Ayşe Nihal Tekin [1]
Anadolu coğrafyasındaki Türk tarihini anlamak için sadece siyasi ve sosyal olaylara bakmak, tarihi belgelerden yola çıkmak yeterli olmayacaktır. Bunun için Anadolu’yu besleyen manevi membaların da incelenmesi ve anlaşılması gerekir. 13. ve 14. yüzyıllarda Anadolu, büyük bir yok oluşla karşı karşıya kalmışken bunun yanında muazzam bir dirilişin tohumlarını ekmektedir. Bir taraftan Moğol istilası (1220 –1265) ve yağmaları ile yangın yerine dönmüş fakat diğer taraftan ise; Horasan’dan Anadolu’ya akın akın gelen gönül erleri bu coğrafyayı şenlendirecektir. Bedenler açlık, kıtlık ve savaş ile harap olurken gönüller; Yunus Emre, Hacı Bektâş-ı Velî ve Mevlânâ Hazretleri ile tekrar dirilecektir. Bu dönemde Anadolu Türkçesinin en güzel örnekleri kendini gösterecek, bir ırmak gibi duru ama bir o kadar da coşkulu Türkçe, Allah’ın ilminin sırlarını ifade eden bir dil olarak gelişecektir. Arapça ve Farsçanın hem halk hem de yönetim nazarında rağbet gördüğü, Büyük Selçuklu Devleti’nin hukuk düzeni ve resmi yazışmalarında Farsçayı resmi dil kabul ettiği, edebiyatta Farsça pek çok eserin bu hevesle kaleme alındığı dönemde Yunus; arı Türkçesi ile şiir söylemektedir.
Anadolu’da anlatılagelen pek çok hikâyeden en çok ilgi göreni hiç şüphesiz, Yunus‘ un gönüllerimize düşmesine vesilen olan buğday talebi ile Hacı Bektâş-ı Velî’nin kapısına vardığı menkıbesidir. Yunus, açlıktan kıvrandıkları bir vakitte buğday ihtiyacı ile Hacı Bektâş-ı Velî’ye gitmek için yola koyulur. Ancak eli boş da gitmez. Heybesini yolda topladığı alıç meyvesi ile doldurup öyle varır o mübarek kapıya. Hacı Bektâş-ı Velî ondaki maşukuna varacak âşık istidadı fark etmiş olsa gerek ki kendisine himmet teklif eder. Henüz ham olan Bizim Yunus himmet yerine buğdayı tercih eder ve evinin yolunu tutar. Fakat yolda ne denli büyük bir teklifi reddettiğini fark eder. Telaş içinde Hacı Bektâş-ı Velî’nin kapısına koşar ama iş işten geçmiştir artık. Senin nasibin Taptuk Emre’dedir cevabını alır. Artık Bizim Yunus, Yunus Emre olma yolunda Taptuk Emre’nin dergahında usul usul yol almaya başlar.
İşitin ey yârenler aşk bir güneşe benzer
Aşkı olmayan gönül misal-i taşa benzer
Taş gönülde ne biter gönülde ağu tüter
Nice yumuşak söylese sözü savaşa benzer
Aşk var gönlü yanar yumuşanır muma döner
Taş gönüller kararmış sarp katı kışa benzer
O sultan kapısunda o hazret tapusunda
Âşıkların yıldızı her dem çavuşa benzer
Geç Yunus endişeden ne gerek var bu pîşeden
Ere aşk gerek ilkin ondan dervişe benzer [2]
Yukarıdaki beyitlerde de söylendiği üzere artık onun için aşk vardır. Kişi ne kadar sözünü yumuşak söylese de sanki savaş eder gibidir. Aşkın olmadığı gönül taştan farksızdır. İnsan gönlünde aşk olduğu takdirde güzelleşir, gönülleri yumuşatır.
Aşkı hem anlatıp hem tavsiye ettiği mısralarında duru Türkçenin gücünden yararlanır. Kelimeleri kullanışından dile ve tasavvuf ilmine hâkimiyeti anlaşılmaktadır. Halkın anlayacağı bir dille söylediği ilahiler tanınmasına vesile olur. Bizim Yunus, şiirleri ile gönül coğrafyalarını yeşertirken Taptuk Emre’nin dergâhına kapılanan Yunus’un seyr ü sülûkü devam etmektedir. Bu yolculukta öylesine gayretlidir ki dergâhın kapısından içeri eğri odun dahi sokmadığı dilden dile anlatılır.
Taptuk Emre’nin dergâhına ham iken giren Yunus’ un nasıl fenafillaha erdiğini kendi mısralarından öğreniriz:
Taptuğun tapusunda kul olduk kapısında
Yunus miskin çiğ idik piştik elhamdülillah [3]
Ten fanidir can ölmez gidenler gene gelmez
Ten fanidir can ölmez gidenler gene gelmez
Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil [4]
Mısralarında da Yunus için ten, su ve topraktan yaratılmıştır. Onun için bu beden geçici bir varlıktır. Ruha ise, insanoğlu yaratılırken Allah ruhundan üflenmiştir. Öyleyse ruh ölümsüzdür. Özünde Allah’ın pek çok esmasını barındırır. Tasavvuf anlayışına göre bütün kâinatı Allah kendi güzelliğini göstermek için yaratmıştır. Her bir varlık Allah’tan gelmiş yine ona dönecektir. İşte insan-ı kâmil bunun bilincinde olan, kendini ve Rab’ını bilen insandır. Yunus: “İnsan kendini bilmezse hayvandan beterdir.” der.
Yunus, seyr ü sülûkünden Risaletü’n Nushiyye adlı eserinde de bahseder. Mesnevi nazım biçimi şeklinde oluşturduğu eserinde tasavvuf yolculuğunda birbirine zıt, birbiriyle savaşan kavramları dile getirir. Mısralarına kulak verilmesi gerektiğini söyler.
Yunus Emre, eserine “tama-kanaat” kavramlarını anlatmakla başlar. Tama, açgözlülük dünya malına aşırı düşkünlük demektir. Bunun tam tersi ise kanaattir Yunus’a göre.
Ulu oğlı tama eyü iş itmez
Cihan mülki anun olursa yitmez [5]
Açgözlü olan kişiye dünyaları versen yetmeyecektir der mısralarında. Kanaat ise gönüllere dirlik düzenlik getirir. Kanaat sahibi olan, ilahi aşk şarabını içerek ebediyete ulaşır.
Eserde sözü edilen diğer iki zıt kavram ise; tekebbür ve tevazudur. Tekebbür, kendini büyük görme büyüklük taslama anlamına gelir. Seyr ü sülûk yolculuğunda olan kişi tevazu sahibi olmalıdır. Kanaat sahibi olan kişinin düşmanı kibirdir. İçindeki kibri öldürmeden gerçek dosta ulaşmak mümkün değildir.
Yunus Emre’nin üzerinde durduğu bir başka zıt kavramlar ise; öfke ve sabırdır.
Gözüme yüz bin er zerre görinmez
Hezâr arslan bana berre görinmez [6]
Buşu derler bana key bahaduram
Düzenlik bozmağa her (dem) kaduram [7]
Dizelerinden de anlaşılacağı üzere Yunus Emre, öfkeyi acımasız zalim bir savaşçıya benzetmiştir. Kendini böyle metheden öfke, diğer dizelerde akıl ile söyleşir. Akıl, öfkeye kapılan insanların yaptıkları her işin ziyan olacağını söyler. Sabırlı olmayı telkin eder. Buradan hareketle Yunus Emre kuyuya düşen Hazreti Yusuf’un kıssasını hatırlatır ve sabrı tavsiye eder.
Eserde karşımıza çıkan diğer iki kavram cimrilik ve cömertliktir.
Diyem sana bahîlün neyidüigin
Sakınır kendüden kendü yidügin [8]
Yunus’a göre cimri kimselerin kazancından kendine de başkalarına da faydası olmaz. Müridin mutlaka elindekini paylaşması gerekir. Hazreti Süleyman’a kalmayan bu dünya kimseye kalmayacaktır. Yunus Emre, cimriliğin zararlarından bahsederken Kuran’daki Karun kıssasından faydalanır. Yunus, cimri kimselere gönlünden cimriliği atmayı ve Allah’a yönelmeyi tavsiye eder.
Risaletü’n Nushiyye’de yer alan diğer kavramlar ise gıybet ve doğruluktur:
Gerek sen zengî vü pası yuyasın
Sana layık mıdur anı koyasın
Sakın katran kabına koyma balı
Ki nâzük yirdedür dostun visâli [9]
Yunus Emre kaba söz söylemeyi, gıybeti ve kini katrana benzetir. Katrana ise bal koyulmaz Yunus’a göre. Yunus, insanın gördüğünü söylemesinin gıybet; görmediğini söylemesinin ise büyük bir iftira olduğunu söyler. Böylece söz söylemin sosyal olarak taşıdığı öneme de dikkat çeker. Yunus’a göre insan kendine dönmelidir. Kendiyle meşgul olmalıdır. Böyle olduğunda başkalarının kusurlarını eksiklerini görmeyecek, gıybet bataklığına da düşmeyecektir.
Yunus, Risaletü’n Nushiyye’de bu kavramlar üzerinden insanlara nasihatlerde bulunur. Yaptığı benzetmeler, kullandığı imgelerle okuyucularını tasavvufi bir yolculuğa da çıkarır. Aynı zamanda güzel ahlakın nasıl olabileceğinin de ip uçlarını verir.
Diğer taraftan bu eser, İslamiyet’le birlikte Türk ruhunda meydana gelen değişikliği de göstermektedir. İslamiyet öncesinde kılıç kuşanan, at binen, daha çok savaşçı ve kaba kuvvete dayanan alp tipinden veli tipine bir yönelim olduğu hissedilir. Yunus eserinde; “Eski Türk akıncısını atından indirir, elinden kılıcını ve okunu alır onu kendi içinde sefere davet eder.”[10]
Yunus’un bahsettiği kavramlar her ne kadar bireyi ilgilendirse de bireyin özünde aslında toplumu da ilgilendirmektedir. Ahlaki gelişimini tamamlamış, gıybetten uzak duran, insani erdemlere sahip bireyler sağlıklı toplumu da oluşturacaktır. Özellikle Anadolu’da toplumsal sıkıntıların yaşandığı, bir buhranın hâkim olduğu dönemde Yunus Emre’nin yanı sıra Mevlânâ, Hacı Bektâş-ı Velî gibi gönül dostları toplumu inşa eder. Böylece sonrasında kurulacak imparatorluğun hem ahlaki hem manevi temelleri de atılmış olur.
Bizim Yunus’u Yunus Emre yapan sadece şiirlerinde işlediği konular değil aynı zamanda eserlerindeki üsluptur da. Onun şiirlerinde Divan şairlerindeki gibi süslü sanatlı bir üslup aramamak gerekir. Her ne kadar Divan edebiyatının en sevilen nazım biçimlerinden mesneviyi kullanmış olsa dahi eserin yazıldığı dönem sebebiyle de dil oldukça yalın, kullanılan sanatlar ise sınırlıdır. Yani onun şiirlerinde esas olan dile getirmeye çalıştığı düşüncedir. Yunus Emre’ye mal edilen sehl-i mümteni tarzını Risaleti’n Nushiyye’de de görmek mümkündür. Sehl-i mümteni, zahmetsizce söylenmiş gibi duran ama anlam derinliği olan demektir. Eski Anadolu Türkçesinin ilk örneklerinden sayılan bu eserde dolayısıyla oldukça yalın bir dil dikkat çeker. Yer yer Arapça Farsça tamlamalar kullanılmıştır ancak bunlar oldukça basit düzeyde halkın bildiği kelimelerden ibarettir.
Mesnevi nazım biçimiyle yazılmış bu eserde ölçü, kafiye kullanımında hatalara denk gelinebilir, belki dili yavan da bulunabilir ancak bu eseri yüzyıllar ötesinden günümüze taşıyan yalnızca dil ve üslubu değildir, Yunus’un samimi duyguları ve güzel ahlakı ile Allah’a kavuşma, onun sevgisini kazanma arzusudur.
Yunus Emre, yüzyıllar geçse de değişmeyecek evrensel ahlak anlayışını anlatmak, geçici olandan daimi olana toplumu taşımak, seyr ü sülûk yolculuğunda ve dahi Taptuk Emre’nin dergahında heybesine doldurduklarını insanoğlu ile paylaşmak niyetiyle eserini oluşturmuştur. Zaten Yunus Emre’yi gönüllerimize sultan yapan da bu değil midir?
Bizim Yunus’tan Yunus Emre’ye PDF
[1] Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni, aysenihaltekin@gmail.com (Bu yazı Young Academia tarafından yürütülen Doç. Dr. Sema Noyan yönetiminde “Şiir Okumaları ile Şahsiyet Eğitimi Yazarlık Atölyesi” kapsamında üretilmiştir.)
[2] Umay Günay, Osman Horata, Risaletü’n Nushiyye, Akçağ Yayınları, Ankara 2019, s. 29.
[3] Günay, Horata, a.g.e., s. 36.
[4] Günay, Horata, a.g.e., s. 37.
[5] Günay, Horata, a.g.e., s. 77.
[6] Günay, Horata, a.g.e., s. 83.
[7] Günay, Horata, a.g.e., s. 85.
[8] Günay, Horata, a.g.e., s. 86.
[9] Günay, Horata, a.g.e., s. 87.
[10] Mehmet Kaplan, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar, Dergâh Yayınları, İstanbul 2021 s. 39