Ayşegül Nesibe Gürsoy [1]
Günümüzde Bulgaristan sınırları içinde kalan Karinâbâd kasabasına bağlı Mollaşeyh köyünde doğan Hüseyin Râci Efendi, memleketinde başladığı tahsilini İstanbul’un çeşitli medreselerinde tamamlamıştır. Birçok mektepte hoca ve müdür olarak görev yapmıştır. Doksanüç Harbi zamanında başlayan büyük göç sırasında Eski Zağra’dan ailesiyle birlikte önce Edirne’ye, oradan da İstanbul’a gitmişlerdir [2]. Rus ve Bulgar işgalinden -siyaseten de olsa- kurtulan topraklarımızda “Rumeli-i Şarkî Vilayeti”[3] kurulunca, ailesiyle birlikte 1879 yılında Eski Zağra’ya geri dönmüştür. 1881’de Eski Zağra müftülüğüne tayin olmuştur.
Eski Zağra ve göç sırasında başından geçenleri kaleme almış fakat o dönemlerde Plevne Savaşı ve Doksanüç Harbi’nin aleyhimize sonuçlanmasından dolayı yazmaya devam edememiştir. Rusların Yeşilköy’e kadar gelmesinin uyandırdığı dehşetle artık Râci Efendi’nin yazdığı eserin basımı unutulmuştur [4]. Yıllar sonra oğlu, unutulan bu eserin yayımlanmasına katkı sağlamıştır. 1902 yılında vefat eden Râci Efendi’nin kabri Eyüb Sultan mezarlığındadır. Zamanının alim ve edib zatlarından biri olarak tanınan Râci Efendi’nin eserlerinden bazıları şunlardır: Eser-i Aşk, Hicretname, Divançe, Telhisu’l-İnşa.
Râci Efendi hatıra şeklinde yazdığı bu eserinde 1877 yılında Rusların Tuna’yı geçerek Osmanlı topraklarına girmesini, Eski Zağra kasabasında yaşananları, Bulgarların yaptığı zulümleri, Rus işgalini ve göçün perişanlığını anlatmaktadır. Eserin son kısmında ise Hicretname başlıklı bir bölüm bulunmaktadır. Bu bölüm hicreti, bu yolda yaşananları, İstanbul’a gelen muhacirlerin zorlu kış şartlarında çektiği acıları konu almaktadır. Müellif, bizzat şahit olduklarını aktarırken özellikle olayları ayetlerle ilişkilendirmesiyle, yazılarının giriş ve sonuç bölümlerinde uzun dualar yapmasıyla okuyucunun dikkatini çekmektedir.
Doksanüç Harbi’yle alakalı birçok eser kaleme alınmıştır. Sadece Rumelili değil, çoğu Anadolulu olan yazarlarımız hiç görmedikleri Rumeli toprakları ve orada yaşayan kardeşlerimiz için yüzlerce eser ortaya koymuşlardır [5]. Eserin birçok yerinde, harbin Anadolu’da yaşanan kısımlarını anlatırken Mehmet Arif Bey’in “Başımıza Gelenler” adlı eserine oldukça atıf yapıldığı görülmektedir. Yine Yahya Kemal Beyatlı’nın “Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım” adlı eserinden Zağra’ya dair hatıralarından alıntılar yapıldığı görülmektedir. Beyatlı, bu eser için; “Bu kitap, Türklerin vatan edebiyatında en samimi, yüksek bir şaheseridir.” sözlerini söylemiştir. Bu yapıtı nasıl bulduğunu şöyle ifade eder:
“Senelerden sonra bir gün Fatih’ten geçerken bir mahalle bakkalının camında gözüme bir kitap ilişti: Tarihçe-i Vak’a-i Zağra, müellifi Raci Efendi. Kitapta bir kıta vardı ki hatırımda kalan ilk mısra bu idi: “Aziz-i vakt idik a’dâ zelil kıldı bizi!” (Efendi idik, düşman, zelil kıldı bizi.) Kitabı satın aldım. Teessürü iliklerime kadar geçti.”
Görüldüğü üzere eserde kullanılan dil, olayların aktarımı, güçlü betimlemeler okuyucuyu derinden etkilemiş, tesirinde bırakmıştır. Anlatımlarda akıcı ve sade bir dil kullanılmıştır. Râci Efendi, Zağra ve Kızanlık ’ta yaşananların gelecek nesillere öğüt vermek ve ikazlarla uyarmak amacıyla eserde sade bir üslup tercih ettiğini belirtmektedir. Bu acı hatıralara tanıklık etmek bizleri derinden etkilese de Müslüman olarak kardeşlerimizin yaşadığı elim vakalardan ders çıkarmak asli vazifemizdir.
Eserde Rusların yirmi yıldır Rumeli işgali için hazırlandıkları, zafer için gerekli şartları oluşturdukları belirtilmektedir. Tuna’dan geçmek için en az 50 bin askeri gözden çıkardıkları söylenmektedir. Buna karşılık Osmanlı’nın ne yaptığı sorusu akıllara gelmektedir. Liyakatli yöneticilerin savaş zamanı görevden alınmaları, asker sayısının azlığı, bulunan mevkiye yabancı olunması, gerekli tedbirlerin alınmamış olması, gelen haberin doğruluğunu teyit etmeden yol alınması daha savaşa girmeden kaybedişin en büyük göstergesidir. Aynı zamanda yaşanan zulümler, yapılanın bir savaş değil soykırım olduğunun en büyük kanıtıdır [6]. Tüm bunların yanında Osmanlı’nın üzerine düşeni yapmamış olması, yaptığı yanlışlardan ders çıkarmaması eleştiri oklarını kendilerine çevrilmesine sebep olmaktadır. Maalesef ki otuz beş yıl sonra aynı acılar ve daha fazlası Balkan Harbi’nde yaşanacaktır. Eserin birçok yerinde aciz kalınan durumlara ve tedbirsiz davranışlara tanık olunmaktadır. Tabur tabur asker istenmesine rağmen, her seferinde çeşitli bahanelerle asker gönderilmemektedir. Düşman top, tüfek ne varsa bütün imkânlarını seferber etmişken, askerden ve halktan eski usul köhne silahlarla savunma beklenmiş, bir bakıma kadere razı olunmuştur.
Eserin her bir sayfasında artarak devam eden, acı sahnelere tanık olmaktayız. İnsanların çektiği işkencelerin boyutu akıl almaz seviyelere çıkmaktadır. Bir gün hainler kasabaları bir bir dolaşıp yağmalıyorken Râci Efendi’nin komşusunun evinden saldırı sesleri işitilmektedir. Ev halkı ağlaşır, kimi korkudan bayılır kimi de kendini kuyuya atmaya çalışmaktadır. Râci Efendi ırz ve can telaşı ile herkesi samanlığa çıkarmıştır. Komşudaki silah sesleri ilerlemiş insanların acı bağırışları yükselince, öldürüldüklerini düşündüğü için kendini kaybettiğinden bahsetmektedir [7].
İslam mahallelerinin, dilsizler ülkesine, mezarlığa döndüğü anlatılmıştır. Hiçbir evde ateş, mum yakılamaz, tek başına evlerde durulamaz olmuştur. Gündüzleri ise, daha beter bir halde oldukları görülmektedir. Örneğin; zavallı kadınlar kucaklarında yavrularıyla mezardan çıkmış gibi yalınayak, titreyerek hükümet kapısına gidip, “Yazık gitti evlatlarımız, gitti erkeklerimiz, kardeşlerimizi öldürdüler.” diyerek feryat etmişlerdir. Evlerin kapılarını insanlar içindeyken çivileyerek toptan ateşe vermeleri, bir köyde sadece bir kuyudan yetmiş beş cenaze çıkarılması vahşetin boyutunu gözler önüne sermektedir.
Kitapta, Mehmet Arif Bey’in eserine atıf yapılarak Doksanüç Harbi’nde Rumeli topraklarındaki karışıklığın boş yere çıkması, katliama uğramalarının sebebinin “adam kıtlığı” olduğu bilhassa vurgulanmaktadır.
Zağra’da yaşanan hezeyanın en önemli sebeplerinden biri de askerin en lüzumlu sıfatlarından olan gayret, hamiyet ve şecaatin unutulduğundan dolayı gammazlık, garaz ile bencilliğin normalleşmesidir. Bir diğeri Kırım muharebesinden beri milli ahlak son derece alçalmış dinsizlik, kumar ve alkol artmıştır. Dini vazifeleri yerine getirenler kötü görülmüştür. Son olarak, 12 bin Müslüman 24 bin gayrimüslim nüfusu bulunan ve 529 yıl Osmanlı himayesindeki bu eşsiz şehir, on bir gün içinde kabristana çevrilmiştir [8].
Eserin “Hicretname” bölümündeki şu satırlar göç yolunda yaşananları özetlemektedir:
“53. Attı kucaktan çocuğun anneler
Kaldı kar üstünde o dür-dâneler
Görmedi bu tarzda dehir inkılab
Yevmeizin yub’asu men fi’l-kubûr “ [9]
Hızla çekilen dehşet dolu telgraflar birbirini takip ederken geceleri kapı kapı gezilerek insanlar yataklarından kaldırılmıştır. Çoğunun giyinmeye dahi vakti olmadan büyük bir panikle kar, buz, çamurlara bata çıka yollara düşmüşlerdir. Bozguncuların ortalığı galeyana getirmesiyle halk korkuyu şiddetli bir şekilde hissetmiştir.
Bu eser, Müslümanların yaşadığı soykırımı tüm gerçekliğiyle gözler önüne sermektedir. Duygusal yoğunluğu sebebiyle okuyucu yer yer okumakta güçlük çekmesi muhtemeldir. Dilinin sade olması, olay akışının düzenli olması sebebiyle her yaş grubuna hitap etmektedir. Bilhassa gençlerin okuması kendilerine ders çıkarıp yollarında kılavuz olması açısından büyük önem arz etmektedir. Eserde; yazar ve hazırlayanın dipnotlarda verdiği bilgilerin oldukça zengin olması okuyucunun ilgisini çekmektedir. Kitabın son kısmında Osmanlı-Rus Harbi’ne, Rumeli Müslümanlarına ve göçlerine dair bazı eserlerin listesi verilmiştir. Bu alanda okuma yapmak isteyenler istifade edebileceklerdir. Üzülerek belirtebiliriz ki eseri okurken yaşanan sahnelere baktıkça şunu açıkça görüyoruz; İslam coğrafyaları Osmanlı hâkimiyetinden koptuktan sonra birliğini kaybetmiştir. Müslümanlar üzerinde her çeşit zulüm, baskı ve ablukanın uygulanması olağan görülmüştür. Osmanlı’nın altı yüz yıl boyunca barış yurdu haline getirdiği topraklar kendisinden sonraki hiçbir devirde gün yüzü görmemiştir. Bu kitapta Rumeli, diğerinde Filistin, bir başkasında ise Türkistan ve daha niceleri… Coğrafya değişmiş fakat yaşananlar hiç değişmemiştir.