Rabia Aybüke Yavilioğlu [1]
Hallaq, 1955 yılında (bugün İsrail sınırları içinde kalan) Nasıra’da dünyaya geldi. Washington Üniversitesi’nde doktorasını tamamlayan Hallaq, 1985 yılında McGill Üniversitesi İslami Araştırmalar Enstitüsü’nde çalışmaya başladı. 2005’te aynı üniversitede İslam Hukuku Profesörü oldu. Kitapları birçok dile çevrildi. İmkânsız Devlet kitabı 2013 yılında Columbia Üniversitesi tarafından Seçkin Akademik Araştırma Kitabı ödülüne layık görüldü.
İmkânsız Devlet kitabı 8 bölümden oluşmaktadır. İlk üç bölümü eserin ana fikri olan, “Temsil ettiği değerlere göre yapılmış herhangi bir modern devlet tanımına göre ‘İslami Devlet’ hem bir imkânsızlık hem de çelişkili bir tamlama.”[2] fikri üzerinedir. Hallaq’ın bu savı bu ilk üç bölümde çarpıcı biçimde durulmuştur.
Yazar kitaba geçmeden önce, şeriatın, XIX. yüzyılda ve ondan önceki on iki yüzyıl boyunca örfi hukuk ve toplumsal pratikler ile hem toplumu hem yönetimi düzenleyen ahlaki ve yasal kuvvet olduğundan bahsetmiştir [3]. Sonrasında XIX. yüzyılda kolonyalist Avrupa’nın sisteme entegre olması ile şeriatın kurduğu düzenin parçalanmıştır. Nihayet yazar, günümüz Müslümanlarının şeriat ile yönetilen modern bir devlet hayallerinin gerçek dışı oluşu ve imkânsızlığı üzerinde duracağı ihsas ettirir.
Hallaq, birinci bölümde “öncüller” başlığı ile “paradigma” ve “şeriat”[4] kavramları üzerinde durmakta, kitap boyunca bu iki kavramı hangi anlamda kullanacağını belirterek başlamaktadır. Zikredilen iki kavramı açıkladıktan sonra temel tezini anlamamız için önemli bir noktaya parmak basmaktadır. Burası tam da “ilerleme doktrini” ve “modern tarih” arasındaki ilişkiyi açıklamaktadır. Yazara göre “ilerleme doktrini modern tarih kavrayışının bir buluşu ve hizmetkârıdır.”[5]. Modern tarih anlayışının sistematik altyapısı olan ilerleme fikri, “öldürülen Tanrı”nın yerine yenilerini icat etmek ile başlamaktadır. Bunlardan biri ve belki de en önemlisi hiç şüphesiz “bilim”dir. Yazar, ilerleme fikrinin eski fikirlere ihtiyacı olmadığının, referans olarak teknik bilime dayandığının altını çizmekte ve bunu tıp biliminden örnek vererek ironik bir dille açıklamaktadır. Bir hastalığın tedavisi, başka bir tedavi bulunana dek hakikat kabul edilir ve yeni tedavi yöntemi kabul edildikten sonra eskisinin yol açtığı hasarı kimse ortadan kaldırmaya yeltenmez. Tam da bu yüzden Hallaq’a göre ilerleme doktrininin kendisinden başka referansa sahip olmadığı, kendinin otorite kaynağı olduğu ve bu minvalde Tanrı olduğu belirtilmektedir [6].
Hallaq’a göre modern devletin beş özelliği vardır: Kendine özgü ve yerel bir tarihsel deneyim oluşumu, egemenliği ve doğumuna yol açan metafizik, yasama tekeli ve buna bağlı olarak meşru şiddet tekeli, bürokratik çarkı ve sosyal düzendeki kültürel-hegemonik katılımı [7]. Yazar bu beş özelliği açıklarken çarpıcı noktalara değinmektedir. Örnek vermek gerekirse modern devletin temeli olan ulus devlet modelini şu cümleler ile açıklar: Ulus devlet kendisi için var olur. O, “başkaları arasında bir amaç değildir; diğer her şeyin uğruna feda edilebileceği amaçtır.” Carl Scmitt’in dediği üzere, egemen varlık olarak devletin “kararı, dini bir mucizeye benzer: Kendi mevcudiyeti dışında hiçbir referansı yoktur.” [8].
Bu cümlelerden de anlaşıldığı üzere ulus-devlet, egemenliği kendi varlığına içkin ve dokunulmaz olan bir devlettir. Kural koyucu kendisidir ve katı kuralları vardır. Yurttaşların da bu sistemde var olmaları hatta var olmayla da kalmayıp varlıklarını ulus-devlete feda etmeleri beklenir. Ulus- devlet, yurttaştan daha değerlidir. Hallaq’ın ifadesiyle, “yurttaş olmak, kendi metafiziğine sahip egemen iradenin altında yaşamak demektir. Bir başka tanrıyla ve onun altında yaşamaktır, inananların hayatları üzerinde hak iddia edebilen bir tanrıyla.”[9].
Modern devletin özelliklerinden yasama tekeli ve buna bağlı olarak meşru şiddet tekeli ile ilgili bir örnek de şöyledir. Yazara göre “modern devlet egemen irade tarafından oluşturulmuşsa ve eğer egemen irade kendini yasayla ortaya koyuyorsa, o halde yasanın uygulanması o iradenin gerçeklik kazanmasına dönüşür.”[10]. Hallaq, devlet ile yasayı aynı anlamda kullanarak devletin kendi kendinin amacı olduğunun bir kez daha altını çizmektedir. Dolayısıyla egemen irade yasa koyucu olan devlet ise devletten başka “Tanrı” yoktur. Yani yasal iradeyi korumak için şiddeti kullanma tekeli de yine onun elindedir.
Modern devletin bu beş biçimsel özelliği olmadan var olabilmesi mümkün değildir. Günümüzdeki ulus- devlet temelli modern devletlere baktığımızda, her ne kadar özelliklerin aralarındaki ilişki farklılık arz etse de bu beş özelliği görmekteyiz. Peki, şer’i kurallar ile yürütülen modern bir İslam devleti neden mümkün değildir? Metnin ilerleyen kısmında bu konuyu ele alacağız.
Hallaq, İslam’daki ümmet kavramının modern devletteki ulus yerine kullanıldığının altını çizerek ikisi arasındaki farkı açıklamaktadır. Yazar, ulus devletin amacının egemen irade olduğunu ve yurttaşların ulus devlete hizmet ettiğini, ümmetin ise bunun aksine daha büyük bir amaca hizmet ettiğini ifade etmektedir. Böylece yazar, ümmetin egemenliğinin olmadığını, tek egemenin Tanrı olduğunu söylemektedir [11].
Hallaq, ümmet [12] kavramını şöyle açıklamaktadır “ümmet, birbiriyle eşit değerde olan ve böylece huzurunda aralarında fark gözetilmeyen müminlerin toplamından oluşur.” [13]. Devamında ise Tanrı’nın bir üyesini diğerine tercih etmesindeki kıstasın kişinin inancı niteliğinden olduğunu, asıl üzerinde durulması gereken şeyin inancın üzerinde kurulan ahlaki değerlerin belirlenmesinde tek egemenin Tanrı olduğunu söylemektedir.
Buradan da anlaşılacağı üzere ulus-devletteki yurttaş kavramı egemenliğini ulus devlete borçlu olmasına ve ondan sonra var olmasına rağmen şeriattaki ümmet kavramı egemen değildir, tek egemen Tanrı’dır ve Tanrı sonsuzdur. Dolayısıyla ümmet ve fertleri kurucu sistemden önce gelir, şeriat de yönetimden önce gelmektedir [14].
Hallaq, İslam dininin ana kurallar bütünü olan şeriatı anlatmaya çalışırken sosyal hayattan ve toplumun yapısından yola çıkarak fakihler ve kadılar üzerinde durmaktadır. Fakihler ve kadıların sosyal hayatın içinden çıktıkları ve onun normlarına tabi olduklarından bahsederek toplumun önderleri olup günlük hayatın meselelerine ele almalarından söz etmektedir. Asıl önemli olan nokta ise fakih ve kadıların örnek birer rol model olarak toplumda adeta “peygamberin varisleri” gibi ideal bir konuma gelip meşruiyetlerini din ve ahlaktan almış olmalarıdır.
Yazar müftülerden de söz ederek onu tanımlayan şeyin fetva olduğunu söylemektedir. Ayrıca müftüye zengin fakir herkesin başvurabileceğinden, onun herkes için ulaşılabilir olduğundan bahsetmektedir. Ve şöyle devam etmektedir “Hukuk, mahkemede verilen emsal kararlarda değil, müftü tarafından formüle edilen hayli iyi düşünülmüş cevapların oluşturduğu fıkıh yazılarında bulunmaktaydı.” [15].
Yazar, İslam hukuku eserlerinin büyük kısmının müftülerden ziyade seçkin müftülerin fetvalarına dayanan fakihler tarafından yazıldığını söylemektedir. Ayrıca davalarda ve pratikte az kullanılan görüşlerin kitaplardan tamamen çıkarıldığından veya “zayıf” ibaresiyle kitaplarda kaldığından bahsetmektedir.
Hallaq, şeri sistem ile modern hukuk sistem karşılaştırmasına girerek, şeriatta modern hukuk sistemindeki gibi avukatın olmayıp tarafların aracısız mahkemeye başvurduklarından bahsetmektedir. Buna karşılık hukuk işlerine çoğu yönden yabancılaşmış modern toplumda ise avukatlar aracılığıyla mahkemeye başvurulabildiğini söylemektedir. Ayrıca modern dönem öncesi Müslüman toplumun şeri sistem ile içli dışlı olduğunu ve bunun yasal ahlakı yaşamış bir toplum özelliği olduğunun altını çizerek okuru önemli bir noktaya götürmektedir. Zira modern dönem öncesi Müslüman toplumda var olan bir hukuk sisteminde toplumun fertleri mahkemeye gitmeden de haklarının farkında olmuşlardır. Bunun sağlayıcıları ise “yasal bilgiyi tamamen karşılıksız ve ihtiyaç duyan birine hemen her zaman sunmaya hazır müftü ve diğer yasa koyuculardır.”[16].
Yazar, son olarak içtihat kavramından bahsederek her becerikli fakihin içtihat yapabildiğini yani İslam hukukunun çoğulcu bir hukuk olduğunu, modern devletteki hukukun ise bir tekele dayalı tek yasal taahhüt olduğunu söylemektedir [17].
Sonuç olarak Hallaq’ın detaylı şekilde üzerinde durarak anlattığı kitabından anlaşılan ana fikir, şeriatın, muadili olan modern hukuk sisteminden çok daha ileride olduğudur. Ayrıca modern devlet kendi devamlılığı için devletin egemenliğini temsil ederken, şeriat bunun aksine kimseye politik güç biçiminde hizmet etmemektedir [18].
Şeriat modern hukuk sistemi kadar “demokratik” olmasa da ondan daha insancıl bir sistemdir. Modern dünyada yaşayan Müslümanların bu ayrımı iyi gözeterek kendi tarihlerinden gelen bu şeri sisteme sahip çıkıp modern İslam devleti hayallerinden vazgeçmeleri şüphesiz en mantıklı olandır. Bunun aksi ise çok iyi bir sistemden vazgeçip daha iyi olmayan başka bir sisteme razı gelmek olacaktır.
Kısaca Hallaq, tüm kitap boyunca ulus-devlet temelli modern devletin dinamiklerini, modern öncesi Müslüman toplumların tabi olduğu şeri sistemi ayrıntılarıyla incelemiş ve karşılaştırmalı biçimde ele almıştır. Bazı noktalarda iki sistemin de eksik noktalarının varlığından söz etmiş ama nihayetinde günümüzdeki en yaşanabilir hukuk sisteminin şeri sistem olduğunu dile getirmiştir. Ayrıca kitabın sonunda modern çağda yaşayan günümüz Müslüman toplumlarına “Çıkış Yolu?” ve “Hareket Planı” başlıkları ile çözüm önerileri sunmuştur. Çözüm önerilerinin ne kadar gerçekçi veya hayata geçirilebilir olduğu ise elbette tartışılabilir.
İmkânsız Devlet, günümüz Müslüman toplumlarının modern dönem ile ortaya çıkan dikotomisini anlaşılır ve akıcı bir dille okumak isteyen herkes için başucu niteliğinde bir kitaptır.