Nur Yağmur Deveci [1]
Amin Maalouf, 1949 yılında Lübnan’da Hristiyan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Ekonomi ve toplumbilim eğitimi görmüş ardından babası gibi gazeteciliğe başlamıştır. Akdeniz ve Afrika’da yaşayan farklı etnik yapıların, birlikte oluşturduğu ortak yaşam kültürü sentezini, tarihsel gerçekliklerle harmanlayarak romanlarına başarıyla yansıtan yazar, birçok önemli eseri kaleme almıştır. 1983’te yayınlanan “Arapların Gözüyle Haçlılar” kitabıyla adını duyurmuş, 1986’da yayınlanan “Afrikalı Leo” ile Fransız-Arap Dostluk Ödülü’nü kazanmıştır. 1993’te basılan “Tanios Kayası” ise ona Goncourt Ödülü’nü kazandırmıştır. Kitapları hemen tüm dünyada birçok dile çevrilmiştir.
Yazarın, bu yazıda incelenecek olan Afrikalı Leo kitabı 4 bölümden oluşmaktadır. Kitabın ana karakteri her bölümde farklı bir ülkede, farklı isimlerle ve çeşitli meziyetlerle tanınır. Tahlil yazısında, kitapta işlenen ülkeler ve karakterdeki değişimi merkeze alıp bölümlendirilmiştir. Eser, yaşamını Endülüs’ün son yıllarında geçirmiş bir Müslümanın muhtemel deneyimleyebileceği bir hayatı yansıtmak iddiasıyla yazılmıştır. Granadalı Hasan’ın Afrikalı Leo olma yolculuğunda; gezdiği ülkelerin sosyal hayatı, siyasi durumu, toplumsal dinamikleri ve değişimleri ayrıca dini inanış ve dejenerasyon konuları da ele alınmıştır. Elde edilen bilgiler ışığında Endülüs’ü ve orada yaşayan Müslüman halkı anlamak okuyucuya kolaylaştırılmıştır.
Granadalı Hasan
Granada, Avrupa’da medeniyetlerin ve dinlerin birleşme noktasıdır. Bu topraklarda sosyal hayat, çeşitli renk ve dokulara sahiptir. Üç farklı millet, üç din birlikte yaşamaya çalışmıştır. Eserde Müslüman toplumu incelenmiş, Müslümanların diğer topluluklarla teması anlatılmıştır. Birlikte kutlanılan bayramlar, dini geleneklerin harmanlaması sonucu oluşan çok kültürlü yapı bazen pusulanın yönünün kaymasına neden olmuştur. En belirgin örneği şölen ve sünnet düğünlerinde görülmektedir. İsrafın ve şatafatlı hayatın yerildiği İslam dinine uygun olmayan uygulamaların yanında şarap içip sarhoş olma, köle kızların çalgıcılar eşliliğinde dans etmesi de görülmektedir. Yazar, bu konuda en ünlü sünnet düğünü olarak Toledo’lu emir İbn Zünn’un torunu için yapılan düğünü örnek göstermiştir.
Ülkede kutlanılan bayramlardan bahsedildiğinde Mihrecan ilk akla gelmektedir. Mihrecan bayramı doğudakinden farklı olarak Eylül ayı yerine 24 Haziranda (Aziz Yuhanna gününde) kutlanılmıştır. Hicri takvimin ilk günü, Hristiyan takviminin ilk günü ve İranlılar’ın yılbaşı günü olan Nevruz da kutlanılmıştır. Bu kutlamalarda pahalı hediyeler alınıp ihtişamlı sofralar hazırlanıp eğlenilmektedir. Maalouf, Müslüman çocukların bayramların gelmesini dört gözle beklediğini ve onların şarkılar söyleyip zengin ailelerin evlerinden kurutulmuş meyve topladığından bahsetmektedir. Dini ritüeller İslami maya için çok büyük önem arz etmektedir. Çocukların kalplerine çalınan meçhul bir mayanın sonucunda; karmaşık inançlara sahip, işlediği fiillerin nedenini ve sonucunu düşünmeyen nesiller meydana gelir. Günümüzde dayatılmaya çalışılan global görüşün tehlikeleri de bu minvaldedir.
Granadalı Hasan’ı Hasan yapan, dünya algısının temeli ailesidir. Endülüs’te geniş aile tipi hakimdir. Dede ve nine, anne, baba ve çocuklar, varlıklı ailelerde hizmetçiler aynı evin çatısı altında yaşamaktadırlar. Aile hayatı incelendiğinde kuzen çocuklarıyla evlenme çok yaygındır. Dayı-hala kızıyla yapılan himaye evlilikleri sonucu doğan erkek çocuk, kadınlara prestij ve üstünlük getirmektedir. Genelde kadınlar eşlerinin kalplerini ve evlerini başka bir kadınla daha paylaşırlardı. Bir yanda fikri sorulmadan evlendirilen hür dayıkızları bir yanda da kadınlığın tüm silahlarını eşinin kalbini kazanmak için kullanan köle Hristiyan cariyeler… Granada kadınları için özgürlük, sinsi bir köleliktir, kölelikse nitelikli bir özgürlük.
Granada
Granada kadınlarının müptela oldukları muska ve büyü faaliyetlerine Hasan’ın annesi Selma da katılmıştır. Bebeklerin doğumunun yedinci günü yapılan şölende korunma için muska takılmaktadır. Çözemedikleri konularda büyüye başvuran Selma, Yahudi kadından yardım isteyip büyü yaptırmış ve sonucunda erkek evladı olmuştur. Hasan, çevresinde birçok kişi bu olayın faali olduğunu bilerek büyümüş, çarenin çalışmakla ve duayla değil, kestirmeden illegal yollarla yapılabildiğini görmüştür. Fal bakma, prenseslerin gömdüğü gizli hazinelerini bulma arzusu toplumu içerden kemirirken sokaklarda ise dilenciler ve çeteler insanların can ve mallarını tehlikeye sokmaktadır.
Yazarın bize gösterdiği siyasi yapı ve siyasi aktörler genel olarak bir medeniyetin yıkım öncesi ve vatandan mutlak göçü kaçınılmaz kılmaktadır. Liyakatsiz yöneticiler, rüşvet, iktidar savaşları ve kirli savaşlar… Hepsi Granada resminin bir parçası haline gelmiştir. Hasan’ın dayısı sarayda devlet işleri ile görevlendirilmiştir. Onun kitapta aktardığı sözler ilgi çekicidir.” Bu kent, onu yağma etmek isteyenlerce korunmakta, kendisine düşman olanlarca yönetilmekte” sözü ile sonrasında yaşanan olaylar, Granada’yı savaş olmaksızın direnmeden kendi elleriyle düşmana teslim eden Emir’in ve yanındaki menfaatperest yöneticilerin durumunun öngörüsü olmuştur.
Halkta bu duruma karşı çıkan kanaat önderleri de bulunmaktadır. Hristiyan bir aileden gelen Müslüman olmuş alim Estağfirullah Hoca ve alim dindar bir ailede yetişmiş Ebu Hamr. Halk bu iki kanaat önderinin sözlerini dinlemektedir. Hayatını İslam ve tebliğ yoluna seren Estağfirullah hocayı yazar, biraz geleneksel ve kapalı düşünen birey olarak çizmiştir. Ebu Hamr’ı ise doktor, fenni bilgisi üst düzeyde ve yenilikçi biri olarak tasarlamıştır. Bu iki karakter tasarımı günümüz ilim ve bilim adamı tartışmasına örnek olarak gösterilebilir. “Vaizle Hekimin ortak bir tek yanı vardı: İkisi de çok dürüst ve açık sözlüydü. Bu özelliklerden ötürü, çatışmaları su yüzüne çıkınca, Granada halkı büyük bir coşkuyla çatışmaya katıldı. “ Bu sözleriyle yazar, iki farklı karakterin Granada için önemini vurgulamaktadır.
Granada emiri Boabdil, seçimleriyle halkı, topraklarının işgal edilmesine sessiz kalmaya ve çarpışmadan gönüllü olarak vatanını terk etmeye mecbur bırakmış, seçkin ailelerle yapılan görüşmeleri de sonuçsuz bırakmıştır. Kimsenin geri dönmemesi için işgalci güçler evlerini, mallarını almalarına izin vermezken emire zenginlik ve refah bir yaşam vaat etmişlerdir. Topraklarını savaşmadan düşmana bırakan, liderlik yapamadığı halkını göçe mecbur bırakmıştır. Oysaki kirli oyunlarla tahtı babasından alan da o değil miydi? Koltuk mücadelesi makam sevgisi emirliğin hakkını verecek feraset ve cesaret getirmemektedir. Kastilyalılar, Granada’da son görülen tepeye “Arabın son iç çekişi” adını vermişler, çünkü düşmüş sultan orada utanç ve pişmanlıktan seller gibi gözyaşı dökmüş.” şeklinde ifade eden yazar, halkın bölgeden ayrılışından da bahsetmektedir. Bu ayrılışı kahramanımız Hasan; “Küçük gemimize düzinelerce erkek, çocuk, beyaz ya da siyah peçeli kadın, bağrışarak doluştu. Çevremizdeki kadınlar ve yaşlı erkekler ağlayarak dua ediyorlar, sesleri denizin sesi arasında boğulup gidiyordu.” diyerek anlatmaktadır. Granada da kalan bir avuç Müslüman ilerde Morisko olarak anılıp dinlerini yaşama mücadelesi verecekti. Hasan ve ailesi gibi gidenlerin hayatları değişmiş ve yeni zorluklar meydana gelmiştir.
Afrikalı el-Vezzan ez-Zeyyati
Grandalı Hasan’ın Afrikalı el-Vezzan olacağı Fas topraklarına geldiğinde konaklamak için uğradıkları hanlarda yaşadıkları ve gördükleri olaylar toplumun halini okuyuculara yansıtmaktadır. Toprağını, hayallerini denizin karşı kıyısında bırakan Granadalıları Fas’ta bekleyenler çok da umdukları gibi olmamıştır. Soyguncular tarafından mallarının bir kısmı gasp edilmiş, konaklamak için girdikleri hanlarda türlü türlü kötülüklere şahit olmuşlardır. Yasadışı işler yapanlar, hive denilen sapkın erkek ağıtçılar, katiller, kaçakçılar bu hanlarda kendilerini güvende hissetmektedir. Halk büyü ve falcılık oyunlarıyla gözlerini kör etmiş ama Granadadaki kadar içkiyi aşikâr içmemektedir. Kur’an hafızları ve namaz saflarını dolduran cemaat, aynı zamanda içki sofralarında da buluşacak kadar kalpleri ve ruhları kararmıştır.
Fas kitabında el-Emire karakteri incelendiğinde Grandadaki gibi sultanın yine liyakatsiz, zevk ve heva düşkünü, millet ve onların sorunlarıyla ilgilenmeyen bir kişilikte olduğu görülmektedir. el-Emire büyü düşkünü, cinlerle muhabbetli ve doğaüstü bütün bilimlere ilgi duymaktadır. Yalnızca kadınlardan bir çevre edinmişti ve geniş yaşam deneyimleri olan kişilerin sevici dedikleri bu kadınlardan oluşmaktadır. Yazar Hasan’ı ve yeni edindiği arkadaşı gelincik Harun‘u Fas’ın sokaklarında koştururken okuyuculara sosyal hayattan toplumun durumunu sahneler göstermektedir. Hasan, Kur’an töreni, sure ezberleri, yapan ama Kur’an’ı yaşayamayan nice kişilerden bir tanesiydi. Büyüdükçe babasına kızdığı hataları kendisi de yapmıştır. Özellikle annesi ve babasının ikinci hanımı Verda arasında yaşanan sorunlar ne babasının hikayesinde ne de yolların oğlu olan Hasan’ın hikayesinde çözüm bulmuştur. Dayısının kızıyla evlenmiş ama gönlü başka bir cariyededir. Geleneği bozmamış o cariyeyi de yanına almıştır. Çetrefilli bir aile yapısını seçmiş babasını daha iyi anlamıştır. Öze dönüş karşı çıktıklarımızı yaşamak mıydı?
Zaman geçtikçe Hasan dayısından aldığı diplomasi dersi ile yavaş yavaş saraya daha yakın olmuştur. Ticaret kervanları kurmuş zenginliğe ve onun getirdiği söz sahibi olma ayrıcalığını kazanmıştır. Kardeşini alıkoyan haydutla mücadelesi hayatında gösterdiği cesaret ve kararlılık örneklerindendir. Zengin zorba ama sözü dinlenen derebeyi her türlü yasa dışı faaliyet gösterip üste çıkmaktadır. Saray’a giden yollarda dikenli yürümenin zor olduğu gibi işledikleri suçlara gözlerini kapatan zengin kişileri de kıvrak dille göze gelir yapmak siyasetin inceliklerindendir. Fas yolculuğu kapanırken Afrika diyarının nasıl bölünmüş, başkalaştırılmış hatta duyarsızlaştırılmış olduğunu okuyuculara anlatmıştır. Bu bölümde yazar Hasan’ın diğer eseri olan Afrika’nın Tanıtımı’nı bu topraklarla ilgili olan detayları ve daha fazla bilgi için yönlendirme yapmıştır.
Mısırda Bir Mağribi Elçi
Olası büyük savaş için Osmanlıdan ve Mısırdan haber alma görevinin gereği Hasan’ın yeni memleketi olan Mısır, ona diğer ülkelere göre daha farklı bir yüzünü göstermiştir. Diğer ülkelerde zenginlik ile saygınlık yüzünü gösterirken Mısır’da veba ve maddi kaygı yüzüyle karşılaşmıştır. Hasan: “Kahire’ye vardığım zaman, bu kent, yüzyıllardan beri bir imparatorluğun gösterişli başkenti ve bir halifeliğin merkeziydi. Oradan ayrıldığım zaman bir başkent değildi.” ifadesiyle Kahire’de umduğunu bulamamış ama farklı maceralara dalmıştır.
Halk, salgın hastalığı Tanrının bir gazabı verilecek bir cezanın uyarısı olarak görmüştür. Salgında birçok askerini ve gücünü kaybeden Sultan hakkında olumsuz eleştirilerin sesi yüksek çıkmaktadır. Gezdiği memleketlerdeki siyasi yapıdaki bozulmalara yer veren sultanların liyakatsizliğinden dem vuran yazar, Kahire’de de aynı yolu izlemiştir. Hasan’ın tanıştığı zengin bir tüccarla diyaloğu dikkat çekicidir. “Sultanların aptallığı, yazgının akıllılığıdır” sözünü duyup darbe olacak mı diyen Hasan’a cevaben: “Biz böyle bir sözcük kullanmadık.” Salgın zamanlarında bir alay askeri bir anda yok edebilen Tanrı’nın yanında Sultan çok güçsüz kalacağından, sokaktaki insanların çok yürekli davrandığı doğrudur. Fakat evlerde en küçük bir silah bile yok. Ayaklanma olsa da bir Memlük sultanın yerini yine bir Memlük sultanı alır. Yıldızların yolunu aydınlatacağını, gelecekten haber vereceğine inanan Sultan, yaşlı ve hastalıklarla uğraşan birisi olarak okuyuculara tanıtılmıştır.
Hasan, Nur adında bir kadınla tanışır, onun sırrına vakıf olur ve ona bu sırrı saklamasında yardımcı olur. Nur, Osmanlı padişahlarından Fatih Sultan Mehmet’in yeğeni Alaaddin’in dul eşidir. Nur hamiledir ve gizli bir şehzade büyütüp tahtta hak iddia etme arzusu vardır. Hasan hem Nur’u sevmiş hem de onun doğacak gizli sırrının hamiliğini yapmıştır. Annesinin Osmanlıyı yıkıp, Anadolu beyliklerini harekete geçirmesi gerektiğini ancak onun Memlüklüleri ve Safevileri yanına alarak Büyük Türk’ü alaşağı edebileceği söylemleriyle büyümüştür. Nur’un yıkılması umduğu imparatorlukla Hasan’ın dua etmeyi öğrendiğinden beri dualarından ayrılmayan, Granadayı tekrar Müslümanlara kazandıracağı inanılan imparatorlukla aynıydı. Nur, Hasan’ın gördüğü diğer kadınlardan çok farklıydı. Cesur, güçlü ve davası uğruna savaşan bir kadındı.
Yazar, Osmanlıya ve Türklere kitapta yer vermiştir. Fatih Sultan Mehmet Büyük Türk lakabıyla Avrupa’da bilinmektedir. Granada ve Müslümanların kurtarıcısı olarak bahsedilmektedir. İlerleyen bölümlerde kitapta Osmanlı’nın diğer padişahlarına da bu lakap verdikleri görülmektedir. Fatih Sultan Mehmet’in aksine Yavuz Sultan Selim hakkında daha olumsuz ifadeler yer almaktadır. Ayrıca Barbaros Hayrettin Paşa da kitapta haydutvari bir karakterde anlatılmıştır.
Hasan, Nur ve oğlunu korumak için Kahire’den ayrılmaya karar verir. Planladıkları bu yolculuk Nur ve Hasan’ı birbirinden ayırır ardından Hasan korsan tarafından esir alınır. Hasan’ın yeni bir toprakta yeni bir isim alma zamanı gelmiştir.
Giovannni Leone Medici
Sicilyalı bir korsanın işlediği günahlardan arınmak için Papa’ya armağan edilmek niyetiyle kaçırılan Hasan, Roma’ya köle olarak gelmiştir. Hayatın farklı yüzünü gören Hasan’ın düşünecek uzun bir zamanı olmuştur. Papa’nın muştusu iyi bir Faslıyı eğitmek ve öğretilerini aktarmaktır. Hapishanede papanın elçisi ile yapılan ilk görüşme dikkat çekicidir. Elçi yaşanılan bir olayda Papanın bir muştusu olduğunu vurgulayıp bu sırrı ancak onun söyleyebileceğini söyledikten sonra “Bovadigla sizi bulmak için denizler aştı demek istemiyorum. Kesinlikle hayır. Fakat Kutsal babamıza nasıl bir Faslı sunulması gerektiğini biliyordu. Bir gezgin iyi eğitim görmüş bir adam. Fakat o daha iyisini buldu, bir elçiye rastladı. Biz bu kadarını ummuyorduk.“ diyerek ekleme yaptı. Papa’nın Hasan’a verilmesini emrettiği eğitimin ana hatlarıyla; Latince, Hristiyanlık kuralları, İncil, İbranice ve Türkçe idi. Ayrıca o da yedi kişiye Arapça öğretecekti. Roma’da zihninin daha genişlediğini ayrıca belirtmiştir. Hapis hayatında her gün iyi yemekler ve şarap içen Hasan yaşadığı olayları ilk burada kaleme almaya başladı.
Papa ile ilişkisi baba oğul gibi sıcak olmuştur. Aziz Pietro bazilikasında hem kendi iki ismini hem de çok seçkin bir ailenin ismini vermiştir: Giovanni Leonne Medici. Hasan vaftiz olduktan sonra Papa onun özgür bir insan olduğunu, dışarıda ev bulana dek kalede yaşayabileceğini fakat çalışmalarını ve öğretmenliğini eskisi gibi sürdürmesini istediğini söylemiştir. Kendisine hediye ettiği kitap, Arap dilinde basılmış ilk kitaptı ve bir gün halkının yanına döndüğünde yanında getirmesini söylemiştir. Bu hediyeleşme onları daha da yakınlaştırmış “Tanrım, onu o andan başlayarak, bana uyguladığı bütün törensel kurallara karşı sevdim.” sözünden sonra Hasan’ın kalbi Papaya açık ve onun öğretilerini seven, vefa duygusuyla bağlanmıştır. O dönem papalık makamı hem geçmişten gelen maddi sorunlarla uğraşmakta hem de Luther akımıyla uğraşmaktadır. Roma’da birçok din görevlisi Kutsal Baba Cennet’i satmak istiyor Luther’le kavga böyle başladı ifadelerini kullanmakta ve Vatikan sarayında Luther görüşü güçlenmiştir. Papa Leo ölmüş yerine tepkisel bir Papa gelmiş, ilk icraatleri harcamaları kısmak, sanatkarlara verilen önemin azaltılması, imtiyazların kaldırılması olmuştur. Müellif, Roma’daki sınıf farklılıklarını, toplumsal eşitsizliğin getirdiği açlık fakirliği, önemli dini görevlerin para karşılığı verilmesini, kardinaller ve çarpık ilişkilerini, eleştirel bir gözle sunmuştur.
Roma sokaklarındaki siyasi karmaşa, ülkeler arası dengeler, dini öğretiler ve din adamları yönetimi gibi birçok konu ele alınmıştır. Hristiyan dünyasının saflarına katılarak tanıtan Hasan’ın bazı din adamlarının Roma için aktardığı kısımlar dikkat çekicidir. Ölümsüz kent Roma. Fakat günahlarıyla ölümsüz diyen din adamlarının dahi inancını yaşayamama, memnuniyetsizlik ve ruhi bir arayış mevcuttur. Değişim vaat eden Luther’in gönderdiği not Papa Leo’nun sonun başlangıcı olmuştur. Papa Leo öldükten sonra da diğer papaların da akıbeti çok farklı olamamıştır. Girdiği her memlekette kendi iç dünyasının sorunlarının sanki yansımalarını gören Hasan, Roma’da ben kimim sorusunu sormuş ve en sonunda kendisini hiçbiri ama hepsi ilan etmiştir. Fas’a geri dönmüş ve yaşadıklarını oğluna miras bırakmıştır.
Yolların Oğlu
Düşsel bir yaşam öyküsü olan eser, farklı ülke ve medeniyetleri merak edenler için önerilebilir bir eserdir. Yazar, anlaşılır üsluba, heyecanlı olay örgüsüne, kültürel detaylara sahiptir ve dünya tarihinde önemli şahsiyetlere yer vermesiyle dikkat çekicidir.
Yolların oğlu kendini şu sözlerle tanıtmaktadır: “Ben Hasan, tartıcıbaşı Muhammed’in oğlu, ben, Giovanni Leone de Medici; bir berberin sünnet ettiği, bir papanın vaftiz ettiği ben. Şimdi Afrikalı diye anılıyorum, ama Afrikalı değilim, Avrupalı ya da Arabistanlı da değilim. Bana Granadalı, Faslı, Zeyatlı da derler ama ben hiçbir ülkeden, kentten ya da boydan değilim. Yolların oğluyum ben, ülkem kervan, yaşamımsa yolculukların en beklenmedik olanı. “
Ünlü gezgin Hasan el-Vezan’ın olası hikayesini anlatan Amin Maalouf, okuyuculara zamanında atılamayan dini ve kişilik temellerinin insanda nasıl bir etkisi olduğunu, uzun yıllar boyu arayış içerisinde olunabileceğini göstermektedir. Zaaflar ve bunun Müslüman kimliklerle ilişkilendirilmesi, doğruyu seçebilecek cesaretin olmaması, global ve çok kültürde bizi biz yapan değerlere verilen tavizler sonucu yitik şehir Endülüs’ün neden içten çürüdüğü daha iyi anlaşılmaktadır. Devleti vatan yapan ayakta tutan millettir. Afrikalı Leo tarihte yeniden yazılsa Endülüs’ün kaderi değişir miydi?