Esra Bulut [1]
Telman Nusretoğlu, 1971’de Azerbaycan Cumhuriyeti’nin Zengilan bölgesinde dünyaya gelmiştir. Bölge 2020 yılında Ermeni işgalinden kurtarılmıştır. Bağımsız Türk Cumhuriyetlerinden, eğitim için, Türkiye’ye ilk getirilen öğrencilerin arasında yer almıştır [2]. 1997 yılında Marmara Üniversitesi Fen–Edebiyat Fakültesinin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun olmuştur. 2010 yılında aynı üniversitenin Genel Türk Tarihi Ana Bilim Dalında “1801-1813 tarihleri Çarlık Rusya’sının Azerbaycan Siyaseti” konulu tezini yazarak yüksek lisansını tamamlamıştır. Doktor ünvanını ise İstanbul Üniversitesi Genel Türk Tarihi Bölümünden almıştır. Bakü’de yayınlanan Tercüman gazetesinin başyazarıdır. Yazarın ayrıca 2012 yılında İstanbul’da yayınlanan “Rusya’nın Azerbaycan’da Hâkimiyet Kurma Mücadelesi” adlı eseri de mevcuttur.
Nusretoğlu, Çarlık rejiminin yaklaşık bir asır süren misyonerlik faaliyetlerinin Türkiye ve Azerbaycan tarihçiliğinde yeterince üzerinde durulmadığını düşündüğü için bu eseri hazırlamaya karar vermiştir. Müellif araştırma sonuçlarını aşamalı olarak beş bölüme ayırmıştır. Böylece okuyucunun konuya hâkim olması açısından kolaylık sağlamıştır.
Rusların Azerbaycan topraklarında görülme tarihinin onuncu asra [3] kadar uzandığı bilinmektedir. Bununla beraber Rusya’nın sıcak denize inme hayalleri, İran’la ticaret, Osmanlı korkusu, Bakü’nün petrol rezervlerine sahip olması gibi sebepler mevcut rejimin iştahını kabartmış olacak ki asimilasyon ve işgal politikaları Çarlık Rusya’sının Büyük Petro döneminde hızlanmıştır.
Azerbaycan hanlıkları büyük çoğunlukla 1804-1813 Rus-İran savaşı [4] sonucunda yıkılmıştır. Ancak Rusya’nın bölgeye esas hâkimiyeti 1826-1828 Rus-İran savaşının [5] bitiminden hemen sonra olmuş, Kuzey Azerbaycan zapturapt altına alınmıştır. Böylelikle Rus ve Ermeni ittifakının kadim hayali olan ikinci bir Hristiyan devletinin kurulacağı coğrafya belirlenmiştir. “Büyük Ermenistan Devleti’ne“ [6] işgalle beraber büyük Ermeni göçleri teşvik edilmiş ve bölgede yeni bir Hristiyan devletinin temelleri atılmıştır.
Rus yöneticilerinin Bizans Hristiyan çevreleriyle ilk teması 911 yılında Knez Oleg’ in İstanbul’a göndermiş olduğu elçilik heyetinin [7] orada kiliseye götürülmesi ve bu dinin öğretilerinin gelen heyete aktarılmasıyla başlamıştır. Kiev halkının Hristiyan oluşundan sonra devletin ikinci büyük merkezlerinden olan Novgorod’ un Hristiyanlaştırılmasıyla süreç devam etmiştir [8]. Ortodoks Hristiyan inancının, Bizans kültür ve sanatının Rusların kimlik ve birlik arayışlarında önemli rol oynadığı kuşkusuzdur. Bu mesele aynı zamanda Rus yayılmacılığının gerçekleşmesine, kilise-devlet ilişkisinin şekillenmesine, sömürge anlayışı için ideolojik gerekçelerin oluşmasına da zemin hazırlamıştır. Öyle ki 1448 yılına kadar İstanbul Patrikliğine [9] bağlı olan Rus Kilisesi, o seneden itibaren bağımsızlık kazanarak Rus emperyalizminin temel dinamiklerinden birisi haline gelmiş, 1589 yılında ise patriklik statüsü kazanmıştır. Rus Ortodoks Kilisesi metropolitlik olarak İstanbul Patrikliği ile olan kısmi bağlılığına son vermiş, Osmanlı’nın kontrolü altındaki bir merkeze bağlı olmadığını ilan ederek Hristiyanlığın merkezi olma yönündeki iddiasını ortaya koymuştur.
Rusya’nın Hristiyanlığı kabul etmesi ve kilisenin kurumsal kimlik kazanmasıyla birlikte kilise yönetimi devlet üzerinde etkinlik kurmuştur. Ancak bu süreç sanıldığı kadar kolay olmamıştır. Putperest pagan inancına sahip Ruslar, iktidarın siyasi ve ekonomik çıkarları gereği zorunlu olarak din seçimi(!) reformuna maruz bırakılmışlardır. Rusların eski inançlarını terk ederek, toplumun sosyal dokusunu, örf ve geleneklerini değiştiren ve inançlarıyla örtüşmeyen yeni Hristiyan dinini kabul etmesi, eski Rus yıllıklarında Rusları değnek gücüyle kovarak Hristiyan cennetine götürmek [10] olarak ifade edilmiştir. Halkın üzerinde uygulanan yoğun baskı ilerleyen süreçte özellikle köylülerin feodal kilise zihniyetine karşı isyan etmesine sebep olmuşsa da bu durum daha kötü sonuçlar doğurmuş, istemeden de olsa dağınık haldeki kilise yönetiminin merkezi yönetime [11] geçmesine neden olmuştur. Kilise artık bağımsız bir kurum olmaktan çıkarılmış, devlet kurumu haline getirilmiştir. Farklı dönemlerde değişik yönetim ve yetki-yönetim biçimleri olsa da kilise her zaman Rus İmparatorluğunun amaçları doğrultusunda, devletin yanında genişleme, dönüştürme, Hristiyanlaştırma faaliyetlerinde önemli görevler üstlenmiştir. Kilise kendisini sadece Ortodoks Slav halkın hamisi ve idarecisi olarak görmemiş, işgal edilen topraklardaki gayri Hristiyan halkların Ortodoks Hristiyanlığına [12] kazandırılmasını da kendisine başlıca görev edinmiştir.
1545-1552 arası Kazan Hanlığı ve Rusya arasında yaşanan, Ortodoks Hristiyanlıkla İslamiyet’in savaşı olarak değerlendirilen Kazan Savaşı [13] ne yazık ki Rusya’nın galibiyetiyle sonuçlanmıştır. Bunun sonucunda Moskova yönetimi Tatarlar başta olmak üzere hanlık topraklarında yaşayan Müslüman halkların asimilasyon ve Hristiyanlaştırma sürecini de başlatmıştır. İşgal sürecinde din görevlileri etkin rol almış, bölgeden daha kolay haber aktarabilmek için istihbarat görevlisi [14] olarak bölgede bulunmuştur. Ordu birliklerinde görev yapan misyoner papazlar subay ve askerlerin morallerini yüksek tutarak ideolojik olarak onları Müslümanlara karşı savaşa hazırlamıştır. Ayrıca Hristiyanlığı kabul etmeyen kişiler bu misyoner ekip tarafından cezalandırılmışlardır. Yaşlı ve çocukların kurşuna dizilmesi, gözlerinin çıkarılması gibi insanlık dışı işkencelere [15] maruz kalmışlardır. Bunun yanında şehrin belli başlı camileri yıkılmış, Müslüman halk cezaevlerine atılmış, mülk sahiplerinin topraklarına el konulmuştur. Köylerinden kasabalarından sürülenlerin yerlerine Hristiyan ahali yerleştirilmiş ve Tatarların şehrin yalnız kenar mahallelerinde yaşamasına müsaade edilmiştir. Tatarlar arasında işgalle birlikte başlayan Ruslaştırma-Hristiyanlaştırma faaliyetleri 1917 senesine, Çarlık yönetiminin ortadan kaldırıldığı güne kadar çeşitli şekillerde devam etmiştir. Sonucunda Tatar, Udmurt ve Çuvaşlar [16] arasında milli-dini kimlik dejenerasyonun ve Hristiyanlaşmanın önemli boyutlara ulaştığı görülmektedir. Günümüzde Müslüman ve Hristiyan Tatar [17] olgusunun ortaya çıkması da bu politikaların neticesidir.
Kafkasya’nın Rusya’ya tamamen bağlanması için burada yaşayan Hristiyan olmayan kesimin dönüştürülmesi, Hristiyan olup Rusça konuşan kişiler haline gelmesi ve dolayısıyla bölgenin etno-demografik, kültürel yapısının yeniden inşa edilmesi amaçlanmıştır. Dönemin iktidarında olan Çar 1. Aleksandr bu amaç doğrultusunda farklı milletlerden yardım almaya karar vermiştir. Yakın akrabalık ilişkileri bulunan ve kendi içindeki mezhep çatışmalarından mağdur olan Alman milleti [18] dönemin şartları içinde en iyi seçenek olmuştur. Bunun neticesinde Almanlar işgalin ilk döneminde Kafkasya’ya, Azerbaycan’a yerleştirilen “ilk Hristiyan grup” [19] olmuştur. Hatta Luteran Kilisesiyle [20] ters düşen tarikat mensupları Rusya’ya göç etmek için kendileri gönüllü olmuşlardır. Göçmenler arasında yerel halkın yanı sıra çeşitli bilim dallarından ilim adamları, mühendisler ve uzmanlar da yer almıştır. Rusya; sanayi devriminde, Avrupa’ya ilerleme politikalarında, teknik alandaki çalışmalarında Almanlardan fazlasıyla istifade etmiştir. İlk etapta gönüllü başlayan göç hareketi, Almanların Rus misyonerlerinin gerçek yüzünü görmesiyle zoraki hale dönüşmüştür. Sonrasında göçmenler bu zulümden kurtulmak için buldukları fırsatları değerlendirerek Kafkasya’dan Kudüs’e [21] doğru hareket etmişlerdir. Rusların Almanlar üzerinden kurdukları hayaller de boşa çıkınca Ruslar artık ne Almanlara ne de Ermenilere güvenmişlerdir.
Diğer soylara güven olmadığını gören rejim yine ne varsa bizde var düşüncesiyle bu kez de kendi halkını göç macerasına sürüklemiştir. Bölgede güvenliği sağlamak adına evvela askeri güçleri intikal ettirmiş, onlara imtiyazlar vermiştir. Hazineden ek bütçe ayırmış, kendilerini özel hissetmeleri için üzerinde ‘Askeri Yerleşimci’ [22] yazan elbiseler bile vermiştir. Kafkasya İşgal Ordusu [23] mensubu bu askerlerin ailelerinin göçü için ayrıca kolaylıklar sağlanmıştır. Orduya entegre olarak Ruhani İdare [24] birimi kurulmuş, askerlerle beraber tarikat mensupları ve din adamları da ilk göç eden heyet arasında yer almıştır. Çok geçmeden her askeri kurumun yanında bir kilise her kilisenin yanına Hristiyan çocuklar için bir mektep açılmıştır. Öyle ki her yirmi haneli topluluğa mutlaka bir kilise ve okul yapılacak düzeye gelinmiştir. Çarlık işgal idaresi Azerbaycan topraklarında Rus nüfusu arttırmakla burada istediği düzeni kuramayacağını anlayınca, Azerbaycan Türkleri ve diğer Müslüman milletler arasına nifak sokmuş ve bölünmelerin artması için elinden geleni yapmıştır. Kafkasya’da yaşayan Hristiyan milletler kendi dil ve dinlerinde çeşitli kurumlar açabiliyor, gazete basabiliyor ve idari görev alabiliyorken Müslüman aydın kesimin tüm çabasına rağmen bu hak verilmemiş, aksine her girişim engellenmiştir. Mevcut yönetim ayrıca sinsi planlar kurmuş, Müslümanların yaşadığı yerlerde içkinin ve zinanın yaygınlaşmasını sağlamak için içki sanayisine [25] yatırımını artırmış, destekler vermiştir. Nitekim bunlarla yetinilmemiş, yerel Müslüman halkın dili öğrenilmiş, dini eserler tercüme edilmiş ve bunun üzerinden yalanlamalar ve karlamalar yapılarak halkın kafası karıştırılmaya çalışılmıştır.
İlk sayfasından son sayfasına kadar yoğun bilgi içermesine ve bünyesinde çok faza yabancı kelime bulundurmasına rağmen okunması oldukça keyif veren bir eserdir. Müellif kitabını Azerbaycan bölgesini temel alarak yazmaya niyetlenmişse de ilgili yerle sınırlı kalmamıştır. Kocaman bir Müslüman coğrafyasının adım adım ilerleyen ama yüzyıllar süren işgal, baskı ve değişim sürecini de anlatmıştır. Bu coğrafyada yaşayan halkın fiziksel, sosyal, psikolojik vb. her alanda mücadele verişine şahitlik etmemize olanak sağlamıştır. Eserin genelinde Çarlık Rus rejiminin dil ve din bağlantısı üzerinden yaptığı zulümlerden bahsedilmektedir. Dönemin mevcut rejimi her yolu deneyip istediği sonucu alamayınca en son bu yola başvurmuş ve en kanlı eylemlerini burada gerçekleştirmiştir ki neticesinde kısmen de olsa amacına ulaşmıştır. Dolayısıyla müellifin bu konuya gösterdiği hassasiyet de dikkat çekmektedir. Kitap, günümüz şartlarında bölgede yaşamını sürdürenlerden kafa karışıklığı yaşayan, din, dil, kimlik karmaşası içinde olan kesime el uzatmak isteyenler için bir mesaj içerdiğini düşündürmektedir. Belki de bu müellifin dikeni battığı yerden çıkarmak gerekir, deme şeklidir.