Ahmet Gürapaydın [1]
Diyet kültürünün toplumu sarıp sarmaladığı bu dönemde kilo kontrolü sağlamak ve bedeni arzulanabilir kılmak insanların yaşam amaçları arasında ön sıralara yükseldi. Yemeğin bize anlattıkları kitabında Psikolog Begüm Ceren Yüksel, yaşamın ve canlılığın temeli olan beslenme temelinden hareketle beden üzerine kurulan bu baskıyı ele alıyor.
Kilo alıp vermek doğal bir durumken, şeklin aşırı değerli hale getirilmesi, beslenmede önemli bir yer tutan açlık tokluk sinyallerine göre yemeyi ayrıca çeşitli besin gruplarını tüketmeyi engelliyor. Bu durum yazar şöyle ifade ediyor: Kilonun, şeklin ve yemeğin aşırı baskı altında olmasının normalleşmesi geriye, kendi bedeninden, dolayısıyla deneyimlerinden uzaklaşmış bir insan bırakıyor. Akışta olmayan, sürekli kontrol altında kalması gereken insan, kendi varlığına sıkışıyor.[2] İnsan bedensel varlığına sıkışıyor, var olmanın güzelliğini yaşayamıyor. Oluşan kilo ve şekil kaygıları, kesintiye uğratılması mümkün olmayan insan varlığını neredeyse gölgeliyor. Kilo- yemek beklentilerini karşılayamadığında insan kendini âdetâ hiç gibi görebiliyor.
Kitap, her ne kadar yemek ve yeme bozukluklarını anlatsa da aslında, kendimiz ve varlığımız hakkında derinlikli düşünebilmemiz için bir çerçeve sunuyor. Kitap 8 bölüm 183 sayfadan oluşmuş. Seans odası başlıklı son bölümde, kurgusal bir vaka analizi yapılarak, bilgiler daha somut hale getirilmiş.
İlk bölümde yeme bozukluklarına genel bir bakış sunuluyor ayrıca bu bölümde çarpık yeme davranışlarının altında yatan psikolojik ihtiyaçlar anlatılıyor. Çarpık yeme davranışlarının kişinin yaşamında başarmak isteyip başaramadığı şeyleri, nesne olarak gördüğü bedenini kontrol ederek, gerçekleştirmeye çalıştığı vurgulanıyor. “Her şey kontrolümden çıkıyor gibi hissettiğim de geriye kontrol edebileceğim tek bir şey kalmıştı: bedenim…”[3]
Yazara göre yeme bozukluklarının çıkış noktası, hayatta kontrol edilemeyen durumları kontrol etmek maksadıyla, şeklini, kilosunu ve yemesini kontrol altına almak.
İlişkilenmenin temel hali yemek başlıklı ikinci bölümde ise, erken dönem çocukluk yıllarından başlayarak erişkinlik dönemine kadar yemek yemeyi nasıl öğrendiğimiz anlatılıyor. Erken dönem çocuklukta bakım verenin ruh halinin bebek üzerinde etkisinin büyük olduğu, bebeğin yemeye hayır demesinin saygı ile karşılanması durumunda benlik gelişiminin olumlu etkileneceği vurgulanıyor. Duygularını fark etmeyen annenin varlığında bebeğin sesinin gittiği yer boşluktur. Bebek şu mesajı alır: duygular görmezden gelinecek şeylerdir.[4] Sonraki dönemlerde ihtiyacı kadar yeme becerisinin temelleri bu dönemde atılıyor. Bakım veren bebeğin yemeye hayır cevabını saygı ve şefkatle karşılamalıdır. Artık bebek için “hayır”, istemediklerini ifade edebileceği, kendine bir alan açabileceği yardımcı bir sözcük olacaktır.
Çocukluk dönemi beslenme öğreniminde, rol-model alma ve ceza-ödül sisteminin etkili olduğu kitapta vurgulanıyor. Örneğin özel günlerde yenenlerin, misafire ikram edilenlerin, çocuk ağladığında onu yatıştırmak için verilen yiyeceklerin ileri yaş besin tercihlerinde etkili olduğu anlatılıyor. Ayrıca bakım verenin yiyerek rahatladığının çocuk tarafından görülmesi de besinin rahatlamak için kullanılan bir nesne olduğunu öğrenmesini sağlayabiliyor.
Ergenlik ve erişkinlik döneminde beslenmeyi nasıl öğrendiğimizle ilgili ise yazar şu bilgilere yer veriyor; Ergenlik döneminde çevremizde bizi duygusal anlamda tutacak biri yoksa bedenimiz, beslenerek güçlü olmak ve yükleri taşımak ve sakinleşmek, görevini üstlenir. Çocukken beslenme ve sevilmek haz kaynağı iken, ergenlikte farklı haz kaynakları bulunamazsa çocukluktaki rahatlama yolu devam ettirilir. Duygulara tahammülün gelişmesi için ailede güven ortamı ve anlayış önemlidir. [5]
Erişkinlik dönemi sorumluluklar, beklentiler, üstlenilen roller sebebiyle şayet bir de yeterli olgunluk mevcut değilse zamanda sıkışma görülür. Bu sıkışıklık yemek yemeye ve yemek hazırlamaya vakit ayıramama ve hızlı yemek yeme durumu doğurur. Yine bu dönemde geçmişte öğrendiğimiz haz kaynaklarını kullanırız. “İş hayatı yorucudur ve güçlü olmak için çok yenmelidir.” düşüncesi bu dönemde hâkim olabilir. [6]
Kitabın üçüncü bölümünde zihin ve beden bütünlüğünün öneminden bahsediliyor. Yazar zihnin ve bedenin ayrı ayrı ele alınamayacağını, birisi bozulacak olursa diğerinin de zamanla bozulacağını vurguluyor.
Yazar üçüncü bölümde; “Sanki bedenimizle ilgili problemi çözebilirsek (örneğin kilo verirsek) yaşadığımız sorunlar tamamen ortadan kalkar” düşüncesinin yeme bozukluklarında hâkim oluğunu söylüyor.
Yeme bozukluğu olan kişiler zihinlerindeki sorunu çözmek için bu anlamda bedenlerini bir nesneye dönüştürmüş oluyorlar. Yazar bun şöyle açıklıyor; “Oysa zihinsel olanı ifade etmediğimizde veya kendimizi ifade edecek muhatap bulamadığımızda zihnimiz kendini ifade etmeyi bedene yüklüyor.[7] Artık beden zihinde eksik olarak belirlenen beklentileri karşılamakla yükümlü cansız bir nesne görevi üstleniyor.
Yazara göre yeme bozukluklarında nesneleşmeyi kolaylaştıran diğer mekanizma ise; bir ötekinin içinde bedensiz geçirdiğimiz süre (hamilelik) ve nihayetinde ondan doğmamız, onun beklentilerine göre kendimizi ve bedenimizi konumluyor olmamız. Bu durum bedenimizi varlığımızın dışavurumu olarak değil, ötekinin nesnesi olarak görmemizi sağlıyor. Dolayısıyla ötekinin arzusuna göre şekillenmek bedenimizi cansız nesne haline getiriyor.[8]
Yazara göre zihinsel olarak zorlandığımız şeylerin farkına varmalı, çevremizin bize sevgiyi nasıl verdiğini fark etmeliyiz. İnsanların ve bizim zihnimizdeki beklentilerimizi yeniden gözden geçirmeliyiz.
Bedenimizde var olmayı deneyimlemek yerine kilo, ölçüler ve ötekinin onayını esas alıyoruz. Dolayısıyla doğal ihtiyacımız olan beslenme ötekinin kontrolüne geçmiş oluyor. Yemek yemek yerine sürekli kontrol etmeye çalışmak bizi cansızlaştırıyor. Yemek yemenin yaşattığı duygulara karşı duyarsızlaşıyoruz. Bu cansızlaşma beden sınırlarımızı yok saymamıza yol açıyor. Beden sınırlarımızdan uzaklaştığımızda adeta ölümün ve yaşamın sınırlarında dolaşıyoruz.[9] Örneğin kilo almayı veya bizden beklenildiğini düşündüğümüz beslenmeyi gerçekleştirememeyi ölümle eş değer algılıyoruz.
Mesela yemekten sonra doğal olarak karnımız bir miktar şişer ya da akşam saatlerinde sabaha göre karnımızı daha gergin hissederiz. Sosyal ortamlarda yediklerimiz bazen planladığımız şeyler olmayabilir. Herkesin doyduğu bir yeme ortamında kendimizi hala aç hissedebiliriz. Tüm bunlar ve daha fazlası beden deneyimlerimizdendir. Bunlarla savaşmak, sürekli kendimizi bir ötekine göre programlamak, bedenimizi nesneleştiriyor.
Yazar sonuçta güvenlik hissimizi kaybettiğimizi iddia ediyor. Güvenlik hissimiz yoksa dünya ve ötekilerine kabuk örüyoruz. Bu halde kişi yutulmaktan (ötekinin yutup yok etmesinden) korkuyor. İlişkiler boğucu yutan ve sıkıştıran hal alınca dünya ile ilişkimizi keserek, ötekilerden uzaklaşarak baş etmeye çalışabiliyoruz.
Ötekinin varlığı sınırlarımızı delince içimizde kendimize yer kalmayabiliyor. Bu durumda içimizi hiçbir şey almayana dek bir nesne (besin) ya da bir amaç ve durum ile doldurabiliyoruz.
Yazar yeme bozukluklarında yutulma korkusunun olduğunu, bununla başa çıkmak için ise yemek miktarının arttırıldığını, bu sayede bedenin görünmekten rahatsız olunan iri bir forma sokulmaya çalışıldığını söylüyor. Veya yutulmaktan korunmak için sosyal ilişkilerden olabildiğince uzak kalındığını belirtiyor.
Bu bölümde ayrıca yeme bozukluğu olanların, hayatın doğal akışı içinde var olan kaybetme ve terk edilme korkusu ile baş etmekte zorlandıkları anlatılıyor. Yazara göre yeme bozukluğu olanlar kaybetmeyi ve terk edilmeyi de beden ve yemek üzerinden değerlendiriyorlar. Artan kaygı her an kötü bir şey olacak gibi, sahip olduğumuz her şey elimizden kayacak gibi hissettirir. Dünya tekinsiz, tehlikeli bir yer olarak deneyimlenir. Kendimizi tüm dünyaya kapatmak isteriz. Görülmeyecek kadar küçük olmak zayıf olmak çözüm gibi gelir.[10]
Kitabın dördüncü bölümünde yeme bozukluğu yaşayanların yoğun hissettiği ve yabancı oldukları duygular ele alınıyor, adeta bu duygular onlara yeniden tanımlanıyor.
Yazarımız duygularla ilgili şunları söylüyor; Duyguları yaşamanın kılavuzu yoktur. Yaşanan olay anında duygular birden fazla olabilir. Duygu durumlarımız kalıcı değildir. Duygular bizi bir yere harekete yönlendirir fakat yapılması gerekeni söylemezler. [11]
Yazarımız Yüksel’e göre yeme bozukluklarında duygular bağımsız, dışarıda ve kişiye ait olmayan bir yerde yaşanıyor. Duygular bedende yaşansa da yeme bozukluklarında duygular, bu bedenden ayrı bir varlık olarak, görülüyor. Dolayısıyla yeme bozukluğu olan bireyler duygular karşısında kendilerini, duygulardan bağımsız bir yerde, konumluyorlar. Duygu kontrollerini beden üzerinden sağlıyorlar. Örneğin; öfke bedenine öfke, suçluluk bedeni cezalandırmak ya da kaygı-korku hızlı kalp çarpıntısı, utanma bedeni saklamak şeklinde yaşanıyor.
Duygular beden üzerinden değerlendirilip, zorlayıcı duygulardan vazgeçmek için bedenden uzaklaşma yolu seçiliyor. Yeme bozukluklarında duygulanım süreçlerinde beden yalnız bırakılıyor, örseleniyor, adeta bedene yükleniliyor.
Yazara göre duyguları anlamak, ne ifade ettiklerini ve ne istediklerini duymaya çalışmak yeme bozukluklarını anlamanın ön koşuludur. Olağan dışı yeme davranışlarının altında yatan duygu incelendiğinde olağan dışı yeme davranışları çözülebiliyor. Duyguları bastırmanın, yok saymanın yeme bozukluklarındaki olumsuz etkilerine değinen Yüksel, reddedilen duyguların tortulaşıp katılaştığını, açığa çıkmayan duyguların eninde sonunda bir kanal bulup kendini dışarı attığını belirtiyor. Yeme bozukluklarında duyguların açığa çıktığı kanal anormal beslenme davranışları oluyor. Örneğin; ayrılmaya dair kaygı, kendisini yeme ile ilişkili bozukluk olarak gösterebiliyor.
En ufak şeylere patlıyorum diyen bir kişi aslında oradaki ufak şeye patlamıyor olabilir. Tüm duyguları ve duyguların çıktığı durumları kademeli biçimde açmak, tortulaşan duyguları hafifçe kırmaya başlamak, yeme bozukluğu semptomunun katılığını azaltmanın yegâne yoludur. [12]
Kitabın beşinci bölümünde sosyal beden kavramı ele alınıyor. Bedenimizin varlık göstergemiz olması dolayısıyla bize özgü olduğu fakat toplumun bedeni kontrol edilmesi gereken, belli standartları olan, şekillendirilmesi gereken bir nesne haline getirdiği okuyucuya fark ettiriliyor. Özellikle sosyal medyanın bedenin içini boşalttığı, kişiliksizleştirdiği belirtiliyor. Beklentilere cevap verecek bedeni arzulayarak bedenden uzaklaşmak, iç duyumların sesini yükseltir. Arzulanan kadın-erkek imgesi, bedene yabancılaşmayı doğurur. Yeme bozukluklarını arttıran şey bedene yabancılaşmadır.[13]
Nesneleşen kişinin kendine ait dünyası, arzu ve ihtiyaçları olduğu görülmez. Onun görevi nesneleştirenin arzu ve ihtiyaçlarıdır. Kişi ötekinin beklentilerini karşılayacak bir nesne görevi görür.[14] Beden, tek özelliği her zaman burada olmak olan dışarıdaki nesnelerden herhangi biri değildir. Onun kalıcılığı, hakiki nesnelerin, gözden kaybolabilen nesnelerin göreli kalıcılığına temel oluşturan mutlak bir kalıcılıktır.[15]
Kitabın altıncı bölümünde kökten uca aileler ve yeme bozuklukları başlığı altında yeme bozukluğu ile sonuçlanan aile yapıları ele alınıyor.
Bu bölümde yukarıda anlatıldığı gibi, çocuğunu kendinden ayrı bir varlık olarak görmekte zorlanan bakım verenlerin olumsuz davranışlarından bahsediyor. “Annemin bana bakışını hatırlıyorum. İğrenç bir şeye bakıyor gibiydi. İlk başlarda ne olduğunu anlayamasam da bu şeyin bedenim olduğunu kavradım.” [16]
Yeme bozukluklarını önlemek için yazar ailelere şu tavsiyede bulunuyor; Önemli olan mükemmel ebeveynlik yapmak değil, yeterince iyi bir ebeveynlik yapabilmektir.[17] Kitabın yedinci bölümünde yeme bozukluklarının oluşumu ile ilgili cinsellik ve travma konseptleri ele alınıyor. Bunlardan ilki olan cinsellik, kendiliğin dışavurumu, ilişkilenmek, iletişim aracı ve üretmek iken yeme bozukluklarında cinsellik yazara göre utanç kaynağı olarak görülüyor.
Yeme bozukluklarında utanç kaynağına dönüştürülen beden ve duygularla ilgili yazar şu ifadelere yer veriyor; “Bu nedenle madden uzaklaşılamayan bedenden zihnen uzaklaşılır. Beden utanılan nesne gibidir. Saklanır, duygu ve düşüncelerden de bedenle birlikte uzaklaşılır. Duygu ve düşünceler bedenden ayrıştırılır. Nesne olan bedene odak artar. Bu odak ötekinin bedenini nasıl gördüğü şeklindedir. Ötekine göre kendi bedenin nasıl olduğunu anlamaya gayret artar.”[18]
Bu bölümde yazar yeme bozukluğu olan kişilerin hissettikleri arzularla çatışma halinde olduğunu iddia ediyor. Arzuları tatmin etmek, arzulara boyun eğmek, çatışmayı kaybetmek anlamı taşıyor. İçten ve yoğun hissedilen arzular zorlayıcı ve kontrolden çıkma tehlikesi barındırıyor. Bu nedenle yeme bozukluklarında hissedilen her arzunun ehlileştirilmesi gerekiyor.
Yüksel’e göre çoğu yeme bozukluklarında arzu, tek bir kaynak olan yemek olarak, şekilleniyor. Yemeye duyulan arzu kişinin dünyasını yoğun şekilde kaplıyor. Hatta yemeye göre diğer arzular geri planda kalıyor. Yemeye duyulan arzu ise beraberinde kontrolsüzlük anlamı taşıyor. Cinsellik bir keyif kaynağı değil, hissedilenleri baskılamanın ve tıkamanın bir aracı olarak görülüyor. Sonunda kişi cinsellikle de yemekte olduğu gibi, hissettiği boşluğu dolduramıyor. Oluşan hayal kırıklığı kişiyi yaratıcılıktan ve ilişkilerden uzak, hareketsiz ve cansız hissettiriyor. Cinsellik ve arzu yani keyif ve canlılık kişinin deneyim alanından uzaklaşıyor.
Yazar yeme bozukluğunu oluşturan ikinci konsept olan travmayı şu şekilde tanımlıyor. “Travma, gerçekleşen olayın kişi tarafından ele alınış şeklidir. Yaşanılan güç deneyimi içselleştirmek için zaman ve desteğin olmaması travmayı oluşturur.”[19] Travma ruhsal anlamda taşıyabileceği yükün fazlasını yüklenmektir. Kişi bu yükü taşıyabilmek için içsel parçalara ayrılır. Olayla ilgili duygu ve düşüncesi bilinç düzeyinde bulunmayabilir. Tüm bu koşullarda bir kopukluk hali söz konusudur. Kendilik, zaman ve mekânda süreklilik gösteremez. Yeme bozukluğunda da kendilik benzer durumdadır. O an için yapılan bedene müdahale (travma) kontrol edilememiş olsa da, bedenini kendisi kontrol edebilir. Bedeni ve bedene girecek olanları kontrol etmek bir nevi travmayı ve etkilerini kontrol etmektir. [20]
Kitabın sekizinci bölümünde kontrolsüz yemelerin yeme bağımlılığı mı? Yeme bozukluğu mu? olduğu sorusu cevaplandırılmaya çalışılıyor. Yazar; “yeme bağımlılığının” mevcut fakat deneyimlenmek istenilmeyen bir duygudan bir şeyler yiyerek hızlıca çıkmak isteği olduğunu, “yeme ataklarının” ise bedensel beklentilerin karşılanmamasından ötürü kendine duyulan öfkenin sonucu olduğunu anlatıyor.
Kitabın seans odası isimli dokuzuncu ve son bölümünde 4 yıl süren kurgusal bir vaka örneği üzerinden buraya kadar anlatılanlar somutlaştırılmaya çalışılıyor. Yemekle kurulan ilişkinin benzerinin insanlarla ilişkilerde de olduğu, duyguları yaşamamak için vakanın kendini yemekle nasıl tıkadığı, kökleşmiş düşüncelerin, değişmesinin zaman alacağı ancak sabır-emek ve sevgi ile yol kat edilebileceği okuyucuya fark ettirilmeye çalışılıyor.
Sonuç olarak; yemeğin bize anlattıkları kitabı bu alanda çalışan psikolog, diyetisyenler ve konuyu merak edenler için derleme kaynak niteliği taşımaktadır. Yeme bozukluğu olanların alanında uzman kişilerin rehberliği olmadan kitaptaki bilgileri anlayıp kavraması, hayatına ve beslenmesine kalıcı şekilde yön vermesi zor görünüyor. Çünkü yeme bozuklukları bilişsel bir durumdur. Bu vakalarda her ne kadar ilerleme kaydedilse de, eski çarpık düşünceler fark etmeden tetiklenebilir. Hastanın tetiklenmeleri fark edip sağlıklı davranışlarına devam etmesi zordur.
Kitapta yeme bozukluklarının bilişsel bir durum olduğuna neredeyse hiç değinilmemiştir. Yeme bozukluğunun her an tetiklenebilir olduğu gerçeği kitapta es geçilmiştir. Ayrıca yeme bozukluğunu tetikleyen şeylerden de bahsedilmemiş, yeme bozukluğundan özgürleşmek için tetikleyicilerden kaçınılması öğütlenmemiştir. Yine kitabımızda sağlıklı yaşamın (iyi uyku, sosyal olmak, sağlıklı beslenme, fiziksel aktivite ve hobiler) psikolojik durumu iyi yönetmede etkilerinden hiç bahsedilmiyor. Oysa sağlıklı yaşam tekniklerinin kişide oluşturacağı yeni bilişsel durum, yeme bozukluğunun çarpık bilişsel etkilerini yadsınamaz ölçüde hafifletebilir. Kaynaklar bölümünde yeme bozukluklarının daha iyi kavranması için kitap önerisi yapılmıştır.[21]
Varoluş Kaygılarımız ve Beslenme PDF
[1] Hacettepe üniversitesi, Beslenme ve Diyetetik bölümü, Diyetisyen, diyamerahmet@gmail.com (Bu yazı Young Academia iş birliğinde Prof.Dr Hasan Hüseyin Eker yönetiminde “Halk Sağlığı Atölyesi” kapsamında üretilmiştir. )
[2] Begüm Ceren Yüksel, Yemeğin Bize Anlattıkları, Heyomola Yayınları, 2023 a.g.e., s.9
[3] Yüksel, a.g.e., s.11
[4] Yüksel, a.g.e., s.31
[5] Yüksel, a.g.e., s.36
[6] Yüksel, a.g.e., s.39
[7] Yüksel, a.g.e., s.43
[8] Yüksel, a.g.e., s.45
[9] Yüksel, a.g.e., s.46
[10] Yüksel, a.g.e., s.58
[11] Yüksel, a.g.e., s.60
[12] Yüksel, a.g.e., s.79
[13] Yüksel, a.g.e., s.83
[14] Yüksel, a.g.e., s.88
[15] Yüksel, a.g.e., s.80
[16] Yüksel, a.g.e., s.96
[17] Yüksel, a.g.e., s.117
[18] Yüksel, a.g.e., s.119
[19] Yüksel, a.g.e., s.123
[20] Yüksel, a.g.e., s.124
[21] Yeme bozuklukları ve bilişsel davranışçı terapi, Dr.Christopher G.Fairburn, (Dr.Burcu Sevim, Gamze Tezcan), Pikonet yayınları, İstanbul 2020 , ISBN 9786056950469