Behiyye Yılmaz [1]
İlahiyat alanında profesörlük unvanına sahip olan Tahsin Görgün, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde aldığı lisans eğitimini 1984 yılında, Freie Universität Berlin’de fıkıh usulü ve felsefe üzerine yaptığı doktora çalışmasını ise “Sprache, andlung und Norm” (Dil, Davranış ve Hüküm) başlıklı teziyle 1995 yılında tamamlamıştır. “Fıkıh usulü, Osmanlı dönemi ve Maveraünnehir ağırlıklı olmak üzere İslâm düşüncesi tarihi, felsefenin dil, bilgi, ahlak, tarih, siyaset, bilim, toplum gibi muhtelif konuları, Kur’an araştırmaları, Osmanlı-Batı ilişkileri, Osmanlı’nın Batı’ya tesiri, Alman idealist felsefesi ve hermenötik” konuları üzerindeki çalışmalarıyla, akademisyenlik görevine 2010 yılından beri İstanbul 29 Mayıs Üniversitesinde devam etmektedir.
Bir düşünce kitabını okumaya başlamadan önce şu soruları sormak manalı olabilir: Yazar, gördüğü hangi problemi ya da problemleri dert etmiş olmalı ki bu kitabı kaleme alma ihtiyacı iç âleminde hâsıl olmuş olsun? Sonrasında, bu kitapta problem olarak belirlenen temel meseleler hangi yöntem ve metotlar izlenerek okuyucuya aktarılıyor? Kitabın nihayetinde yazar okuyucuya konu hakkında nasıl bir ufuk kazandırmayı vadediyor?
Sorular cevaplandığında okuyucunun zihni, yazarın ona ulaştırmak istediklerini almaya hazır hâle gelir ve yolculuk başlar.
İlk olarak önsöz metninde yazar, medeniyet meselesinde dünya genelinde var olan bir paradigma yanlışlığından söz ediyor. Buna göre, dünya tarihindeki hâkim paradigmanın, Batı merkezli ve büyük ölçüde Batılılar tarafından “kurgulanmış” durumda olduğunun altını çiziyor. Dünya tarihinin, Batı merkezli yazılması hasebiyle “Müslümanların ve İslâm medeniyetinin” tarih yazarlığı vasıtası ile yok edilmeye çalışıldığını okuyucunun dikkatine sunuyor. Dahası, Medeniyetin, hayat nizamını belirleyen düşünce üzerindeki kurucu rolü nedeniyle, İslâm medeniyetinin yok olmasının, İslâm düşüncesinin de ortadan kalkması tehlikesiyle neticeleneceğini, ifade ediyor. O hâlde metnin başında yöneltilen ilk soru cevaplanmış ve yazarın ele aldığı problem ortaya çıkmış oluyor. Buna göre, tarih yazımı metoduyla zarara uğramış ve hatta ortadan kaldırılmış bir medeniyet meselemizin var olması ciddi bir problem teşkil ediyor, eğer bunu tekrar tesis etmezsek ne düşüncemizi ne hayat düzenimizi tekrar İslâm üzerine kurmamızın mümkün olmayacağı anlaşılıyor.
Problemi ortaya koyduktan sonra yazar, medeniyet meselesinin ancak başka medeniyetlerle olan ilişkisi üzerinden ele alınmasının gerekliliği hakkındaki fikirlerini açıklıyor. Devamında, konuyu İslâm medeniyeti ile Batı medeniyeti üzerinden kıyas metoduyla ele alacağını ifade ediyor.[1] Sonrasında, kitabın çıkış noktasını oluşturan konunun çok geniş bir sahaya sahip olduğunu ve kendi eserinin ancak konuya bir başlangıç niteliğinde olduğunu söylüyor. Tüm bu ifadelerden anlıyoruz ki, yazar bize iki medeniyetin karşılaştırmalı olarak incelenmesi vasıtasıyla, var olan yanlış medeniyet paradigmasını, yeni bir paradigmayla değiştirmeyi vadediyor.
Eser, başlığından anlaşılacağı üzere “medeniyet meselesi”ni ele alıyor ve konuyu okuyucunun dikkatine özgün bir yöntemle sunuyor. Metnin içerisinde de belirtildiği gibi Görgün, kelimenin manasını veya müsemmasının izini sürerek kavramı açıklamak yerine “Medeniyet nedir?” sorusunu, üç alt soru çerçevesinde açıklayarak konuyu izah etmeyi tercih ediyor. Bu sorulardan birincisini “Müslümanların dünya tarihindeki yeri nedir?” sorusu, ikincisini ise “Batılıların dünya tarihindeki yeri nedir?” sorusu oluşturuyor. Müslümanların, dünyanın mevcut hâlinin oluşmasında başat bir konumda yer alması ve Batılıların ise günümüzde anladığımız anlamıyla “medeniyet” meselesinin şekillenmesine neden olmaları dolayısıyla, yazar konuyu bu sorular üzerine kurmaya başlıyor. Bu iki soru, “medeniyet”in mevcut hâlini ve günümüze kadar geçirdiği serüveni izah etmeye yönelikken “ya sonrası?” dercesine üçüncü bir soru ile alt sorular tamamlanmış oluyor: “Geleceğe umutla bakabilmemiz için gerekçelerimiz var mı?”. Soruların seçilme nedeni, ilk etapta konuya vakıf olmayan bir zihinde kendisine net bir zemin bulamasa da metin tamamlandığında sorular cevaplanıyor, her bir taş yerine oturuyor.
Konunun ele alınış biçimi, kelimenin izini sürme metodunu benimsememe iddiasını taşıyor olmakla beraber ifadenin ilk ‘ne zaman, neden ve hangi manada’ kullanıldığı, doğal olarak, kitapta değinilen ilk hususlardan birisi oluyor. Medeniyet kelimesi, ilk defa Türkçe’de 19. yüzyılın ortalarında, Batı dillerinde kullanılan ve aslı “Civilisation” olan kelimenin karşılığında “uydurulmuş” bir “terim”. Medeniyet kelimesinin kitap içerisinde “terim” olarak nitelendirilmesinin nedeni, yazarın terim-kavram ifadelerinin arasındaki ayrıma yaptığı vurgudan kaynaklanıyor. Bu “küçük” ayrım, konunun neredeyse temel taşlarından birisi olma durumuna sahip… Bahsedilen ayrıma göre, kavram kelimesi varlığın aslına/kendisine karşılık gelirken terim kelimesi varlığa seslendiğimiz ismi oluşturuyor. Bir başka ifadeyle, bir “şey”e isim vermesek de varlığının mevcudiyeti değişmez ve dolayısıyla o bir kavramdır, fakat var olan “şey”e isim verirsek işte bu bir terim olur. Bu nedenle, “civilisation” bir kavramdır, özü/müsemması Batıda bulunan bu kavramı “medeniyet” olarak ifade ettiğimizde bu ancak bir terim olabilir.
Metnin içerisinde medeniyet kelimesinin etimolojik olarak incelenmemesinin bilinçli verilmiş bir karar olması muhtemeldir. Nitekim bahsedildiği üzere, terim niteliği taşıyan bu kelime yazının bağlamı içerisinde münferit bir konumdan ziyade, ancak bir kavramın devamı ve yerli bir karşılığı olma durumundadır. Bu nedenle, kelimenin güçlü ve zengin etimolojik kökeninin, yazının akışı içerisinde kendisine bir yer bulamamış olması manalıdır. O hâlde medeniyet meselesini anlamak için Türkçe’de kullanılan “medeniyet” kelimesinden önce, “Civilisation” kelimesinin, “ne zaman, nerede ve hangi manada” kullanıldığı sorusu konu açısından elzem görünüyor.
“Civilisation”[3] kelimesi, ilk kez 1757 yılında, Mirabeau tarafından “insanların hayat düzenini ve düzenli toplumsal hayatı” ifade etmek üzere üretiliyor. Fakat kelime burada, genel geçer, her topluma ait bir hayat düzenini tarif etmiyor. “Civilisation” kavramı ilk olarak, sadece Fransa’da yaşayan aristokratların “ideal” yaşama düzeninin karşılığı olarak ortaya çıkıyor. Dahası, bu kavram “sofra adabı, selamlaşma adabı, nasıl dans edileceği vb.” konularındaki kurallardan müteşekkil bir düzeni temsil ediyor. Bu düzen zamanla, aristokratların yaşamına, özellikle köşklerde/şatolarda verilen davetler sırasında şahit olma “şerefine nail olmuş” hizmetliler tarafından topluma aktarılıyor. 19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde ise farklı coğrafyalarda da “civilisation”[4] kelimesi kullanılmaya başlanıyor: “İslamic civilisation/la civilisation İslamique/medeniyet-i İslâmiyye” gibi. Fakat civilisation/medeniyet kelimesinin kullanımının Batı coğrafyasını aşması, aristokratların yaşamına şahit olan halkın bu yaşam biçimini taklit etmesine benzer bir surette meydana gelmiyor. Burada adına “Medenileştirme misyonu/Mission Civilisatrice” denilen daha sistematik, stratejik ve planlı bir eylem söz konusu oluyor. Bu eylemin, Osmanlı’nın devletler üzerindeki hâkim gücünün zayıflamasını fırsat bilen Batı Avrupa’nın kendi coğrafyası dışındaki ülkeleri sömürgeleştirme politikasına uydurduğu bir kılıf olduğu, yazı içerisinde ifade ediliyor.
Medenileştirme misyonunun temel fikri anlaşıldığı üzere, sadece belli bir güruha münhasır olan yaşam biçiminin, hayat düzeninin ve hatta bilgi seviyesinin insanlığın “faydalanması” amacıyla ve faydalananların bedel olarak sömürgeleştirilmesi suretiyle “medenileşmesi” anlamına geliyor. Medenileşme misyonu, sonrasında gerçekten hedefine ulaşmış ve Batı Avrupa’nın dışındaki ülkelerde etkili olmuş bir fikir olarak karşımıza çıkıyor. Hatta Osmanlı Devleti’nin gücünü kaybetmesiyle birlikte İslâm Dünyası da “medenileşme/Batılılaşma” rüzgârından nasibini alıyor. Bu hareket, şüphesiz her zaman pürüzsüz ve sorunsuz bir seyirde devam etmiyor. Özellikle, II. Dünya Savaşı’nın sonucunda ortaya çıkan vahşet tablosu, medeniyet adı altındaki bu hareketin ne denli korkunç sonuçlara yol açabileceğini gözler önüne seriyor.
Yazar, kitap içerisinde bu noktaya kadar, “civilisation/medeniyet” kavramının ortaya çıkışından, bir felakete neden olduğu zamana kadar olan tarihi serüveni okuyucunun dikkatine sunuyor. Bir başka deyişle, medeniyet meselesindeki mevcut durumun, problemli kökünü gözler önüne seriyor. Bu kısımdan sonra ise geriye dönük bir okuma yaparak “Civilisation/Medeniyet” öncesindeki dünyanın durumunu ele almaya başlıyor.
Civilisation kavramının ve Batılılaşma rüzgârının dünyayı sarmasından evvel, medeniyet kelimesinin karşılığı olan “toplumsal düzen, adap kuralları, teknik gelişmeler, mimari, sanat, zanaat vb.” unsurlara sahip olan toplumların varlığı, yazar tarafından kitabın bu noktasında sorgulanıyor. Daha doğrusu bu soru, tecahülüarifane bir tavır içerisinde, belki de zihinlerde yeni bir paradigma açma gayesiyle, okuyucuya yöneltiliyor.
Cevap aşikâr: “Herkes medeni.”[6] Nitekim “medeniyet kurmak demek kısaca diğer insanlarla birlikte yaşamak demektir.”[7] Bu nedenle, birlikte yaşayan insanların toplumsal düzen oluşturmaları ve kendilerine medeniyet tesis etmeleri kaçınılmaz bir durum oluyor. O hâlde, Batı Avrupa’da “Civilisation” kavramı üretilmeden önce bu kelimeyle ifade edilmese de medeniyetlerin var olduğu anlaşılıyor. Bu durumda nasıl bir dünya tablosunun olduğu, kavramı üreten Batılıların nasıl bir hâlde bulundukları, dahası konunun en başında yazarın sorduğu sorulardan biri olan “Müslümanların dünya tarihindeki yeri nedir?” sorusu bu noktada bağlama daha güçlü bir şekilde dâhil oluyor.
Yazar, “Civilisation” kelimesi üretilmeden ve dünyaya hâkim olmadan hemen önce, Müslümanların durumunu Batı Avrupa’nın içinden ele almaya başlıyor. Batı Avrupa perspektifinden İslâm’a nasıl bakıldığını ele almasının önemi ve nedeni konu geliştikçe daha iyi açığa çıkıyor, fakat burada bir iki cümleyle bu durumu ifade edebiliriz. “Civilisation/medeniyet” meselesi, konunun en başından beri belirtildiği üzere, Batı Avrupa’nın kendi toplumsal düzenini dünyaya dayatma niyetiyle ürettiği bir kavram. Bununla beraber, Batı Avrupa’nın incelenen tarihsel aralıklarda toplumsal düzenlerinde meydana gelen önemli değişimlerinde Müslümanların ve İslâm’ın önemli bir etkisi var. Nitekim kitapta da konunun en başında sorulan sorularda bu duruma dair bir ipucu veriliyor. O hâlde kitapta sorulan soruyla konuya tekrar geri dönebiliriz:
“Civilisation” kavramı dünyayı etkisi altına almadan önce “Batı Avrupa’da yaşayan insanlar dünya tarihini nasıl görüyorlar ve yazıyorlardı? Bu dünya tarihi içinde Müslümanların yeri var mı idi? Varsa, neresi idi?”[8]
Yazara göre bu sorunun cevabını bulmak için birçok yol ve yöntem seçilebilir. Fakat bunlardan en kısası, incelenen döneme ait şiirlere bakmak olduğu için metin içerisinde şiire başvurarak bir dönem okuması yapılıyor. Sonrasında, bu coğrafyada entelektüel gücü yüksek bir ülke olan Almanya’nın önde gelen şairi Goethe’nin şiirleri incelenmeye başlanıyor. Bu konuda Goethe’nin en dikkat çeken eseri, 1770-1771 yıllarında kaleme aldığı “Mahomets Gesang/Kaside-i Muhammediye” adlı şiiri. Bu şiirin hem Peygamber Efendimiz (sav) hakkında, hem de Müslümanlar ve İslâm Dünyası hakkında ziyadesiyle müspet duygu ve düşünceler barındıran bir şiir olduğu görülüyor. Şiirde, İslâm’ın tebliği ile birlikte dünya tarihinde çok belirgin bir yön değişikliği olduğu ifade ediliyor. Yazara göre bu şiirde; İslâm, dünya tarihi içerisinde merkezi bir konuma sahip, tarihi akışın dümeni Müslümanların elinde ve diğer toplumlar Müslümanların yönettiği bir geminin içinde yolculuklarını sürdürüyorlar. Yazar bu noktada doğal olarak şu soruyu soruyor: Bu bakış açısı sadece Goethe’ye mi ait? Yoksa o dönemde, bu minvalde başka düşünceler de varlık gösteriyor mu?
Bu sorunun cevabı olarak, özellikle iki tane dünya tarihi kitabı önemli bir konumda yer alıyor. Bunlardan birincisi “An Universal History from the Earliest Account of Time to the Present” isimli İngiltere’de 1730 yılında basılan bir kitap. Kitabın dünya tarihini tarihsel olarak sınıflandırma biçimi okuru sorulan sorunun cevabına götürüyor. Eser, dünya tarihini “Ancient” ve “Modern” olmak üzere iki çağa ayırıyor. Ancient dönem, insanlık tarihinin başından başlıyor, Hz. Muhammed’in İslâm’ı tebliği ile sonlanıyor ve tebliğle birlikte modern dönem başlamış oluyor. Eserde, İslâm dünya tarihinde merkezi bir konumda yer almakla beraber, eserin bölümlerinde de ciddi oranda[9] Müslümanlardan bahsediliyor.
Bahsedilen kitaplardan ikincisi ise, William Mover tarafından ilk cildi 1802 yılında basılan “Universal History, Ancient and Modern” kitabı. Bu kitapta da benzer şekilde modern dönem İslâm’ın tebliği ile birlikte başlıyor ve Müslümanların tarihin akışı içerisinde önemli bir yere sahip olduğu anlaşılıyor.[10] Kısacası, 18. yüzyılda Batı Avrupa’da yaşayan aydınlara ve yaygın düşünceye baktığımızda İslâm’ın ve Müslümanların oldukça müspet bir yere sahip olduğunu görüyoruz.
Peki, ne oluyor da günümüzde İslâm ve Müslümanların dünya tarihindeki bu denli önemli yeri sadece dünyanın etkisi altında olduğu Batı düşüncesinde değil, Müslümanlar cihetinden bile idrak edilemiyor? Aslında soru kendi içerisinde bir cevap taşıyor. Müslümanların, Batı düşüncesi ekseninde dünyayı, dünya tarihini, kendi tarihlerini ve dahası kendi konumlarını okuması soruyu cevaplandırıyor ve hatta bu soruyu yanlış bir soru hâline getiriyor. Sorunun doğru şekli şöyle olmalı: Müslümanların, özellikle Batılı düşünce içerisinde, dünya tarihindeki konumu nasıl oldu da müspet bir konumdan menfi bir konuma geldi? Anlaşılacağı üzere burada ilk etapta sorulan soru Müslümanların tarih içerisinde nasıl güç kaybettiği veya gerilediği üzerine değil. Soru; Müslümanların, zaten tarihin belli bir döneminde var olan, mevcut olan hâkim durumu, günümüzden geçmişe bakıldığında nasıl ve neden doğru bir şekilde okunamadığı ya da görülemediği hakkında…
Kitapta anlatıldığı üzere bu durum, Batının tarih yazımı marifetiyle yapılıyor. Batı bunu İslâm’ın dünya tarihindeki merkezi konumunu ortadan kaldırarak merkeze Avrupa’yı yerleştirmek suretiyle başarıyor. Kısacası mevcutta Eski Çağ ve İslâm’ın tebliğiyle başlayan Modern Çağ ayrımının yerini; Eski Çağ, Avrupa tarihinden ibaret olan Orta Çağ ve Modern Çağ alıyor ve İslâm’a bu tasnif içerisinde sahip olduğu konum verilmiyor. O halde burada bir sorunun daha gündeme getirilmesi gerekiyor: Batı niçin tarihi, kendi algısına göre tekrar yazma ihtiyacı duyuyor? Kısaca ifade etmek gerekirse, Batı Avrupalarının özellikle 16. yüzyılda İslam’la karşılaşmaları neticesinde, kendi hayat ve düşünce nizamlarının merkezinde olan Kiliseye duydukları şüphe ve güvensizlik, “kendilerine olan güvensizlik” ile sonuçlanıyor. İçinde bulundukları mevcut çıkmazı değiştirmek ve düzeltmek için, ufuklarında İslam’ın olduğu bir tabloda, İslam’a yönelmek yerine, İslam’dan olanları referans vermeksizin alarak ayağa kalkmayı tercih ediyorlar.[11]
Tekrar tarih yazımıyla yapılan yanılsamaya dönecek olursak, yazarın Hegel’den yaptığı alıntı aslında tabloyu çok net bir şekilde algılamamızı sağlıyor: “Bugün etkin ve güçlü olmayanların, geçmişte de bulunma hakkı yoktur; onların geçmişte ne kadar yer alacağına, bugün gücü elinde bulunduranlar karar verirler.”[12] Bu ifadelerle, kitapta mevcut durumdaki medeniyet kavramının ne olduğu daha da anlaşılmış oluyor: Medeniyet, “şu anda yerküreye hükmedenlere bu gücü sağlayan hayat tarzı”dır. Mevcut durumda “hayatta kalmanın” yegâne yolu “medenileşmek” ve dolayısıyla sömürgeleşmeyi kabul etmek anlamına geliyor.
Bu noktaya kadar kitap içerisindeki “Civilasition/Medeniyetten Sonra” bölümüne kadar, “Medeniyet nedir?” sorusunun üç alt sorusundan ikisi olan “Müslümanların ve Batılıların dünya içerisindeki yeri nedir?” sorularının cevaplandığı görülüyor. Bir başka ifadeyle, bu aşamaya geldiğimizde mevcut olan problemli hâlin arka planını daha net bir şekilde anlamış oluyoruz.
Şüphesiz tahlili yapılan bu eserin temel meselesi, sadece konunun tarihi serüvenini ifade etmek değil. Esas mesele, Batılılaşma sonrası olarak nitelendirilen bu dönemin mevcut durumunu anlamak ve buna göre bir yol haritası çizmek. Bunu yazarın şu ifadelerinden bir kez daha idrak edebiliyoruz: “Temel sorun, bugün artık ‘civilisation’un yeterli bir ufuk teşkil etmediği hatta insanlığa yönelik bir tehdit oluşturduğu şartlarda, insanlığın geleceğinin şekillendirilmesinde nasıl bir tavır ve yol oluşturulacağı ile alakalı gözükmektedir.”[13]
Fakat yazar bu noktada, mevcut olanın ne yöne evrileceğini insanî veya toplumsal çabanın belirleyemeyeceğini, tarihten referans vererek belirtiyor. Örneğin, 13. yüzyılda Anadolu’ya baktığımızda ahlaken ve siyaseten bozulmuş bir düzen hâkimken, yine aynı topraklarda 16. yüzyılda “herkesi hayran bırakan inanılmaz bir medeniyet”in kurulduğunu belirtiyor. Ancak, 16. yüzyılın atmosferinden günümüze baktığımızda da mevcut hâli öngörmemizin mümkün olamayacağını ifade ediyor. Yine de buna rağmen yazar, günceli anlamanın kaçınılmazlığını kabul ederek mevcut durumun analiziyle eserine devam ediyor.
Eserde mevcut durum incelenirken, etkisinde olduğumuz medeniyetin Batı medeniyeti olduğunu kabul etmemiz gerektiğinin altı çiziliyor. Bu durum aşikâr olmakla birlikte, tamamen Batı medeniyetinin içinde eriyip gitmediğimiz de belirtiliyor. O hâlde hem Batının etkisindeyiz hem de kendi öz medeniyetimizden de tamamen uzaklaşmış değiliz. Peki, toplumsal düzenimizin ve yaşantımızın hangi kısımları Batılı, hangi kısımları öz benliğimize ait? İşte yazara göre bunu anlayabilmenin yolu, modern medeniyeti iyi tanımak, çözümlemesini iyi yapmak ve oluşturduğu sorunların sonuçlarına vakıf olmaktan geçiyor. Bu noktada yazar, dekonstrüktif bir çözüm önerisi sunuyor. Bu doğrultuda, var olan karmaşanın ve muğlaklığın parçalarını, tahkik metodunu kullanarak ayırt etmeyi teklif ediyor. Tabii, ayrılan parçalar içindeki Batılı gözüken her şeyi reddetme zorunluluğu olmadığını belirterek…
Yazar, bu bölümde mevcut durumu açıklığa kavuştururken modern Batı medeniyetiyle yakından bağlantılı olan modern felsefeyi ele alarak konuyu güçlendiriyor. Bu konuya başlarken önemli olan ilk husus, medeniyetler üzerine çalışmaları olan İngiliz tarihçisi Arnold Toynbee’nin modern Batı Medeniyetinin başlangıcı hakkında yaptığı yorum oluyor. Eserde ifade edildiği üzere Toynbee, her medeniyetin bir dini olduğunu Batı Medeniyetinin dininin ise Protestanlık ve Katoliklik olduğunu söylüyor. Yazar Toynbee’nin fikrini yanlışlayarak, modern Batı Medeniyetinin, Hristiyanlıkla olan ilişkisinin “karşı çıkma ve çatışma” üzerine kurulu olduğunu ifade ediyor. Bu noktada, İslâm düşüncesinin bu karşı çıkma hâli üzerinde etkili olduğu belirtiliyor. Nitekim bu karşı çıkma eylemi, öncelikle İslâm düşüncesi ve Müslümanlarla yakından ilgili olan filozof Nikolaus Cusanus’un Kilise’nin mutlak tavrına karşı şüphecilik kapısını araladığında mümkün oluyor. Sonrasında Cusanus’un benimsediği şüpheci tavır, Montaigne gibi isimler tarafından da benimseniyor ve “insan kesin bilgiye ulaşamaz” fikri dönemin hâkim fikirlerinden biri hâline geliyor. Kısacası, o dönemin Batı Avrupa’sının müphem ve güvensiz atmosferine dikkat çekiliyor.
Batı Avrupa’nın bu hâli içerisinde Montaigne’in yakın arkadaşı olan ve şüphecilik tarihi içerisinde konumlandırılan Pierre Charron, ilk defa Hristiyan teolojisine dayanmadan ve İslâmî ahlak düşüncesinde önemli bir yeri olan “kendini bilen Rabbini bilir” ilkesini ana fikir olarak ele alarak 1601 yılında “De la Sagesse” kitabını yazıyor. İslâm düşüncesi, Kilisenin mutlaklığını yıkma konusunda etkili oluyor ve modern Batı düşüncesinin temelleri İslâm düşüncesinin etkisinde oluşmaya başlıyor. Sonrasında Kilisenin yıkımının meydana getirdiği fikrî boşluğu, yine İslam düşüncesinde mevcut olan insanın dünya hayatıyla kurduğu irtibat biçimi dolduruyor. Bu doğrultuda, Batı düşüncesinde, “insanı, tabiatı, insan topluluklarını ve âlemdeki hadiseleri inceleyerek” ulaşabilme üzerine başlatılan ve ‘insanın kendi oluşturduğu dünyada yaşadığını fark etmesi’ anlamına gelen “hümanizm” fikri doğuyor. Bu noktada, İslâmî düşünceden alınan bu temel fikirlerin, Batı düşüncesi içerisinde nasıl bir serüven geçirdiğine değiniliyor.
İlk olarak, Batı düşüncesinde önemli bir yeri olan ve “modern felsefenin kurucusu olarak kabul edilen Rene Descartes” tarafından “kendini bilen Rabbini bilir” ilkesi, “cogito ergo sum/düşünüyorum o hâlde varım” ifadesiyle yeni bir yöne evriliyor. Bu tutuma göre insanın kendini bilmesi ilkesi, kendi zihnini incelemek ve burada Tanrının varlığına ulaşmak anlamına geliyor. Bu noktaya gelindiğinde, ifadeler doğru kritik edilmediğinde Descartes’ın Tanrı düşüncesinin İslâm inanışındaki Allah tasavvuruna paralellik gösterdiği kanısına varılabilir. Oysa yazar, buradaki paradigma farkını net bir şekilde ortaya koyuyor. Descartes’ın yol açtığı bu düşünce ancak insan aklı üzerinden, insan merkezli bir Tanrı fikri meydana getiriyor. Bir başka deyişle, buradaki tek otorite insan ve insan zihni hâline geliyor, Tanrı bir otorite olmaktan çıkıyor, Tanrı insan zihniyle sınırlandırılıyor ve Tanrı bir fikir olmaktan öteye geçemiyor.
İkinci olarak, modern Batı düşüncesindeki Peygamberi reddeden deist inanç sistemi ilk etapta “aklın yolunu takip ederek dünyayı oluşturmak”[15], Tanrının hoşnutluğunu kazanma vasıtası olarak görülürken, sonrasında Kant tarafından mevcudat, insan aklına indirgeniyor. Bir başka ifadeyle, ikili mevcudat ayrımı; yani yaratılmış ve insan üretimi ayrımı ortadan kalkıyor ve her fenomenin varlığı insan aklına dayandırılıyor. Bu nedenle artık, bu aşamada akıl kendi inşa ettiği fenomenleri/nesneleri bilir düşüncesi, Tanrı’nın akıl tarafından bilinemeyeceği fikrini doğuruyor ve Tanrı, bilginin konusu olmaktan çıkıyor.
Özet olarak yazar bu noktada şu tespitte bulunuyor: İslâmî düşünceden alınan “kendini bilen Rabbini bilir” ilkesi, peygamber tasavvurunun olmaması nedeniyle, “istiğna”[16] fikrine ve sonrasında “kendini bilen kendini bulur” düşüncesine dönüşüyor. Fakat bu dönüşüm burada noktalanmıyor. Bu düşünceye Kant’ın “insan kendi kendisiyle ilgili verdiği kararlarında kendisine zulmetmez” fikrinden esasla ortaya çıkan Hegel’in “devletlerin aldığı kararlara zulüm denemez” ilkesine teşmil oluyor. Sonrasında bu sentezden, “kendini bilen, en üst otorite olarak devleti bilir” ilkesi ortaya çıkıyor. Nihayetinde, modern Batı düşüncesinde Tanrının otoriter konumunu “devlet” alıyor. Peki, gerçekten devlet zulmetmiyor mu?
Modern Batı bu sorunun cevabını dünya savaşları esnasında, elem bir şekilde, alsa da kurduğu düzeni yıkmak yerine, parçalanan kısımlara yeni bir yama yaparak bu kez İnsan Hakları kavramını ortaya koyuyor.
Kısacası, yazar, İslâm’dan alınan düşüncelerin, “peygamber” in dâhil edilememesiyle nasıl korkunç bir vaziyet alabildiğini gözler önüne seriyor. Bunun yanı sıra ortaya koyulan dünyaya ait bu tabloda asıl problemlerden birinin, hukukun siyasetin gölgesinde kalmış oluşundan kaynaklandığını ifade ediyor. Sonrasında, zihinlere Müslümanların tekrar “hukukun üstünlüğüne dayalı bir düzen” oluşturma ihtimali üzerine bir soru hediye ediyor.
Eser, bu noktaya kadar medeniyet meselesinin hem tarihi serüvenini hem de mevcut durumdaki hâlini etkili bir şekilde okuyucunun dikkatine sunuyor. Bundan sonraki aşamanın ise “tüm bu anlatılanlar neticesinde medeniyet meselesi adına ne yapabiliriz?” sorusunun cevabı olduğu söylenebilir.
Şimdinin dünyasından geleceğe bakmanın, geleceğin dünyası hakkında tahminde bulunmanın pek de mümkün olamayacağı, eserin içerisinde ele alındığı gibi eserin sonlarına doğru yaklaşıldığında da yazar tarafından tekrar vurgulanıyor. Ama yine de bu durumun gelecek üzerine tahayyülde bulunmaya ve çaba göstermeye engel teşkil etmediği de eserin içerisinde altı çizilen noktalardan birisi olma durumunu taşıyor.
Yazar bu bölümde mevcut olanı, İslâm ve Batı paradigmaları üzerinden bir kıyaslama yaparak ele alıyor. Bu kıyas metodu eserin bütününde zaten var olmakla beraber son bölümde, diğer bölümlerde oluşturulan binaya çatısı eklenmiş ve mevzu zihinlerde iyice netleşmiş oluyor.
Öncelikle, mevcut hâkim medeniyet olan modern medeniyetin “istiğna” fikri üzerine düzenlenmiş olmasının birçok sorunun kaynağı olduğu belirtiliyor. Sonrasında, Batı medeniyetini büyük ölçüde benimsemiş olmakla birlikte neden “batılı” olamadığımız sorgulanıyor ve devamında Batı düşüncesinde insanın “nereden gelip nereye gittiği” sorulanının cevabı aranmaya başlanıyor. Yazar, aslında “medeniyet meselesini”, doğal olarak, “insan” tasavvuru üzerinden ele aldığını işaret etmiş oluyor.
İlk olarak, Batı düşüncesi, insanın nereden geldiğinin cevabını verememesi nedeniyle, insan “tür”ünün nereden geldiğini evrim teorisiyle açıklıyor. Bir başka ifadeyle Batı, insanı birey olarak değil, tür olarak kavrıyor. Bu kavrayış da bireylerin kendilerini ulusları üzerinden okumasıyla sonuçlanıyor. Dolayısıyla, evrim teorisinin, gelişmiş olanın henüz gelişmemiş olana verdiği üstünlük hakkı benimseniyor ve ulusların henüz gelişmemiş ulusları sömürgeleştirmesi meşru bir zemine oturmuş oluyor. Yazara göre, işte tam bu nokta, neden Batılılaşamadığımızın cevaplarından birisi hâline gelmiş oluyor: “Müslümanlar sömürge olmayı da sömürge etmeyi de kabul etmezler. Zalim de mazlum da olmak Müslüman’a yakışmaz.”[18] Bunun yanı sıra, Batı, insanın geçmişini olduğu gibi geleceğini de tür üzerinden okuyor ve bu durum toplumsal ilerlemenin “sosyal darvinizm, sosyalim ve komünizm” gibi ideolojiler üzerinden gelişeceği düşünesini doğuruyor.
İkinci olarak, dünyadan sonra nereye gideceğimiz sorusu, Batı’dan ayrıştığımız noktalardan birini oluşturuyor ve “dünya tasavvurumuzu” bu soruya verdiğimiz cevapla beraber biçimlendirmemize sebebiyet veriyor. Buna göre, nereye gideceğini açıklamayan Batı’nın dünyayla olan ilişkisi ile dünyayı yaşadığı hayatlarından ilki olarak gören Müslümanın dünyayı algılama biçimi şüphesiz farklılık gösteriyor. Müslümanların bu dünya perspektifi, onları dünya için çabalayan ama dünya hayatına sıkıştırmayan bir görüş açısı sunuyor. Dolayısıyla, dünya hayatına hapsolmayan Müslüman, dünyaya ait menfaatler için zulmetmiyor, dahası yaşayacağı diğer ve asıl hayat için bu dünyayı imar etme, dünyadakilerin de saadetini ve faydasını düşünme gayesi taşıyor. Bununla birlikte Müslümanlar, ne Hristiyanlar gibi ruhban bir tavır içerisinde dünya ile insanın bağını koparıyor ne de modern insanın fayda ve haz odaklı, sadece içinde yaşanılan dünyadan ibaret görülen bir hayat tasavvurunu benimsiyor.
Sonrasında, mevcut modern yaşamın eserde ele alınan bir diğer probleminin “etik ile estetik ve bilimin” ayrışması olduğu ifade ediliyor. Bu üç kavramın arasında kurulmayan bağlantı, birçok temel sorunu beraberinde getiriyor. Modern düşüncede, işinizi ahlaka uygun yapmamanızın bir önemi olmuyor, neticede işinizi ahlaki sınırlara riayet etmeden de olsa başarılı bir şekilde nihayetlendirmişseniz bu modern toplumda kabul görmeniz için yeterli sayılıyor. Oysa Müslümanlar Batılı bir hayat düzenini benimsemiş olsalar da hâlâ vicdanlarını kaybetmedikleri için, ahlaksız ve güzel olmayan bir başarıyı hâlâ benimseyemiyorlar ve Batılı olamıyorlar. Fakat bununla birlikte, yazara göre; bir İslâm coğrafyası olan Türkiye’de modern medeniyetin bir sonucu olarak, siyaset, hukuk ve ahlak arasındaki bozuk hiyerarşi, ahlaksız bir hukuk düzeninin benimsenmesine neden olabiliyor. Bunun üzerine yazar, eserde bu duruma şöyle bir öneri getiriyor: “Eğer biz hukukla ahlak arasında bir tür dilemma hâline gelmiş bu açığı, bu ihtilafı hem teorik hem de pratik olarak aşabilirsek, sadece kendimizin değil, bütün insanlığın esaslı bir meselesini halletmesinin yolunu da açmış olacağız. Daha başka bir ifadeyle, eğer biz bunu başarabilirsek, ahlakla hukukun, estetikle etiğin ve bilimin yeniden birbiri ile irtibatlandığı, aralarında yeniden bir müzakerenin, bir konuşmanın mümkün olduğu, birbirini koruyup gözeterek bütün insanlığı, insan olarak muhafaza etmeyi gaye edinen çok daha farklı bir hayat düzenini, medeniyet kurma imkânını da açığa çıkartmış oluruz.”[19]
Nihayetinde yazar; mevcut Modern medeniyetin, kurulum safhasında etkimizin olmasından ötürü, sonucunda ortaya çıkan bu menfi tablo üzerinde bizim de payımızın olduğunu ve bundan dolayı mevcut olanı düzeltme konusunda sorumluluğumuz olduğunu ifade ediyor. Şüphesiz mevcut üzerinde sorumluluğumuz var; fakat bu sorumluluğun, Batı’nın İslam’dan aldıkları üzerinden kendi sistemlerini problemli bir şekilde tesis etmiş olmalarından mı kaynaklandığı sorgulanmaya değer…
Yazara göre, var olan tabloyu düzeltme yöntemi, insanlığı koruma gayesiyle; mevcutta sorunlu olan yerleri tespit edip onarmak, faydalı olan kısımlarını ise muhafaza etmekten geçiyor. Ancak, yazar bütün bunların olabilmesi için ilk olarak niyet etmek gerektiğinin de altını çiziyor. Sonuç olarak, mevcuttaki “adaletsizliklerin ve zulümlerin” müsebbibinin, üzerlerine düşen sorumlulukları yerine getirmemeleri nedeniyle, Müslümanlar olduğunu, bu kez tarihteki medeniyetler arası alışveriş durumuna atıf yaparak değil, Fahreddin er-Razi’den referansla aldığı bir söz ile tekrar okuyucuya hatırlatıyor:
“Bir şey yok demek henüz yapmadık demektir. Eğer dünyada adaletsizlikler, zulümler bu kadar yaygınsa bu Müslümanların adaleti ifa etme vazifesini yeterince yapmadığı anlamına geliyor.”[20]
“Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen”[21]
Eserden hareketle, medeniyet meselesinin, özünde bir insan tasavvuru meselesi olduğu görülüyor. Bir başka deyişle, herhangi bir düşünce sisteminin, insan hakkında nasıl bir muhayyilesi varsa, kitlelere yaptığı muamele de ancak o minvalde şekilleniyor ve bu doğrultuda bir toplumsal düzen meydana geliyor. Dahası, medeniyet bir düşünce sisteminden teşekkül ettiği gibi, medeniyetin mensuplarının düşünceleri de medeniyetin şekillendirdiği düzenler üzerinden tekrar tesis ediliyor. Bir başka ifadeyle, bir düşünce sistemini ancak “medeniyet” ile toplum hayatına adapte etmek ve sürdürmek mümkün olabiliyor. Nitekim medeniyet, herhangi bir toplumun, mimarisinden, giyim tarzına; iletişim şekillerinden, adap kurallarına kadar tüm yaşam biçimi üzerinde kapsayıcı ve kuşatıcı bir kavram[22] olma niteliğini taşıyor. Bu doğrultuda, Batı medeniyetinin etkisi altındaysanız, Batılı gibi düşünmeniz ve hayatınızı kurgulamanız; İslâm medeniyetinin etkisi altındaysanız, Müslüman gibi düşünmeniz ve hayatınızı kurgulamanız kaçınılmaz hâle geliyor. İçinde bulunduğumuz mevcut durumda olduğu gibi, iki medeniyetin de etkisi altındaysanız ne tam modernleşebiliyorsunuz ne de İslâm düşüncesini ve medeniyetini yaşamlarınız üzerinde hâkim kılmanız söz konusu oluyor. Bunun için ancak, güncel akışın seline kapılıp gitmek yerine; mevcut olanı anlamanız, kritik etmeniz, bu kritik neticesinde tekrar bir düzen kurmaya niyet etmeniz ve harekete geçmeniz gerekiyor.
İşte incelenen bu kitap, mevcut tabloyu ve bu tablonun tarihî arka planını, anlaşılır ve takip edilebilir bir akış içerisinde okuyucunun dikkatine sunuyor. Kitabın kapağını kapattığınızda, dillere pelesenk olmuş ve sloganik/sembolik görülen “medeniyet, medeniyet tasavvuru” gibi ifadelerin, aslını, özünü kavramış ve meselenin ehemmiyetini anlamış oluyorsunuz. Fakat bu eser, meselenin elzemliği üzerine uzun uzun kurulan cümleler üzerinden biçimlenmiyor; bunun yerine, kitap tamamlandığında “medeniyet” meselesinin yeri geldiğinde menfi, yeri geldiğinde müspet anlamda nelere sebebiyet verebildiğini tarihsel serüveni içerisinde görüyor ve meselenin önemini kendi kalbinizde ve zihin âleminizde idrak eder hâle geliyorsunuz.
Hülasa, bir medeniyet meselemiz var! Bu meseleyi gerçek bir “mesele” olarak ele almaz, üzerine düşünmez, niyet etmez, harekete geçmez isek iş işten geçtikten sonra mesele etmemizin de bir anlamı kalmayacak ve bir “aydınlanma(!)” süreci yaşamamız imkânsız hâle gelecek.
“Aydınlanmak” Hâlâ Mümkün Mü? PDF