Sümeyye Doğan [1]
Søren Kierkegaard zamanının edebi, felsefi ve dini kurumlarını, insan varoluşunun en yüksek görevi olan kendisi olmayı kolay bir şeymiş gibi yanlış tanıttıkları için eleştirmiştir. Çalışmalarının çoğunda, Tanrı’ya inanç, Hıristiyan teolojisi gibi dini temaları ele almıştır. Bugün hala felsefe, teoloji, psikoloji ve edebiyatın sınırlarını aşan etkili bir figürdür, Danimarkalı filozof, ilahiyatçı, kültürel ve sosyal eleştirmen Søren Aabye Kierkegaard (1813-1855).
Akademisyenler, Kierkegaard’ı varoluşçu, neo-ortodoksist, hümanist ve bireyci olarak çeşitli şekillerde yorumlamıştır. Kierkegaard, 1830’da Kopenhag Üniversitesi’ne Teoloji bölümüne girer ama mezun olmayı umursamaz. Melankolik bir yapısı vardır ve bu yönü onu dönem dönem hayattan uzaklaştırır. Çalkantılı dönemler yaşar, ailesinden, dinden uzaklaşır. 1838’de babasının ölümüyle tekrar toparlanır, 1841 yılında mezun olur ve eserler vermeye başlar.
Eserlerinde çeşitli mahlaslar kullanmıştır. En bilindik kitaplarından Ya/Ya Da kitabını Victor Eremita; Korku ve Titreme kitabını Johannes de Silentio ve Kaygı Kavramı kitabını Vigilius Haufniensis müstear adıyla yazmıştır. 1855 yılından ölümüne kadar devam edecek olan dokuz sayı basılan An adında bir dergi çıkarmıştır. Mahlaslarından Johannes Climacus, en büyük felsefi eserlerinin yazarı olarak kabul edilmiştir. Bu ismi, Sina Dağı’ndaki İskenderiyeli Aziz Catherine’in başrahibi olan bir Yunan keşişinden almıştır. Ruhu Tanrı’ya dönmeye teşvik edecek yöntemle ilgilendiği Felsefe Parçaları ya da Bir Parça Felsefe (1844) kitabını da Johannes Climacus mahlasıyla yazmıştır.
Kierkegaard’ın önemli katkıları arasında hakikati öznel olarak konumlandırması yer alır. Tanrı’nın varlığına yönelik felsefi tartışmalar yerine; Tanrı’nın önünde kendi kaderinden sorumlu ve tamamen özgür olan bireyden ve inancı yaşamaktan bahseden, Tanrı’yı akıl yoluyla rasyonalize etmeye çalışmayan Hıristiyan filozoflardan biridir. Kierkegaard’ı bu kadar erişilebilir kılan şey, insanın bir tür olarak ne kadar özel olduğunu görmesidir. Kendisi bunu bilmese de varoluşçu hareketin kurucu figürlerinden biri kabul edilmiştir. Bireysel sorumluluk, özgür irade ve kendi kaderini tayin etme gibi varoluşçu felsefenin kilit noktalarını vurgulamıştır.
Kierkegaard önsözünde bu çalışmasının bir bilimsel-akademik uğraş iddiasında olmadığını belirterek başlar. Kitabın girişinde, Platon’un teorisini özetler. Menon‘da, “gerçeği arayan” diye bir şeyin olmadığına dair bir argüman öne sürülmüştür: “Kişinin bildiği şeyi araması mümkün değildir, bilmediği şeyi araması da aynı ölçüde mümkün değildir; bildiği şeyi arayamaz, çünkü zaten bilmektedir, bilmediği şeyi de arayamaz, çünkü neyi araması gerektiğini dahi bilmez.” Sokrates’in buna çözümü, “hatırlama”dır. Sokrates’e göre; kişinin bildiği şeyi hatırlaması için ona hatırlatılması gerekir, hakikat ona sunulmaz onun içindedir. Bir öğretmen veya otorite, bireye önemli bir şekilde fayda sağlayamaz, çünkü öğretmen bireye kendi ruhunda zaten sahip olmadığı hiçbir şeyi veremez veya öğretemez.
Kierkegaard bu kitapta Platon’a açıkça karşı çıkar ve Sokrates’i aşmak ister. Sokrates’te, kişi zaten öğrenme kapasitesine sahip olduğu için öğretmen gerekli değilken, Kierkegaard’a göre öğretmen “belirleyici bir öneme” sahiptir, çünkü birey hakikatten yoksundur. Konuyu daha ileri taşıyarak: “Bu sonsuz bilgi ve hatırlama tarihi olmadan öğrencinin ebedi fikirlerin ötesine geçmesi için ne gerekiyor?” sorusuna ulaşır.
Kierkegaard, bilgiyi nasıl elde ettiğimizle ilgilenirken aktif bir Tanrı’ya doğru akıl yürütür. Ona göre bilgi, Tanrı’nın lütfuyla ve inanç aracılığıyla gelir. Tanrı’yı tanımadan önce Tanrı ile yeniden bir ilişki kurmamız gereken konumda olmalıyız. Bununla bizi öğrencinin önceki durumuna ve öğretmenine yönlendirir. Öğrencinin önceki hali cehalettir, gerçeklerden uzaktır ve cehaletinin farkında olmadığı için öğretmene ihtiyacı vardır. Öğrencinin dönüştürülmesi gerekir. Öğretmenin yapması gereken öğrenciye cehaletini bildirmektir. Öğrenci öğretmeni gerçeğe doğru takip ettiğinde bir “dönüşüm” olur. Bu şekilde öğrenci uzaklaştırılır, kendi içine geri döndüğünde ise “yeni bir insan” olur ve hakikat yoksunu olduğunu keşfeder: “Öğretmen kim olursa olsun, isterse bir Tanrı olsun, yalnızca bir vesiledir, çünkü hakikat yoksunluğumu ancak kendim keşfedebilirim, çünkü bütün dünya bilse dahi o ancak ben keşfedersem keşfedilmiş olur, daha önce değil.” Her insanın bilgi edinmenin yollarını sağlayan öğretmenini bulması gerekir. Öğretmen, öğrencinin kendini anlaması için bir vesiledir; öğrenci, öğretmenin kendini anlaması için bir fırsattır. İki insan arasında en yüksek olan budur. Böyle bir öğretmene ne dememiz gerektiğini sorar ve verdiği yanıtla dinin içine girer: “Öğretmen bir kurtarıcıdır, uzlaştırıcıdır, yargıçtır, ona Tanrı diyelim.”
Kierkegaard’ın yaklaşımı gittikçe felsefi olandan felsefi-teolojik olana doğru ilerler. Tanrı’nın kendisini anlaması için öğrenciye ihtiyacı yoktur. O zaman Tanrı’yı, kendisini göstermek üzere harekete geçiren şey nedir? Aristoteles’in dediği gibi, “O” olmayı sürdürmelidir. [Hareket etmeden hareket ettirir.] Tanrı bir ihtiyaç duymadan kendi kendini harekete geçiriyorsa bu sevgisinden başka bir şey değildir. “Bu durumda, sevgi öğrenciye duyulan sevgi olmalıdır, amaç da öğrenciyi kazanmak; zira farklı olan ancak sevgide eşit hale gelir ve anlayış ancak eşitlikte ya da birlikte vardır. Tam anlayış olmadan öğretmen Tanrı değildir. Ama bu sevgi temelde mutsuzdur çünkü onlar eşit olmaktan çok uzaktır ve Tanrı’nın anlaşılmasını sağlamak kolay değildir. Bu yüzden Tanrı kendini ifşa etmek ister çünkü kaygısı eşitliği sağlamaktır. Öğrenciyle başa çıkması için iki yol vardır: İlk yol aşkın ifşasıdır. Öğrenci Tanrı seviyesine çıkış yapar ama burada bir güçlük vardır. Öğrenci fark etmediği bir aldanış içindedir. Tanrı’nın gözünün ona değmesi onu tatmin etse ve gözü Tanrı’dan başkasını görmese de bu Tanrı’yı tatmin etmez. Tanrı kendisinin değil öğrencinin yüceltilmesi ister. Bu yüzden Tanrı kendisini tam olarak ifşa edemez ve onun öğretmeni olmak ister. Birlik bir yükselişle sağlanamıyorsa bir alçalışla sağlanır. Öğretmenin kendini ifşa etmesinin diğer yolu, bir hizmetkar kılığında iniş yapmasıdır.
Kierkegaard’ın endişesi, inancın hiçbir zaman kolay olmamasıdır. Kişinin kendisini Tanrı ile ilişkilendirmesi çoğu zaman korkulu bir mücadeledir. Çünkü bu oluşum sürecinde öz gerçek, içinden çıkılmaz bir paradoks şeklinde görünür. Tanrı’nın varlığına dair rasyonel kanıtlar yoktur. Paradoks bizim anlayışımızdan önce gelir ve araştırmanın metafizik doğası tarafından zorunlu kılınmıştır: “Ama paradoks hakkında kötü düşünmemek gerekir; zira o düşünürün tutkusunun kaynağıdır, paradokssuz düşünür ise tutkusuz âşığa benzer; Sıradan birine.” Bu paradoks anı kişinin hakikate ulaştığı an’dır. Kişi bu paradoks anıyla karşılaştığında hakikat yoksunu olduğunu fark eder ve daha da derin bir anlayış eksikliğine kapılır. Bu vesileyle kişi, öğrenen olarak gerekli bilginin koşulunu sağlayan öğretmene (Tanrı’ya) imanla yönlendirilebilir. An kabul edilir edilmez her şey yerli yerine oturur. Kişi korkuya, şüpheye ve günaha rağmen iradeli bir iman eylemi gerçekleştirir.
An’ı kabul etmez, paradoks anına izin vermezsek saldırıya karşı istemli tepkiyi dışarıda bırakmış oluruz ve Sokratik olana geri döneriz. Sokratik bakış açısında an yoktur ve hiç var olmamıştır. Kierkegaard, öğrencinin bu paradoksu anlaması gerektiğini değil, bunun bir paradoks olduğunu anlaması gerektiğini söylüyor. Öğretmenin Tanrı’dan başkası olmadığını göreceği bu belirleyici an’da öğrenci, bir inanç sıçraması yaşar. Anlayış ve paradoksun karşılaşmasından meydana gelen bu şeye iman adını verir, nesnesi paradoks olan o mutlu tutku. Bu paradoks, tarihsel olanın ebedileştirilmesi ve ebedi olanın tarihselleştirilmesidir.
“Spinoza’nın öğretisini kavrarsam, onu kavradığım anda Spinoza ile değil, öğretisiyle meşgul olurum; bir başka zaman da Spinoza ile tarihsel olarak meşgul olurum. Oysa izleyici, imanda, o öğretmenle öyle bir ilişki içindedir ki, onun tarihsel mevcudiyetiyle ebedi olarak meşgul olur.”
Öğretimin gerçekleşmesi için gerekli araçları ve koşulu Tanrı’nın kendisi sağlar. Öğrencinin koşula sahip olmasını sağlamak için de Tanrı insan olmalıdır. Artık Tanrı kendini gösterdiği şehir neredeyse oradadır, öğretisini ilan etmek tek zaruretidir. İşi öğretmek, dinlencesi öğrencileriyle ilgilenmektir. Peki öğrenci Tanrı’dan nasıl öğrenir? Kierkegaard, bize yalnızca gerçeği öğretmekle kalmayan, aynı zamanda böyle bir öğrenmeyi mümkün kılmak için gerekli koşulları sağlayan ikinci tür bir öğretmen düşünmemizi ister. Bu ikinci tür öğretmen, gerçeği öğrenen biri için çok önemlidir ve Kierkegaard’ın İsa’yı temsil ettiğini düşündüğü de bu tür bir öğretmendir.
Kierkegaard Tanrı’nın varlığı konusuna da uzunca değiniyor. Ona göre Tanrı’nın varlığı kanıtlanamaz veya çok zordur. Kolay olan inkâr etmektir. Napolyon’un eserlerinin onun varlığını kanıtlamadığını, ancak generalliğini göstermesi gibi.
Tanrı’nın taleplerini bireyden ortaya çıkarmak için çabalıyor ve insan ile yaratıcı arasındaki iletişime açıklık getirmeye çalışıyor. Hakikati öğretenin ve öğrenenin ilişkisini; bilgi, hakikat, varlık gibi felsefi problemleri, Tanrı anlayışıyla ve felsefeyle açıyor: Tanrı bilgisine zaten sahipsek ama aranacak bir şey olduğuna sahip değilsek, ne aramamız gerektiğini bile bilmediğimizin bilincinde olarak bilgiyi aramamız gerektiğini, onu keşfetmemizi istiyor.
Kierkegaard ile daha önce tanıştıysanız ve kullandığı kavramlar hakkında biraz bilginiz varsa (korku, titreme, inanç sıçraması vb.) bu kitap biraz daha kesinlik kazandıracaktır ama okuması kolay değildir. Her cümlesi çok zengin olduğundan bir sayfayı okumak sayfalarca okumak kadar yorucudur. Çünkü Kierkegaard’ın ne düşündüğünü anlamak için satır aralarını da okumanız gerekiyor ve zaten bazı şeyleri bildiğinizi kabul ediyordur. Bu yüzden kitabın devamında gittikçe zorlandığımı söylemeliyim, çoğu zaman net olmadığı için birden fazla okuma gerektirdi. Kierkegaard’ı daha önce “biraz” tanıdığımı zannediyordum ama gerekli geçmişe sahip olmadığımı çabuk fark ettim. Bununla başa çıkmak ve kitabı hak ettiği kadar takdir etmek için felsefe ve din kültüründe sağlam bir temele ihtiyacınız var. Düşüncelerini açıklarken sık sık zor sorular yöneltiyor ve cevaplar veriyor. İman sahibi olan için de olmayan için de bu kitabı öneririm. İman meselesini tamamen kişinin keşfine bırakıyor. İnanç üzerine düşünmeye ve inanç ile irade arasındaki ilişkiyi anlamaya yardımcı oluyor. Ama daha çok inananlara ve inanmak isteyenlere konuşmaktadır. Eğer dünyanın tek kaynağı olarak Tanrı’ya ve insanın onun eserinin bir parçası olduğuna inanmıyorsanız bu kitap size göre olmayabilir. Kierkegaard, istekli bir okuyucuyu kendi endişelerini ve belki de en önemlisi kurtuluşundaki kendi rolünü düşünmeye zorlar. Dinin/imanın içinde bireyi ve ruhu güçlendiren yapıları anlıyor ve bunu dini aşan bir formatta sunuyor. Kierkergaard’ın bu çalışmasındaki güzelliği ve zorluğu hem felsefi hem dini bir eser olmasındadır.
Felsefe Parçaları’nı yayınlandıktan sonra baş mahlası Johannes Climacus ile bir kitap daha yayınlar çünkü henüz bu kitabı bitmemiştir. Bilimsel Olmayan Son Yazıyı Sonuçlandırmak ismiyle bu kitabın devamı olan ikinci bir kitap yayınlamıştır.
Kierkegaard ile Hakikati Öğretenin ve Öğrenenin İlişkisi PDF