Tuğba Uyar[1]
İlahiyat profesörü, araştırmacı yazar Tahsin Görgün, 1961 yılında Sivas’ta doğmuştur. Sivas İmam-Hatip Lisesini bitirdikten sonra lisans eğitimini, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde Elmalılı Hamdi Yazır’ın Görüşleri ve İlim Felsefesi başlıklı bitirme teziyle tamamlamıştır. Berlin’de Sprache, andlung und Norm (Dil Davranış ve Hüküm) tezi ile fıkıh usulü ve felsefe doktorası yapmıştır. Eğitim hayatı sonrasında çeşitli kurumlarda görev alan yazar hâlen İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölüm Başkanı olarak görev yapmaktadır. İlahi Sözün Gücü, Varlık ve Bilgi Kaynağı Olarak Kur’ân, Medeniyet Meselesi gibi birçok eseri mevcuttur. Medeniyet Meselesi Görgün’ün medeniyet kavramını ve bunun doğu ve batıdaki yerini açıklayan eseridir.
Eser, dil ve anlatım bakımından yalın ve anlaşılır özelliktedir. Yazar, eserde medeniyetin çeşitli yüzyıllardaki anlamını, düşünürlerin ifadeleri ve çeşitli kaynaklarla, yoğun bilgiler doğrultusunda işlemesine rağmen ana başlığı diri tutmuştur. Böylece bütüncül bir anlatım sağlamış olup bu durum esere nitelik kazandırmıştır. Ancak eserde kronolojik bir akış yoktur. Yazar eserde yer yer: “Anlatılanların yanında konumuz dahilinde olmasa bile şu mevzuyu bilmekte fayda var.” diyerek parantezler açmış ve okuyucuyu bilgi edinmeye teşvik etmiştir. Medeniyet kavramının başat rol aldığı bu eser üç ana soru etrafında şekillenmiştir. Bu yönüyle de daha ilk adımda okuyucuyu düşündürmeye yöneltmiştir. Bunlar: “İslam medeniyetinin dünya tarihindeki yeri nedir, Batı medeniyetinin dünya tarihindeki yeri nedir, geleceğe umutla bakmak için gerekçelerimiz var mı?” sorularıdır.
Eserin başında, modern medeniyet denilen Batı medeniyeti eline pimi çekilmiş bomba alan, istersem patlatırım diyen birine benzetilmektedir. Batı medeniyetinin birçok imkân sağlamasının yanında kendi eliyle insanlığı yok etme noktasına getirmesi düşünülünce benzetme isabetli görülmektedir. İlerleyen sayfalarda da bahsedildiği gibi Batı, sonunu kendi yazmıştır. Sonrasında kavram ve terimle ilgili yapılan ayrıma değinilmiştir. Dil öncesi varlığın kendisine kavram, o varlığa verilen ada terim denmektedir. Medeniyet terimi de 19. yy.’ın ortalarında, Batı dillerinde 18. yy.’ın ortalarından itibaren kullanılan “civilisation” kelimesinin kavramını ifade etmek için kullanılan bir terimdir.
Civilisation
Civilisation kelimesi, Batı Avrupa’da sadece aristokrat kesimin yaşam biçimine verilen bir addır. Dolayısıyla, Batı Avrupa’da aristokrat kesime ait olan bir kavramdır. Eğer Batı Avrupalı yahut aristokrat değilseniz yaşam biçiminizin onlara benzemesi sizi bu kavram dahline sokmaz. Bu benzerlik sizi sadece medenileştirir(!). Bu yapıyı daha da özerkleştirmek adına terime bir tane ve biricik olduğu için özel isim niteliği atfedilmiş ve “Civilisation” olarak kullanılmıştır. Zamanla çoğul olarak kullanılıp dünyadaki diğer hayat tarzlarını da isimlendirir hâle gelmiştir. Avrupa bu sözde medenileşmeyi tüm dünyaya yaymak istemiştir. Hatta 19. yy.’ın ortalarında Fransız bir yazar İzmir’deki gözlemleriyle Türklerin tıpkı bir aristokrat gibi şarap içmeyi, dans etmeyi öğrendiklerini söyler, medeni hayata başladıklarını dile getirir. Medenî Avrupalılar bu yoldaki ilerlemelerini sömürge, diğer bir tabirle etnik temizlik üzerinden ilerletirler. Ancak Osmanlı Devleti’nin güçlü olduğu dönemde Afrika ve Avrupa’da bunu başaramazlar. Kırım Savaşı sonrası Osmanlı’nın zayıflamasıyla tüm dünya bu istilaya açık hale gelir. Medeniyet insanlığın zorunlu kaderi olarak görülür.
Batı’nın ulaşılması gereken mutlak hedef olarak gördüğü “medeniyet” öncesinde, toplumlar yaşam formlarına isim vermişlerdir. Medeniyetin varlığı Batı Avrupa’dan önce de olan bir kavramdı. Ancak farklı terimleri vardı. Örneğin İbn Haldun medeniyet için “Umran” kelimesini kullanır ki bu kelime ömürden gelir. Ömrün devamı için başta anne baba olmak üzere çevreye ihtiyaç vardır. Bu etkileşim medeniyettir yani insan tabiatı icabı medenidir. Bunun yanında alemin düzeni anlamına gelen “Nizam-ı Âlem” tabiri vardır. Bu tabir de medeniyeti veya İslam medeniyetini ifade etmektedir. Benzer şekilde” Dârü-l İslâm” tabiri de medeniyet anlamında kullanılır. “Dâr” Arapça ev anlamına gelir. Nasıl ki ev insanın ihtiyaçları doğrultusunda yaşarken tanzim edip düzenlediği yerse Dârü’l-İslâm da müslümanların kendi ihtiyaçlarına göre arzı, yerküreyi düzenlemeleri ve bunun neticesinde ortaya çıkardıkları düzendir.
Yazar, 1730’larda İngiltere’de hazırlanan 62 ciltlik bir ansiklopediden bahsederek Avrupa’nın İslam medeniyetini nasıl gördüğünü anlatmaya devam eder. Yazarımız söz konusu ansiklopediyle ilgili kaynakça, kapak sayfası gibi görsellere yer vermiştir.[3] Kolektif bir çalışmanın ürünü olan bu ansiklopedide Dünya tarihinin dönemlerinden söz edilir. Dünya tarihi “Antient” ve “Modern” olarak ikiye ayrılmıştır. Antik dönem, ilk insanın-Hz. Adem’in- cennetten yeryüzüne inmesiyle başlar, İslamiyet’in tebliği ile biter. Modern dönem ise Hz. Muhammed’in İslam’ı tebliğinden bugüne kadar gelir. Hatta bu tarihi ayrımı ele alan ansiklopedinin onuncu cildinde İslam’ın tebliği ile başlayan modern dönemi anlatan ilk cümle, “Şimdi kâinatın çehresinin değiştiği, tarihin daha ilginç bir dönemine giriyoruz.” şeklindedir. Eserde Hegel’in: “Bugün etkin ve güçlü olmayanların, geçmişte de bulunma hakkı yoktur; onların geçmişte ne kadar yer alacağına bugün gücü elinde bulunduranlar karar verirler. “ifadesine yer verilmiştir. İslam aleminin bugünün güçlüleri olması temennimizdir. [4]
Yazar: ”Mevcut halimle ben Almanya’ya bir konferansa gitsem, tıpkı bir batılı gibi de giyinsem onların materyalleriyle sunum da yapsam ben bir batılıyım dediğimde gülerler.” der. Yani bizim öyle bir özelliğimiz var ki Amerika’da da yaşıyor olsak, onlar gibi de giyinsek bizi batılı kılmıyor. Gazali “Bir mezhebin, bir görüşün künhüne vakıf olmadan onu eleştirmeye teşebbüs etmek, taş atmaktır.”[5] demiştir. Bizler batıyı, batıyla olan ilişiğimizi iyi bilmeli ona göre eleştirmeliyiz. Bu ilişkiyi bilmek bizler için hiç de zor olmayacaktır. Çünkü aşikârdır ki biz batıya çok uzak değiliz hatta ufkumuzdan faydalanacakları kadar yakınız. Bizden aldıklarını kendilerine uyarlamış, eleştireceğimiz bir boyuta taşımışlardır. Osmanlı Devleti ufkunda yaşayan batılı düşünürler zamanla Hristiyanlığın insan tabiatına uygun olmadığını fark ettiler. Tabiatlarına uygun bir din bulma arayışına girdiler ve çeşitli tespitler sonucu İslam’ı buldular. Bu tespitlere, eserde yer verilen Charron, Descartes gibi düşünürlerin görüşlerinde [6] rastlayabiliriz.
Bu sorunun cevabı modern medeniyet içinde “belirli bir belirsizlik” taşır. Bu belirsizlik sorulan soruya insanın nereden geldiğiyle ilgili verilen bireysel cevaptan kaynaklanır. Mevzu insan türünün gelişi evrimleşme teorisine bağlanır. Bu teori aynı zamanda bir sömürgedir. Evrimde en gelişmiş olan gelişmemiş olandan istifade eder. Bahsedilen durum ise Müslümanlara yakışmaz. Çünkü onlar ne sömürülen ne sömüren olabilir. Müslümanların “Nereden geldik, nereye gidiyoruz?” sorusunun cevabını bulması gereken yer apaçık Kur’an’dır. Biz Müslümanlar bu cevapların peşinden koşmalı, yeni sorular sormalı, Dünya’da olup bitenden kendimizi sorumlu tutmalıyız. Benliğimizi, eleştirdiğimizi iyi tanımalıyız. Üzerimize düşenlerden bîhaber yaşamamalıyız. Eser de bu amaç doğrultusunda üç soruyu esas almış ve bize çok şey kazandırmıştır. Fahreddin er-Razi’nin de dediği gibi “Bir şey yok demek henüz yapmadık demektir. Eğer dünyada adaletsizlikler, zulümler bu kadar yaygınsa bu Müslümanların adaleti ifa etme vazifesini yeterince yapmadığı anlamına geliyor.” [7] Bu sözde bahsedilen adaleti ifa etme gibi üstümüze düşen birçok vazifeyi layıkıyla yapmalıyız. Ancak bunu yaparsak bugünün güçlüsü olur ve geçmişimizi belirler, medeniyetimizi yaşatırız.
[1] İstanbul Üniversitesi-Cerrahpaşa, Eğitim Fakültesi öğrencisi, tugbauyar27@gmail.com
(Bu yazı Young Academia tarafından yürütülen, Ar. Gör. Elif Haksever yönetiminde “Modernitenin İzdüşümleri Yazarlık Atölyesi” kapsamında üretilmiştir.)
[2] Tahsin Görgün, a.g.e., s. 37,38,39.
[3] Görgün, a.g.e., s. 44,45,46,48,49.
[4] Görgün, a.g.e., s. 54.
[5] Tahsin Görgün, a.g.e., s. 61.
[6] Görgün, a.g.e., s. 73.
[7] Görgün, a.g.e., s. 112.