmı fakirleşirken bir kısmı aksine zenginleşmektedir ve çalışanlar her zaman var olmuştur.
Kolonileşme hızla devam ederken sömürgeci ülkeler de zenginleşmişlerdir. Avrupalı tüccarlar ise ilk sermayelerini bu kolonilerle elde etmişlerdir. 16. yüzyılda ise zenci köle ticareti başlamıştır. İnsanlık tarihinin en utanç verici olaylarından biri olan köle ticareti, o dönemde başarı olarak görülmektedir. Bu durum, kitapta şu satırlar ile anlatılmaktadır:
“Zenci köle ticaretini onaltıncı yüzyılın başında Portekizliler başlatmıştı. Hıristiyan Avrupa’nın öteki uygar ülkeleri de hemen onları izlediler. (Amerika’ya ilk zenci köleleri 1619’da bir Hollanda gemisi getirdi). Her şeyden habersiz Afrikalı zencileri yakalayıp Yeni Dünya’daki çiftliklerde kısa sürede ölmek üzere çalıştırılacak bir ‘hammadde’ olmak üzere satmakla büyük para vurulacağını akıl eden ilk İngiliz John Hawkins oldu. Büyük Kraliçe Elizabeth de bu katil ve insan avcılarının yaptıklarından o kadar memnun kaldı ki ikinci köle ticareti seferinden sonra kendisini şövalye yaptı. Alameti olarak zincirlenmiş bir zenci resmini seçen Sir John Hawkins Richard Hakluyt’a bu insanlık dışı ticaretindeki başarılarıyla böbürlenmişti.”[2]
Bu satırlarda da açıkça görüldüğü üzere köle ticareti, döneminin keşfedilmiş en iyi serveti olarak görülmektedir. Avrupa, hızla yayılan bu ticaretle birlikte parlak dönemlerine geçmeye başlamıştır. Bir başka önemli konu ise servet birikiminin insanlar için nasıl bu kadar kutsal hâle geldiğidir. Bu noktada din önemli bir rol oynamaktadır. Dinin kitleleri yönetmekte etkili olduğu bir tarih sahnesi görülmektedir. Kapitalizmin ruhuna uygun olan servet biriktirmek çok önemlidir. Çünkü en iyi Hristiyanlar bu ilkeye uygun hareket edenlerdir. Kitapta yer alan şu bölümde de bu konuya değinilmektedir:
“Ticaretten gelen sermaye birikimi mülksüz emekçi sınıfın varoluşuyla birleşince endüstriyel kapitalizmin başlangıçları ortaya çıktı. Fabrika sistemi kendisi daha fazla servet birikimini sağlıyordu. Bu yeni servetin sahipleri tasarruf eder ve tasarruflarını yeniden yatırırlarsa cennetlik olacaklarına inanarak sermayelerini yeniden fabrikalara yatırdılar. Böylece, bildiğimiz modern sistem doğdu.”[3]
Kapitalist sistemin adaletsiz düzenine Karl Marx’dan bir eleştiri gelmiştir; işçilerin çok düşük maaşlarla çalıştırılarak emeğin sömürülmesi Marx tarafından eleştirilmiştir. Bu doğrultuda Marx, Emek Değer Teorisi’ni ortaya atmıştır. Marx’a göre sosyalizme geçiş de bir devrimle gerçekleşecektir.
Kitabın sonlarına bakıldığında “Rusya’nın Bir Planı Var” başlıklı bölümde yazarın sosyalist kişiliği çok net görülmektedir. Kapitalizm anlatısı artık yerini sosyalizme bırakmaktadır.
“Kapitalizmden…?” başlığından da anlaşılacağı üzere bu bölümde kapitalizmden sonra yeni bir sistemin gelmediği belirtilmektedir. Kapitalizm en mükemmel sistem değildir. Daha iyisi tabii ki beklenmektedir. Ancak kitap kapitalizmden sonra hangi sistemin hâkim olacağı sorusuna yanıt sunmamaktadır. Dolayısıyla okuyucu, zihninde bu soruyla kitabı bitirmektedir.
Feodal düzenden başlayarak günümüze kadar gelen “Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla” kitabı, okuyucuya etkileyici bir tarih anlatımı sunmaktadır. Leo Huberman’ın açık ve net üslubu okuyucunun kitabı anlamasını kolaylaştırmaktadır. Etkileyici bir anlatımla karşı karşıya kalan okuyucu kitabın sürükleyiciliğine kapılıp gider. Kitap hakkında yapılacak en iyi yorum belki de sunulan tarih anlatımının alışılagelmiş olandan çok daha farklı olmasıdır. Yazarın sunduğu tarih anlatımı, Avrupa’ya olan bakış açısını değiştirme noktasında oldukça önem arz etmektedir. Tarihin kirli sayfalarında yer alan bunca kötülüğün bu kadar açıkça anlatılması cesaret göstergesidir. İnsanlar yıllarca değersizleştirilmiş, ticaret aracı olarak kullanılmış, kolonileştirilmiş ve birçok kan ve gözyaşı dökülmüştür. Bunları okumak ve öğrenmek, kitabı bitirirken insanlarda iz bırakmaktadır. Düşüncelere dalan okuyucu, tarih sahnesinin arka yüzünü eleştirmeye başlayabilir. Ama artık aklında yeni bir soru vardır: Toplum hangi sistemle huzur bulacaktır?
Kitabın son derece etkileyici şu satırlarıyla yazıyı noktalamak isabetli olacaktır: “Makineler para yatırımı demekti, oysa insanlar için böyle bir şey söz konusu değildi, onun için makinelerin bakımına insanlarınkinden fazla önem veriliyordu.”[4]