Nursel Kavak[1]
Edebiyat dünyasına hikâye ve makale yazarı olarak adım atan Kemal Bilbaşar ilk romanını 1941 yılında yazar. “Denizin Çağırışı” adını verdiği bu romanı 1943 senesinde Yurt ve Dünya Yayınları tarafından yayımlanır. Bu döneme kadar hikâyeci olarak tanınan Kemal Bilbaşar’ın romanı neşredildikten sonra eleştirmenler tarafından süreli yayınlarda değerlendirilmiştir. “Denizin Çağırışı” romanı hakkındaki değerlendirmelerin ekseriyeti olumlu yöndedir. Doğan Hızlan bu romanı “Türk edebiyatının ilk tutunamayanı” addeder. Behçet Necatigil ise “Denizin Çağırışı” romanının Dostoyevski tiplerini ve Knut Hamsun’ un Açlık romanının kahramanını hatırlattığını belirtir.
Uzun yıllar öğretmenlik yapan Kemal Bilbaşar’ ın roman kahramanı da bir öğretmendir. Romanda ismi zikredilmeyen bir kasabada öğretmenlik yapan kahramanın ruhsal sıkıntıları, çelişkileri, korkuları, bunalımları ve iç sıkıntıları anlatılmaktadır. Ayrıca öğretmenin hayatı da geriye dönüş tekniğiyle verilir.
Roman otuz altı bölümden oluşmaktadır. Her şey küçük bir kasabada görev yapan öğretmenin kasabadan uzaklaşmaya ve doktorunun tavsiyesi üzerine İzmir’e gitmeye karar vermesiyle başlar. Roman boyunca öğretmenin attığı hiçbir adım karşılık bulamayacaktır. İzmir tren garında kendisini karşılaması için sözleştiği arkadaşı onu orada yalnız bırakır. Otele gitmek için içerisinde yolcu bulunan arabayı durdurur ve ona biner. Arabacıyla da en nihayetinde anlaşamaz ve tartışır. Bu tartışmanın neticesinde yere düşer, kıyafetleri çamur olur. Ardından lüks bir otele yerleştikten sonra koridorda sarışın bir kadınla karşılaşır. “Sarışın kadın” kısa süre içinde öğretmenin saplantısı haline gelir. Kadın, roman başkişisi öğretmeni o halde görünce ona tiksintiyle bakar ve onu hizmetli zanneder. Öğretmen bu duruma şaşırır, sarışın kadına ders vermeye karar verir. Güzel kıyafetlerini giydikten sonra elinde çiçeklerle kadının kapısını çalar. Kadın, öğretmeni yine önemsemez, ona bahşiş vererek otelden ayrılır. Bu olayın ardından öğretmen de otelden ayrılır. Tren garında kendisini karşılamayan arkadaşının yanına gider. Nihayetinde pansiyonda kalmaya karar verir. Ev sahibi, öğretmeni çok iyi karşılar, evin en güzel odasını ona verir. Odasının duvarına asması için çekmeceden tablolar seçtirir. Romanın pek çok bölümünde olduğu gibi burada da geriye dönüş tekniğiyle öğretmenin annesiyle arasında geçen bir hadiseye yer verilir. Ev sahiplerinin öğretmene olan ilgisi ve yakınlığı gün geçtikçe artar. Öğretmen bu durumu evin kızı Zehra’yla evlendirilme ihtimaline yorar. Zamanla öğretmen de Zehra’ya ilgi duymaya başlar. Odasına çekildiğinde duygu ve düşüncelerini bir deftere yazar. Bu defterin farkına varan Zehra da öğretmenin defterine kendi duygularını kaydeder, böylece ikisi arasındaki aşk ifşa olur. Biraz zaman geçtikten sonra Zehra ve öğretmen nişanlanır. Burada öğretmenin iç dünyası psikolojik tahliller yoluyla verilir. Öğretmen, içinde bulunduğu şartlarda kendisini “sıkışmış” hissetmektedir. Zehra’ya karşı ilgisi gelgit halindedir. Kendisini zorlayarak Zehra ve annesiyle sinemaya giderler, fakat sinemadaki karanlığa tahammül edemez, çığlık atarak oradan uzaklaşır. Parkın içerisindeki banka oturur, ağlamaya başlar. Yanına Mahmut adlı bir arabacı oturur. Arabacı öğretmenin ağlama sebebini sorar. O esnada arabacının kız kardeşi Adalet ile karşılaşır ve Adalet’in otelde gördüğü sarışın kadın olduğuna inanır. Bir süre sonra genelevde çalışan Adalet ile yaşamaya başlar. Bu esnada Zehra’yı ve ailesini unutmuş, onları ihmal etmiştir. Öğretmenin annesi ve babasıyla birlikte geçirdiği günler hariç roman boyunca tek mutlu olduğu yer burasıdır. Fakat bu mutluluğu da uzun sürmez, Adalet’in fahişe olduğunu öğrenir. Arabacı Mahmut’a borç olarak verdiği parasını da alamaz. Öğretmenlik yaptığı kasabadan da cevap alamayan roman kahramanı için intihar kaçınılmazdır. Artık parklarda yatarak sefil bir hayat yaşamaya başlamıştır. Bir gün fabrikada çalışmaya başlayan Zehra ile karşılaşır. Zehra’nın müşkül bir durumda olduğunu görünce onu kurtarmak ister. Fakat Zehra, öğretmeni tersler. Bu olay öğretmenin kendisini tamamen kaybetmesine neden olur. Kendisini çağıran şeyin deniz olduğunu tekrarlar. Denize doğru ilerler ve roman burada son bulur.
Öğretmenin intihara doğru adım adım yürümesi İzmir’e gelişinin ardından yaşadığı olaylar neticesinde gerçekleşir. Yaşadığı olaylar, karşılaştığı insanlar onun ruh halini olumsuz etkiler. Romanda öğretmenin geçmişe dönük kendi aile hayatıyla alakalı hatırladıklarına da şahit oluruz. “Denizin Çağırışı”nda intihar, korku gibi temelinde psikolojik buhranların yaşandığı hadiselerin kalıtım yoluyla geçtiği vurgulanmaktadır. Öğretmenin çocukluğunda, babasının intihar etmesi, öğretmenin korkularının kaynağını işaret etmektedir. Babanın ölüm, karanlık ve deniz korkusu öğretmenin anımsayabildiği çocukluk anılarıyla verilmektedir:
Annem onun uykudan ve karanlıktan yakındığını söz arasında birçok zamanlar söylemişti. Odasında lamba yanmadan babamı uyku tutmazmış. Deniz kenarında dolaşmaktan korkarmış. Korkmakta ne kadar haklıymış ki o mavi sularda dünyaya gözünü yummuştu.
Babasının intiharıyla konforlu hayatı alt üst olan öğretmen, birkaç yıl sonra annesini de kaybeder. Annesinin ölmeden önce kendisini okutmak için çeşitli fedakârlıklarda bulunduğunu ara ara hatırlar. Hizmetçilik yapan bir annenin oğlu olduğunu aklından hiç çıkarmaz. Öğretmen için annesi emniyetle sığındığı bir limandır. Korktuğunda, tuhaf hissettiğinde veyahut zehirlenerek öleceğini düşündüğünde hep annesini hatırlar: “Çocukluğumun yağmurlu, fırtınalı gecelerinde, annemin göğsüne emniyetle sığındığımı ve mışıl mışıl uyuduğumu niçin hatırlıyorum?”
Kemal Bilbaşar roman boyunca topluma yabancı kalmış, çocukluğundan itibaren karşılaştığı sorunlarla mücadele etmemiş bir öğretmen tipi yaratmıştır. Öğretmenin, yaşadığı sorunlarda kendisine sağlıklı çalışma ve yaşam şartları sunmadığını düşündüğü kasaba halkını suçlaması görünüşte zayıf, iradesiz, sorumluluklarını yerine getiremeyen bir insan olduğunu düşündürse de idealizmden, etik ve insani değerlerden yoksun resmî kurumların ve sosyal çevrenin, genç bir öğretmenin hayallerini, düşüncelerini, yaşama şevkini olumsuz etkileyebileceği de gözler önüne serilmek istenmiştir:
Ah o ilçe, o küçük kasaba, beni öylesine zavallı yapan orası değil miydi? Belki mayamda bozukluk vardı. Belki de ben gerçekten hasta yaratılmış bir adamdım. Ama hiç kuşkusuz beni hasta ve zavallı yapmakta o kasabanın büyük günahı vardı. Düşündükçe yalnız benim değil oraya gelen hükümet doktorunun da savcının da, jandarma komutanının da az zaman sonra kabuk bağladıklarını ve bu kabuk içinde gizli bir derdin yumağını sardıklarını hatırlıyorum. Demek kasaba da suçluydu. Onun yıkık kalesinin dişleri arasında çok insanın yaşama hevesleri törpülenmişti.
Romanda anlatılan olayların tarihi tam belirtilmemiş olmakla birlikte zaman mefhumu belirsizlik ifade eden kelimelerle aktarılır. Öğretmenin kasabadan trene binip İzmir’e gelişi ve ardından karşılaştığı olaylarda net bir zaman dilimi yoktur. Merakını celbeden bir filmi izlediği sırada mekânın karanlığı ondaki iç huzursuzluğu ve psikolojik sıkıntıları tetikler:
…Bu tasarının dehşetiyle alnımda bir gerilme ve kopma hissettim ve garip, hayvansal bir ses çıkardım. Bağırmak, kahkahalar ve gözyaşlarıyla, salonu altüst etmek üzere olduğum bir sırada, kendi kendimden bir kaçışla locadan fırladım.
Kemal Bilbaşar romandaki psikolojik hususları yabancılaşma, yalnızlık korkusu, iç huzursuzluk, suçluluk gibi temler üzerinde işlemiştir. Ayrıca intihar, korku gibi temelinde psikolojik buhranların yaşandığı hadiselerin de kalıtım yoluyla geçtiği vurgulanmıştır.
Romanın başkişisi öğretmenin, yazarın kendisi olup olmadığı üzerine de çeşitli tartışmalar yaşanmıştır. Kırklareli ve Nazilli’de öğretmenlik yapan Kemal Bilbaşar radyo programındaki bir röportajında halkın tutumundan bahseder. Babaeski ve Vize’de halkın yabancıları dışladığına şahit olmuştur. Değirmen dergisinde yayımlanan bir yazıda roman kahramanının Kemal Bilbaşar’ın kendisi olduğu ileri sürülmüştür:
Kemal Bilbaşar şimdiye kadar bütün hikâyelerinde hadiselerin en ince teferruatına kadar nüfuz ederek onları bitaraf bir müşahit sıfatıyla anlatmaktaydı. “Denizin Çağırışı”nda ise şimdiye kadar tanıdığımız yazıcıdan büsbütün ayrı bir şahısla karşılaşıyoruz. Bu Kemal Bilbaşar’ ın bizzat kendisidir. Roman, müellifin hakiki hayatından bir safhadır. Bunun böyle olduğunu korkusuzca iddia edebiliyorum, çünkü bu eserin yaşanmadan sırf görüş ve muhayyile oyunu ile yazılabilmesine imkân göremiyorum.
Çoğu araştırmacı 1943 yılında yayımlanan “Denizin Çağrışı” romanını modernist özellikler taşıyan ilk yapıt olarak ifade eder. Öğretmenin kendisiyle ve toplumla bitmek bilmeyen mücadelesi, yabancılaşma, yalnızlaşma ve vesveseli bir profille çizilmiştir. Ana kahramanın verdiği mücadele “denizin çağırışıyla” son bulmuştur.
Sonuç olarak pek çok alanda eser vermiş olan Kemal Bilbaşar’ın “Denizin Çağrışı” isimli romanı maalesef hak ettiği ilgiyi bulamamış bir başyapıttır. Umuyorum ki bu önemli eser en kısa zamanda okuyucusuna kavuşur.
Farkına Varılmayan Bir Romanın Çözümlenemeyen Kahramanı PDF