Melahat Ayşenur Şeker[1]
Prof. Dr. Mehmet Şeker, 1947 yılında Konya’da dünyaya gelmiştir. Ardından ailesiyle birlikte İzmir’e yerleşen Prof. Dr. Şeker, 1966 yılında İzmir İmam-Hatip Okulu’ndan ve 1970 yılında İzmir Yüksek İslâm Enstitüsü’nden mezun olmuştur. Bu süreçte bir yandan eğitimine devam ederken bir yandan da Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde vaiz olarak görev yapmıştır. Mezuniyetinden sonra ise Millî Eğitim Bakanlığı’nda 5 sene öğretmen olarak görev almıştır. 1975 yılında Erzurum Yüksek İslâm Enstitüsü’nde öğretim üyesi olarak göreve başlayan Prof. Dr. Şeker, 1979 yılında ise İzmir Yüksek İslâm Enstitüsü’ne naklen atanmıştır. Aynı sene “Gelibolulu Mustafa ʻÂlî ve Mevâʿıdü’n-nefāis Fî-Ḳavâʿıdi’l-Mecâlis” başlıklı teziyle Atatürk Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi’ndeki doktora eğitimini tamamlamıştır. Aynı zamanda müdür yardımcılığı yaptığı enstitünün 1982 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne dönüşmesiyle birlikte İslâm Tarihi Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi olarak göreve devam etmiş ve 1989 yılında doçent, 1995 yılında ise profesör olmuştur. Farklı idarî görevler de üstlendiği bu fakülteden 2014 yılında emekli olmasının ardından Uşak Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi, İslâm Tarihi ve Sanatları bölüm başkanlığını yürütmüştür. Akademik hayatı boyunca yaptığı çalışmalarla çeşitli ödüllere lâyık görülen Prof. Dr. Mehmet Şeker, günümüzde de araştırma ve projelerine devam etmektedir.
Eserlerinden bazıları şunlardır: Fetihlerle Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması, İslâm Türk Medeniyeti Tarihi (Ziya Kazıcı ile birlikte), İslâm’da Sosyal Dayanışma Müesseseleri, Anadolu’da Bir Arada Yaşama Tecrübesi: Türkiye Selçukluları ve Osmanlılarda Müslim – Gayri Müslim İlişkileri, Osmanlı Belgelerinde İhtidâ Kavramı ve Mühtedîler, Türk-İslâm Medeniyetinde Ahîlik ve Fütüvvetnâmelerın Yeri: Seyyid Hüseyin el-Ğaybî’nin “Muhtasar Fütüvvet-nâmesi”si[2]
Temelde 2 ana bölümden oluşan eser, Selçuklu Devleti ve Osmanlı Devleti dönemlerinde Anadolu’da yaşayan Müslüman Türkler’in, gayrimüslim topluluklarla ilişkilerini kroniklere, vakâyinâmelere, ilgili tarihî eserlere ve arşiv belgelerine dayanarak anlatmaktadır. Eserin yazılış amacı; İslâm tarihinin bir dönemini dahî olsa farklı dinlere mensup toplulukların ayrılık ve şiddetle değil, bir arada ve saygı çerçevesinde yaşayabildikleri gerçeği üzerinden ele almaktır. Eserin önsözünde de belirtildiği üzere; verilen bilgiler Türkiye Selçukluları ve Osmanlı tarihinin belli dönemleri ile sınırlı tutulmuştur. Her iki Müslüman – Türk devletinin hâkimiyetleri bütünüyle ele alındığı takdirde daha fazla bilgi ve belgeye ulaşılacağı ise muhakkaktır.
Anadolu asırlarca pek çok millete ev sahipliği yapmıştır. Hititler, Frigyalılar, Lidyalılar, Acemler, Romalılar ve Suriyeliler gibi birçok millet, Anadolu topraklarını uzun veya kısa vadeli olarak mesken tutmuşlardır. Bunlardan bazılarının bu toprakları fethedip kalıcı olarak yerleşme amacı olduğu gibi bazılarının da ticarî veya yalnızca Anadolu üzerinden Batı’ya geçmek gibi amaçları vardı. Bu konuda esas dikkat etmemiz gereken nokta ise Anadolu’nun asırlar boyu tek bir millete ait olmaksızın çok çeşitli kültürlere ve farklı inançlara sahip pek çok milleti bünyesinde barındırması ve aynı zamanda Doğu ile Batı arasında bir köprü görevi görmesidir.
Yazar Prof. Dr. Mehmet Şeker’in sade ve herkes tarafından anlaşılır bir dil kullandığı eserin giriş kısmında; Anadolu’nun geçmişte ev sahipliği yaptığı çok çeşitli kültürlerden günümüzde hâkim olan tek bir kültüre geçişinin tarihsel süreci ve bunun sebebi olarak 1071 Malazgirt Zaferi’nin mâhiyeti anlatılmaktadır. Eserde sadece tarihî gelişmelere değil, yaşanan bu gelişmelerin Anadolu coğrafyasında meydana getirdiği toplumsal ve kültürel değişimlere de yer verilmektedir. Buna bağlı olarak sonucunda Anadolu’nun kapılarının Türkler’e açıldığı 1071 Malazgirt Zaferi ile birlikte Anadolu’da artık değişmeyecek kalıcı bir ortamın başladığı ve günümüzdeki Anadolu kültürünün 11. yüzyıldan beri süregelen kültür olduğu belirtilmektedir. Bu bakımdan incelendiğinde Anadolu kültürünün tam 10 yüzyıldır bütünlüğünü koruyarak ve zenginleşerek günümüze ulaştığı görülmektedir. Ayrıca kitapta bu zengin kültürün Anadolu ile sınırlı kalmayıp Balkanlar’a da yayıldığına dikkat çekilmektedir.
Kitabın birinci bölümü olan bu kısım, Selçuklular’dan önceki dönemin sosyo-politik yapısını anlatarak başlamakta; dönemin hâkim gücü olan Bizans İmparatorluğu ve yerli halk hakkında genel bir bilgi vermektedir. Verilen bilgiler ışığında incelendiğinde dönemin yerli halkı, Bizans’ın özellikle ekonomik konularda uyguladığı baskıcı politikalardan muzdariptir. Bu durum da Selçuklu fetihlerinde, Anadolu halkının Bizans’a karşı Türkler’e yardım etmesine ve dolayısıyla fethin hızlanmasına sebep olmuştur. Bu hususta açıkça görüyoruz ki Bizans hükümdarlığında yapılan maddî manevî haksızlıklar nedeniyle yerli Anadolu halkı, dinî ve kültürel farkları önemsemeksizin Türkler’in yanında yer almıştır. Bu hadise kitapta şu sözlerle aktarılmaktadır: “…Nitekim halkın “bu fetihleri kendilerine karşı olmaktan çok Bizans için bir cezalandırma” olarak gördükleri bazı tarihçiler tarafından da belirtilmiş bulunmaktadır.”[3]
Anadolu’nun Selçuklular tarafından fethedilmesinin ardından gayrimüslimlerin Türk sultan ve yöneticilerine karşı bakış açıları, gayrimüslimlerle siyâsî ve askerî ilişkiler, Müslüman – Türk Selçuklu halkının gayrimüslim halk ile ilişkileri, karşılıklı evlilikler ve din değiştirmeler gibi konular gündeme gelmiştir. Yazar bu konulara yaşanmış hikâyelerden örnekler vererek sade bir dil ile açıklık getirmiştir. “Hıristiyanlığı Kabul Edenler” başlığı altında verilen bazı örneklerin ise yalnızca Hıristiyan kaynaklarında yer aldığının ve bu bilgilerin Müslüman kaynaklarında yer almadığının belirtilmesi ise konunun aydınlatılmaya muhtaç kısımları olduğunu göstermektedir. Bunun yanı sıra her iki halkın da sahip olduğu eğlenceler, yas, müşterek ziyaret yerleri vb. ortak etkinliklere kitapta özel bir başlık altında yer verilmiş olması, hayatın ve ilişkilerin yalnızca dinî konularla sınırlı kalmadığını, kültürel etkileşimin de hayli önemli olduğunu göstermektedir.
Kitapta zaman zaman tarihî şahsiyetlerden ve önemli eserlerden yapılan alıntılar kitabın içeriğini zenginleştirmekte, okuyucuya farklı bir düşünce boyutu kazandırmakta ve metnin akıcılığını sağlamaktadır. Buna örnek olarak İbn Battuta Seyahatnâmesi’nden alıntılanan şu sözler dönemin toplumsal yapısı hakkında bilgi vermektedir:
“…Nitekim XIV. yüzyılın ilk yarısında Anadolu’yu gezmiş olan seyyah İbn Battuta, Anadolu Müslüman – Türk halkının “sûreten pek güzel ve libâsları pek temiz ve taâmlarının nefis” olduğunu kaydettikten sonra bu insanların aynı zamanda çok müşfik olduklarını da belirtmektedir. Bu arada Anadolu’daki genel nüfûs dağılımını da şöylece özetlemektedir: “…el-ân orada Türkmen Müslümanların taht-ı zimmetinde (yönetiminde) bir hayli nasârâ (Hıristiyanlar) bulunur.”[4]
Osmanlılar, henüz kuruluş döneminde yerli gayrimüslim halk ile iyi komşuluk ilişkileri geliştirerek Selçuklular’dan farklı bir yol izlemiştir. Bu bölümde anlatılan ve Ertuğrul Gazi’nin başlattığı “yayla emâneti” uygulaması dikkat çekicidir. Ertuğrul Gazi devrinden itibaren Osman’ın aşireti yıllarca yaz mevsiminde yaylaya çıkacakları zaman, eşyalarını Bilecik tekfuruna emânet etmişlerdir. Bu emânetleri ise erkeklerle değil, kadınlarla göndermiş olmaları dikkate şâyândır. Kitapta bu uygulamanın amacı ise “karşı tarafa güven vermek ve kendilerinden bir tehlike gelmeyeceğini göstermek” olarak açıklanmıştır. Ayrıca Osman Gazi’nin komşularla iyi ilişkiler geliştirme konusunda söylemiş olduğu şu sözler, gönül yapmanın önemini ifade etmektedir:
“Bu rivâyetten anlaşılıyor ki Osman Gâzî’nin düşüncesine göre; bir şehri vurup yıkarak fethetmek oranın ma’mur olmasına engel olur. O bakımdan fethetmek için iyi komşuluk ilişkilerini geliştirmek gerekir. Nitekim kendisine bu iyi komşuluk ilişkilerinin sebebi sorulunca; “Komşularumuzdur. Biz geldik bu vilâyete garib. Bunlar bizi hoş dutdılar. İmdi bize vâcibdür kim bunlara hürmet ederüz” karşılığını vermiştir.”[5]
Farklı dinlere ve farklı kültürlere mensup olunsa dahî tek bir devletin çatısı altında bir arada yaşamak, evlilik ve alacak verecek gibi etkileşimleri de beraberinde getirmektedir. Bu konuda zimmîler, kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda kendi mahkemelerine başvurma hakkına sahiptiler. Zimmîler ile Müslümanlar arasındaki anlaşmazlıklar ise şer’î mahkemelerde çözülmekteydi. Ancak ilginç olan şudur ki; şeriyye sicilleri incelendiğinde zimmîlerin bazen kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda dahî şer’î mahkemelere başvurdukları görülmektedir. Bu konuların yaşanmış örneklerle anlatılması ise okuyucuyu o zamanlara götürerek dönemin toplumsal yapısını daha iyi kavramasını sağlamaktadır. Evlilik konusunda ise İslâm hukukunun bir gereği olarak Müslümanlar gayrimüslimlerden kız alabilmekte fakat gayrimüslimler Müslümanlar’dan kız alamamaktaydı. Kitabın ilgili bölümünde tarihçi Osman Ergin’in bu konu hakkında yaptığı dikkat çekici bir yoruma yer verilmiştir:
“Türkler’in mensup oldukları dinin vicdan hürriyetine riâyet etmesi, azınlıkların mensup oldukları dinlerin ise etmemesidir. Yâni İslamlar aldıkları kızlara eski dinlerini muhafazaya müsâade eder ve zorla Müslüman yapmak istemezlerdi. Çünkü, “Dinde zorlama yoktur” bir nastır. Fakat azınlıklar kendi dinlerine girmeyenlerle evlenmezlerdi. Yâni bir Rum, bir Ermeni, bir Yahudi hatta katolik, bir protestan kızını Ortodoks yapmadıkça nikâh edemezdi. Nerede kaldı ki İslam’ı alabilsin. İşte bu fark, bundan ileri gelirdi.”[6]
Eserde Osmanlı Devleti tarafından gayrimüslimlere verilen ve bilfiil kullanılan siyâsî, idârî ve hukukî haklar, “Ortodokslara, Galata halkına, Ermeniler’e, Mûsevîler’e verilen haklar ve Bosna ruhbanlarına verilen ferman” başlıkları altında ayrı ayrı incelenmiştir. Bunlara ek olarak istedikleri dine inanmakta özgür olmaları, ibadet ve âyinlerini serbestçe yapabilmeleri ve kiliselerin devlet tarafından korunması gibi temel haklara sahip oldukları görülmektedir. Bu konuda Fatih Sultan Mehmed’in Galata Hıristiyanları’na verdiği fermanda yer alan “…bir kâfiri rızası olmadan Müslüman etmiyeler…” ifadesi, gayrimüslim halkın inanç özgürlüğüne sahip olduğunun önemli bir kanıtıdır. Bu gibi yasaklamalara rağmen yaşanmaya devam eden benzer sorunlara da eserde yer verilmiş olması, konunun nesnel bir yaklaşımla ele alındığını göstermektedir. Kitapta bu sorunlardan birine “…Beşiktaş mevkiinde bir Hıristiyanın dinine küfreden bir Müslümana, mahkeme tarafından şehir dışına sürülmek sûretiyle cezâlandırıldığına dâir bir belgenin de Beşiktaş’a ait Şeriyye Sicillerinde bulunduğu bilinmektedir.”[7] sözleriyle yer verilmiştir.
Sonuç olarak Müslüman – Türkler’in tarihte 3 kıta ve 7 denize hükmedebilecek kadar büyümelerinin sebeplerinden biri de Batılı devletlerin aksine, farklı milletlere ve farklı dinlere mensup tebaâlarını saygı, adalet ve barış içinde yönetebilmiş olmalarıdır. 1071 Malazgirt Zaferi ile Türkiye Selçuklu Devleti’nden başlayan ve Osmanlı Devleti ile 1922 yılına kadar yaklaşık 850 yıl boyunca süren “Anadolu’da Bir Arada Yaşama Tecrübesi”, Türk tarihi için övünülecek bir hazine ve Dünya’daki diğer tüm medeniyetler için önemli bir ders niteliğindedir. Kendisi de Batılı bir tarihçi olan Jean Paul Roux’un kitapta yer verilen şu sözleri konuyu özetlemektedir:
“Fransız tarihçi Jean Paul Roux; “Avrupalılar halkı krallarının dininde görmek isterler. Bunların aksine Türkler, cihanşümullüğü benimseyip hayata geçirmişler, barış içinde bir arada yaşamayı içtenlikle savunmuşlardır. İşte böylece Türkler, dünya medeniyetine en büyük katkıyı bu hususta yapmışlardır.”[8]
Tüm bu bilgiler ışığında incelendiğinde eserde tarih, din ve kültür konularının bir arada işlenmesi okuyucunun tarih algısında bir bütünlük oluşturmaktadır. Ayrıca gerek Türkiye tarihi ve Anadolu kültürüne gerekse dünya tarihine ve farklı kültürlere yönelik bakış açımızı genişletmekte ve düşünce dünyamızı zenginleştirmektedir. Üstelik verilen bazı örnekler ve ele alınan bazı konular; okuyucuya Osmanlı Devleti’nin günümüz Türkiye topraklarından ibaret olmadığını, gerçek sınırlarımızın ve gönül coğrafyamızın daha geniş olduğunu hatırlatmaktadır.
[1] Yunanca öğretmeni, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Çağdaş Yunan Dili ve Edebiyatı; Öğrenci, Atatürk Üniversitesi, Açık ve Uzaktan Eğitim Fakültesi, Yeni Medya ve Gazetecilik, maysenurseker@gmail.com
(Bu yazı Young Academia ve İdeal Bilge Derneği iş birliğinde Dr. Kemal Yavuz Ataman yönetiminde “Küresel Düşünme Yazarlık Atölyesi” kapsamında üretilmiştir.)
[2] Mehmet Şeker, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/muellif/mehmet-seker
[3] Prof. Dr. Mehmet Şeker, Anadolu’da Bir Arada Yaşama Tecrübesi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2015, s.26
[4] Prof. Dr. Mehmet Şeker, a.g.e., Ankara 2015, s.20
[5] Prof. Dr. Mehmet Şeker, a.g.e., Ankara 2015, s.96
[6] Prof. Dr. Mehmet Şeker, a.g.e., Ankara 2015, s.140-141
[7] Prof. Dr. Mehmet Şeker, a.g.e., Ankara 2015, s.161
[8] Prof. Dr. Mehmet Şeker, a.g.e., Ankara 2015, s.147