Merve Altın Kapcı [1]
Erzurumlu bir ailenin çocuğu olan Nurettin Topçu, 20 Kasım 1909’da Süleymaniye’de doğdu. Erzurum’un Ruslar tarafından işgali sırasında dedeleri orduda topçu olduğu için Topçuzâdeler lakabını almışlardı. Çocukluğu savaş yıllarına denk gelen Topçu; bu çalkantılı dönemi kitap, gazete ve şiir aşkıyla geçirmişti. Türkçe öğretmeni Nâfiz Bey ona Mehmet Âkif sevgisini aşıladı. İstanbul Erkek Lisesi’nden sonra eğitim için Fransa’ya gitti. Görüşlerinden etkilendiği aksiyon (hareket) felsefesinin kurucusu Maurice Blondel’i burada tanıdı. Mistik konulara ilgisi Massignon’ da etkisiyle İslâm tasavvufuna, özellikle vahdet-i vücûd felsefesine doğru gelişti. Avrupa’da ahlak üzerine çalışan ilk Türk öğrenci olarak “İsyan Ahlakı” başlıklı tezi ile Sorbonne’da üstün başarı kazandı. Bu başarısın karşılığında Sorbonne Üniversitesi’nin giriş ve çıkış kulelerinde yirmi dört saat ay yıldızlı Türk bayrağının dalgalanmasını istedi ve bu isteği kabul edildi. Fransa’da kalması yönündeki ısrarları kabul etmeyerek ülkesine hizmet için Türkiye’ye döndü. Pek çok farklı okulda görev yapan Topçu, Türkiye’nin ilk İmam Hatip Lisesi olan İstanbul İmam Hatip Lisesi’nin açılması için Celalettin Ökten Hoca ile fedakârca çalıştı. Türkiye’nin yakın tarihine iz bırakan pek çok öğrenci yetiştirdi. Bu sırada Bergson’la ilgili teziyle felsefe doçenti unvanını aldı. Alanında bunca başarısına rağmen İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi kurullarınca Topçu, akademik kadroya tayin edilmedi. 10 Temmuz 1975’te vefat etti.
Fikirleri: Topçu, manevi dünyasını inşa gayesi ile Abdülaziz Bekkine Efendiye intisap etti. Türk Kültür Ocağı ve Milliyetçiler Derneğinde fikri ve siyasi faaliyetlerini yürüttü. Anadolu coğrafyası, Selçuklu-Osmanlı tarihi tecrübesi merkezinde İslam ve tasavvuftan Batı dünyasının insanlık tecrübesine uzanan bütüncül ve aksiyoner bir ahlak anlayışına sahip olan Topçu’nun, çıkardığı derginin adının Hareket olması bu sebeptendir. Anadolu milliyetçiliğini İslam merkezli yorumlamış; Turancılığı, ırkçılığı, topraktan kopuk milliyetçiliği eleştirmiş ve İslamcılığa mesafeli yaklaşmıştır. Doğu, Batı ve İslam medeniyetlerini kıyaslamış, güç ve teknolojiye döneminin yorumlamalarından farklı bir bakış açısı getirmiştir. [2]
Var olmak, her beşerin şu dünyada harcadığı tüm çabaların nihai gayesidir. İnsan var olmak için yaşar. Peki nasıl var olunur? Eserde; insanın çektiği var olma sancısını ve bu sancıdan yola çıkarak insanın gönül dünyasının var olma noktalarını irdelenmektedir. Fizikten, kimyadan, akıldan, zihinden öte gönül ile var olabilmenin varlığı hissedebilmenin anahtarlarını verir. Çeşitli gazete ve dergilerde insanın varoluşunu etkileyen kavramlara dair yayımlanan makaleleri “Düşünceler” ve “Duyuşlar” bölümleri altında toplanmış ve kitap haline getirilmiştir. Biz de tahlilimizde benzer makaleleri birleştirerek ortak başlıklar halinde irdelemiş olacağız.
Var Olmak: Var olmayı “istemek ve sevmek”[3] olarak tanımlar Topçu. Bu şekilde var olabilmenin anahtarı ise hür harekettir. İnsan kendi isteklerini aleme entegre etmeye çalışırsa kâinatın yüreğine set çekmeye çalışıyor demektir. Alemin kalbini kendi varlığına sığdırdığında ise ilerleyiş başlar. Alemin külli varlığına dayanmayan şahsi istekler; varlığı unutturur, alemden kopartır. Nefsin tatmini arattırır ama ruhu en tatminsiz noktaya götürür. Gerçek manada var olmak kendi varlığını sonsuzlukta aramakla mümkün olur. Bu da insanın hareket ve düşüncesini sonsuzluğa istinat ettirmesidir.
Bilgi: Bilginin altında inanış ve sevgi yatar. İnsan tanır, tanıyınca sever, sevince yaşar yaşatır. İnanılmayan bilgi, yabancıdır; tatmin vermez. Şahsileştirilmediği için kopup gitmesi an meselesidir. İnancın başladığı yerde aleladelik biter. Umumi görüşler taklit ile kazanılan alelade görüşlerdir. Şahsiyetle kökleşmez. İnanılanın ve sevilenin karaktere etkisi vardır. Bunun çürütülmesi çok zordur. İnanmak imtihandır. Ona aşk ile bağlı olanlar kazanabilir. Milli kültürün dirilmesi için nesiller inanmayı ve sevmeyi öğrenmelidir.
Bilme kavramını açıklarken bir tezatlıktan bahseder Topçu. Aramızda en çok bilenler, insan münasebetlerine vakıf olan tüccarlar ve diplomatlardır ve en bedbahtlar da onlardır. Çünkü gerçek bilgi hadiselerin akışını değil hikmetini bilmektir. Sırrını çözmektir. “Bilen kendi varlığından yukarılara tırmanandır”[4] der Topçu. Kendi ölçüsü ile kâinatı ölçen, kâinat sahnesinde yalnız kendini görür ve anlar. İnsanın selametinin ilk adımı, sonsuzluğa çevrilen samimi istektir. Bu isteği sevmeli, elde etmelidir. Gerçek bilgi sevdirir, affettirir, sabrettirir çünkü bilen hakkı bilir onda yaşar.
Bilginin dereceleri vardır. Varlığı akıl, duygu, sezgi, aşk, ihtiras ve merhamet ile tanırız. En ulvi derece olan merhamet Allah’la buluşma halidir. Merhamet diğer tanımlarla karışmazsa onlar sakat ve sefil olur. Merhametsiz ilim, bir sihirbazlık; merhametsiz aşk, cinayet veya cinnettir. Merhametsiz ihtiras zulüm olur. Bu ruh hâlinin her birisi aynı zamanda merhametin farklı bir yansımasıdır. İlim, alemdeki hakikat karşısında düşüncemizin merhametli duruşudur. Bir kelime ile insan bütün bir merhamettir. Merhametin olmadığı yerde insan yoktur.
Düşünme: Düşünme kavramını açıklarken hissiyatın düşünce ve aksiyon üzerindeki ciddi etkisinden bahseder. Düşünmeden önce hissederiz. Bu hissiyat bizim zevkimize ve isteğimize cevap olur. Faydalı bir zevkse o hisse hakikat elbisesi giydiririz, aykırı ise hata olarak itham ederiz. Bir fikrin hakikati iştahlarımızın emrindedir. “Dünyamızı hakikat değil iştahlarımızla görüyoruz.”[5] İhtiras sahasındaki bütün aykırılıklar bizi hakikatten uzaklaştırır. Fikirlerin doğruluğu hususunda kullandığımız ölçüyü genişleterek hakikati arayabiliriz. Bu ölçü ferdiyetten sıyrılarak genişlediğinde daha çok hakikate ulaşacağız. Bu ölçü sonsuzluk olduğunda da mutlak hakikate ulaşmış olacağız. İnsanlık ancak sonsuzluğa sığınarak ve dayanarak hayatına bir hikmet, düşüncesine bir destek bulabilir.
Aşk ve Ölüm: Yazarımız aşkı; “Kalabalık şuur hallerinin toplu halde şuura yaptığı baskın”[6] olarak tarif eder. Adeta bir sel geçiyor gibi duygu, düşünce ve kararlar aşkın baskını ile dolar. Bu baskınla ruhta hesap, menfaat, kin, kalmaz. Aşkın en son yok ettiği şey ölümdür. Aşk, ölümden kurtaran kuvvettir. Aşk bir hürriyettir. Topçu’ya göre bu hürriyeti kazanmak için akıldan sıyrılmak gerekir. İnsan, eğer bu sıyrılmayı gerçekleştiremezse hayatın gelgitleri arasında helak olur. Aşk, varlığın emelden kurtulup, kendisini tanıma halidir. Eserde; Yokluk aşkı tanımayan insanların içerisinde kayboldukları karanlık olarak tanımlıyor. İşte ölüm bu yokluktakiler için hüzünlü bir sondur. İnsan aşk ile ölüm arasındadır. Her ikisinin dışında geçen hayat ölüme karşı koyan kuvvetleri kullanmaya yarayan alışkanlıklardır. Unutmak da kurtarıcı bir musibettir. Daha yaşarken hayat yolunda adım adım öldüğümüzü gösterir.
Zulüm: Başkasına acı yaşatmak olan zulmün kaynağı hayvani ihtiraslardır. İnsan farkında olmadan kendine de zulmeder. Bu zulüm kurtulamadığımız haset ve kalbimizi bölen, aklımızı bizden uzaklaştıran hırslardan doğar. Topçu’ya göre hayat yolunda fırsatını ve gücünü bulan her insan çevresine zulüm yapıyor. “Şehirleri sert ve çekici kokularla büyüleyici karanlık bir zindan yapan Batı Medeniyeti, binlerce esirin emeğiyle çocuklarını eğlendiren bir zulüm cihazına dönmüştür.”[7] Devletlerin, saadetlerin, kuvvetlerin bizi kurtardığını söylerken bize en çok zulmedenler olduğu aşikârdır.
Günah ve Af: Günahı farklı farklı şekillerde tanımlayan Topçu’ya göre günah, varlığımızın insanlıktan hayvanlığa dönmek isteyişidir. Marifet; günahlardan arına arına yaşamayı bilmek ve Allah’a yönelmektir. Ruhun Allah’a doğru yürüyüşündeki geri dönüşleri ve hatta uzun duraklamalarına da günah denir. Günah, insanı ruhtan maddeye doğru çevirir. Kendi ruh kuvvetine inanmamak ve başkasının ruhi hamlelerine ket vurmak da bir günahtır. Allah’a olan yürüyüşü engelleyen tüm hareketler günahtır. Günah önce zekâ ile birleşir, gurur saltanatını kurar ve de hislerle de anlaşır. Nihayetinde iradesine aldığı insanı helak eder.[8]
Affetmek kalbin hareketidir. Affedilmek ise kalpte yapılan bir inkılap ve kişiye sunulan bir zafer hediyesidir. Zekâ mahsulü olmayan af, fenayı koruyan değil günahları temizleyendir. Affın tarifinden sonra kimlerin affedileceğinden bahseder. En başta nefsinin huzurunda hesap veren ve yaptığının pişmanlığını samimice çeken günahkâr affedilir. Çok ibadetle meşgul olandan ziyade ümit ile yüz güldürenler affedilir. Fitne, riya sahipleri, ruhlara korku salanlar ise affa nail olamazlar. Ve insan günahlarından affedilerek insanlaşır. Gerçek saadet de diğerlerini affetmekte saklıdır.
Gurur: Benliğin en büyük alameti, hepimizin içine sinmiş zehirli bir iksir olan gururudur. Gurur, var olmak iradesinin çocuğudur. Başka benlikleri yok etme kudretini kendinde bulmak ve bu şekilde var olma çabasıdır. Var olmak için yok etmektir gururu. İşte insanın mezara kadar kendisiyle götürdüğü bedbahtlığı bu gurur yüzündendir. Sonsuzluğa kavuşmak, murada ermek için ilahi emanete tutunulmalıdır. İlahi emanet elde edildikten sonra insanın sanatı; benliğini oluşturan zevkleri, hevesleri, iştahları birer birer terk etmesidir. Yalnız ilahi neşede huzur bulma bu sayede gerçekleşir. Benliğini şımartan ne varsa -servet, şöhret, şehvet- onları bırakıp minnet ve hayretle baş başa kalır insan. Benlikten kurtulup aleme hizmet, huzur verir. Zamanın benlik manzarasını şöyle betimler Topçu;
“Tribünlerde kol ve bacak maharetlerini alkışlamaktan kollar kopuyor beden sporları ile beden zevkleri, ruh sporları ile ruhun zaferlerine sanki son vermek istiyor. İnsanlık sarhoştur, kolay kolay kendine gelmeyecek bir sarhoş. Temenni ederim onu kendine getirecek hareket, tarihte olduğu gibi büyük bir bela ve musibet olmasın”[9]
Kuvvet: Yeryüzünde bir güce dayanarak bu güce sahip olmayan zayıflara zulmedenleri, kuvvetli olarak nitelendirmeyi eleştirir Topçu. Ona göre kuvvetli, hür olana denir. Önce nefsine sonra bütün dünyaya karşı bağımsız olabilme becerisidir kuvvetli olmak. Hür insanlara örnek olarak; Hallac-ı Mansur, Mahatma Gandhi gibi isimleri verirken, Timur’u tarihin en bedbaht esiri olarak niteler. Çünkü ona göre güçlü olan insan yırtıcı ve yıkıcı değil yaratıcı olan insandır. Zafiyet ve esaretten kin doğar. Güçlü ruhların meyvesi ise sevginin kaynağı, huzurun anahtarı olan merhamettir. Her şeyi yapabilen, her türlü suçu işlemeye kabiliyetli olan insan hür değildir. Pek çok hareketi yapmama gücüne irade ile sahip olan kimse hürdür. Harekete geçme ve frenleme kuvvetinin ahenkli işleyişi ile insan hür olabilir. Harekete geçme kuvveti ile kendini hür sanan insan aslında nefsinin, telkinlerin, menfaatlerin, hayat şartlarının ve bunların kendisine hissettirdiği hislerinin esiridir. Frenleme kuvveti; insanı durdurmaz, düzenler kontrol ettirir. Nelerin esiri olduğunu bilen insan, hangi kuvvetlerin esiri olduğunu anlayan topluluk, hürriyete yaklaşmıştır.
Dostluk: “Samimi ruhlarda ve şahsiyetin en yukarı basamaklarında rastlanan dostluk erkekle erkek, kadınla kadın arasındaki yalnız ruh halinde barınan aşkın sakinleşmiş ve süreklilik kazanmış halidir.”[10] Dosta kavuşmak için pek çok fedakârlık ve pek çok zorlu yolu geçmek gerekir. Ömrü boyunca dostu arayan insanlar, en azından arama zevkini tatmıştır. Hayatın anlamını bilenler bunu para kazanma ve hoş zaman geçirme peşinde telef etmezler, hayatı belki de dost arama yolunda bir cihat devri olarak sayarlar. Dost Allah’a ulaşmak için bir merdivendir. Rabbe kavuşma çabası, hakikat yolculuğunun son gayretidir.
Izdırap: “Izdırabın Manası” başlıklı makale, tekrar tekrar okunacak belki de kitabın mihenk taşı olan makalesidir. Bir insanın doğumundan ölümüne kadar onda devam ede gelen en sürekli hadise ızdıraptır ve insan diğer bütün hareketlerini işte bu ızdıraptan korunmak için yapar. Izdırap, insanın en derin tabakalarını sarsacak kadar güçlü darbelerden ortaya çıkmıştır. Bizi ızdıraplarımızdan uzaklaştıran her hareketimiz aslında bizi kendimizi tanımaktan kendimizle karşılaşmaktan alıkoyar. Benliğimiz, ızdıraplarımızdan kaçarken hazların ve isteklerin yıkıcı darbeleri altında ezilir. Izdırap insanda kalbin varlığının ilk göstergesidir ve onun sevgiyle karşılanması, dost gibi karşılanması kalbin eseridir. Kazancını her şeyi kaybetmede arayan kalp, böylelikle muradına erer. Izdırap benliğimizdeki bütün yabancıları feda etme kudretini bize verir bu da insanı yüceltir. Izdırapların hatırası kadar geçmiş hayatımıza anlam veren hatıralarımız yoktur. Çünkü benliğimize anlam katan eserler ızdırabın neticesi olan eserlerdir. Izdırap çekmek zordur fakat ızdırapla asıl benliğimizi elde ederiz. Izdırapta bir kavuşma vardır. Fakat bu kavuşma beraberinde pek çok ölüm ve kayıpla mümkün olur. Sun’i benliğimizin arzularını öldürürken gerçek benliğimize kavuşuruz. İnsan, ızdırap çekmeden gerçek benliğini tanıyamaz ve bulamaz. “Izdırapla beraber bir ölüm ve aynı zamanda bir doğum aynı ruhta birleşir.”[11] Izdırabı oluşturan sebepleri ortadan kaldıran insan yok olmaya mahkumdur. Kolaylıkla ve bollukla elde edilen zevkler önce insanın şuurunu uyuşturur sonra kalbini harap eder, en son olarak da iradenin gücünü yok eder ve insan denen varlığın haz peşinde koşan otomatik bir yapıdan farkı kalmaz. İnsanları da insanların oluşturduğu medeniyetleri de büyük yapan şey onların çektiği ızdıraplardır.
İnsan kendisinde irade hissettiğinde bir ızdırap da hisseder. İstemek ızdırap çekmektir. Kâinatta olan ilk kuvvet ızdıraptır. Önce ızdırap çekilir daha sonra da bu ızdırabı unutmak için kendi dışımızdan farklı konular düşünmeye başlarız. Eşyaya bağlanınca ızdırap unutulur. Bağlılık hazla birleştiğinde acıdan uzaklaşılır. Kendi dışımıza çıktığımız zaman mutluyuz zannederiz. İnsan böyle böyle, yavaş yavaş kendinden uzaklaşır hayvanlaşmaya ya da bitkileşmeye başlar. Bu maddi durumların arkasında hayatın gayesizliği pusu kurmuştur ve insanı mütemadiyen böler, küçültür, kalbini daraltır, yaratıcılığın kaynaklarını kurutur. Izdırap ruhu, bu sefil halden kurtaran eldir. İnsanın dünyada hayat gayesini bulması ve o gayeye götürecek dosta erişmek için mutlaka bir ızdırap seçmesi gerekir.
Izdırap akılla iradenin çatışmasıyla doğar. Bizde var olanla var olmasını istediğimiz hareket arasında bir ümit köprüsü vardır. Bu ümit, iradeyle doğduğu zaman dua olur. İrade kendi kendine yeterli olduğunu düşündüğünde başarısızlık, hoyratlık veya zulümle sonuçlanır. Zulümde ısrar ise bazı akıl hastalıklarına yol açar. Ancak kendi kendine yeterli olmadığını kabul eder ve kendi dışındaki sonsuz kudrete sığındığı zaman dua başlar. Duanın ilk şartı dünyamızda bizim aklımıza sunulan bütün imkân ve çarelerin yetersizliğinin bilinmesidir. İnsan kendisinin hiçliğini hissettiğinde mutlak gücün kendisine uzanan elini görür. Kabul olunan duaya şahit olduğunda o zamana kadar kendi dışında hissettiği sonsuz kudretin kendi içinde olduğunu görerek tereddütsüz teslim olur. Nihayetinde dua şöyle tarif edilebilebilir: “Bütün hallerimiz ve bütün varlığımızla sonsuz kudrete sükûn ve sürur içinde teslim olmaktır. “[12] Kendi gücümüze bağlandığımız ona inandığımız yerde dua yok olur, “Allah’tan ümit aşk halini alınca dua en yüksek haline ulaşmıştır.”[13] Gerçek din terbiyesi de müminin ruhunda dua halini sürekli hale getirmekle olur.
Bizde büyük ızdıraplar meydana getirenler, ruhumuzla bedenimizin çarpışmasına sebep olurlar. Onlara minnettar olunmalıdır. Çünkü bu iradeli çarpışmalar bizi Allah’a yaklaştıran hareketlerdir. Bu çarpışmayı yaşamayan adamların namustan bahsetmesini eleştirir. Ahlak, ruhun güç kazanmasıdır. Bu güç ancak bedenle çarpışarak kazanılır. Bedenin sefaletini itiraf etmek ve onu ruhun karşısına koymak içimizdeki mücadeleyi kazanmanın ön şartıdır. Oscar Wilde “Bedenin hiçbir düşüğü ve yıkılışı yoktur ki nefsi ruhanileştirmesin”[14] der. Zafiyetini bilmek ve itiraf etmek ruhun ilacıdır. Günahlardan nefsi temizlediği için değil, beden zevkleri ile çarpıştırdığı için insanı yükseltir, ruhu kurtarır.
Topçu, tüm güzelliklerin doğduğu ızdırabın lezzetine pek çok makalesinde değinir. “Sık sık öl ki sık sık dirilesin”[15] derken her ölümün sonunda bir diriliş olduğunu vurgular. Ona göre acılar; uyandırmak, diriltmek içindir. Derin uykuya dalanlara, kuvvetli iğnelerin bastırılması gerekir. Bu şekilde ızdırapla dolu olan ruhun nihai vuslatı kendine sahip olabilen bir insan olmaktır. Halkın korktuğu şeyleri severek halkın üstüne çıkılır. Yeryüzünü güneşli yapan büyük ruhların hepsi çileden korkmayanlardır. “Allah’a götüren yol ızdırabın yoludur”[16]
İdeal Nesil: “Kendimiz dışında nereye koştuysak gurbette kaldık “[17] diyor Topçu. Dünyada en zor şey kendini bulmaktır. Kendine koşan, böylelikle cemiyeti yoğuran ruhu şu cümlelerle tarif ediyor: “Cemiyeti yoğuracak ruh eski Asya’nın hikmetiyle Kur’an’daki ilhamı kendinde birleştirdiği halde garbın dört asırlık ilmine hayran, zihniyetine sahip, felsefesine aşina olacak Anadolu Dervişinin ruhudur”[18]
Asrın çocuğunun sadece nefsinin değil, makinenin ve sanayinin de esiri olduğunu söyler. Oysaki makinede Allah’a götürecek yol yoktur. Hikmet tekniği de kucaklar fakat teknikten hikmet çıkmaz. Her sahada makineleşmek aşka, hikmete veda etmektir. Çünkü makinenin aşkı, ilmi yoktur. Her girdiği yeri harap eder. İnsan Rabbi’nin buyruğuna girmezse kendi oluşturduğu makinenin emrine mecburen esir olur.
Ona göre Cemiyeti yoğuracak ruh sadece Rabbi’nin esiridir. Bizim şaşkın isteklerimizin hizmetkarı olamaz. Bize karşı koyarak bizi kurtarır. Bu ruh bize Hira Dağı’nda bırakılan mukaddes bir emanettir. Ümitsizlikten uyuşmuş gönülleri şevk ile açar. Mantıkla ilhamı yan yana yaşatır, kalp ile Kur’an’ı birleştirir. Zamanın soluk benizli, ümitsiz ve inanmaya gücü yetmeyen çocuğuna, hareketlerimizin iman ve heyecan yarışı olduğunu, hayatın bir ibadet aşkıyla yaşanması gerektiğini öğretir. Bizi kurtaracak ruh, sonsuzluğu sonu olan varlıklarda aramaz. Sonlu olanları sonsuzluğa yüceltendir. İşte bu ruh, uzaklarda değil kendi içimizdedir. Hakikate giden yolda bize ilham verecek aydınlık, kalbimizdedir. Bu aydınlığa kavuşmak için evvela şaşkın fanilere gıpta etmekten sakınmak gerekmektedir. Sonra da kin ile dolan kalbi; ibadet, aşk ve sabır ile yıkamak gerekir. Bu yol gaflet içinde kendini helak eden zalim kardeşlerimize merhamet yoludur. Ona sevmesini severek öğretmek gerekir. Merhametsiz bir zalimden daha çok merhamete ihtiyacı olan kim vardır? Güneşi görebilmek için zalimi de mezarcıyı da affedebilmek gerekir.
Zamanında ne kadar alkış alsa da birçok insanı mateme götüren zaferlerin, günümüze sedası olmaz. O zaferlerden geriye güzel bir şey kalmaz. Kalan gayz ve kin tohumlarıdır. Sabredenler zindanda da dar ağacında da muzaffer olurlar. Gerçek zafere sahip olanlar, bize ruh dünyasından selam ve müjde getirenlerdir.
Çile: Başka bir makalede de çileden bahseder Topçu. “Çile ümitsiz ve tesellisiz azabın sürekli olmasıdır”[19] Çile çekmeden dünyevi lezzetlere dalanlar, kader kudretinin elinde esirdir. Kendisi esir olduğu gibi çevresini de esir ederek yaşatmaya çalışır. En büyük çile ise böyle gafil kimselerin arasında hikmet ehli olanların çektiği çiledir. Çile, insanı insan olmaktan alıkoyan ne varsa ondan temizler; fıtrattan süzülen lekeleri arındırır. İnsanı derinliğindeki hakikate erdirip insandan alem çıkarır. Hüner çileyi çekmeyi becerebilmektir. Çileci çile ile dosttur. Onu teselli etmeye kalkmak, çilesini hafifletmeye çalışmak, onun Allah’a açılan penceresini tıkamak olur. Her şeyi kaybederek her şeyi kazanmaya başlayan çile kahramanı, duygulardan geçip sevinç ve kedere aynı yükseklikten bakan ve ikisine de bir anlam yüklememeyi bilendir.
Topçu çilenin ölümüne götüren yolda gözyaşının kıymetini anlatır. “Varsın zalimler gözyaşı lezzetleriyle her an yenilenen bir hayat nasibine eremedikleri için mazlum kanlarıyla arzı yıkamak sevdasına otursunlar. Sen bu akan kanlardan yaşayan mazlumlar için gözyaşı iksirini çıkarmaya çalış”[20] Gözyaşı; zayıflar için şikâyet, ümitsizler için dua, minnettar gönüller için şükran, fenadan kurtaran umman, ölümden koruyucu ilahi bir iksir, Allah’tan haber getiren ilham, çile tarlasının ilahi tohumudur.
Rahmet: Devamındaki iki makale rahmet kavramı üzerinedir. Topçu rahmet kavramını öyle bir irdelemiştir ki okurken gözüken rahmete hayran kalıp göremediklerimize hüzünlenmemek elde değildir. Rahman’ın rahmetine mazhar olmanın yolunu önce kendi bağrını yumruklamakla mümkün olduğunu, rahmetin ancak sağlam bir tezkiye-i kalp ile kazanılacağını söyler. Rahmete nail olabilmenin şartı ise önce senden bir merhametin çıkmasıdır. O zaman rahmet unvanını görecek gözler sana verilir. Rahmet denizinden kaçıp da huzuru başka yerlerde arayanları, meyhane kapısında bekleyip orada sersemleyenin haline benzetir. Bu kimseler rahmeti hissetmeden yankılarıyla yetinir. Ölüleri dirilten, aleme dolup taşan, bunca hayatta kendini gösteren rahmet hâlâ bizi uyandırmadıysa bu rahmetten kaçtığımız içindir. Görüşümüz, konuşmamız, düşünmemiz de rahmettir. Rab, O’nun rahmetinde görülür, O her yerdedir. En büyük rahmet merhamettir, aşktır. Rahmet aşk ile görülür, bilinir. İlmin yaptığı onu görmeden, tanımadan sadece irdelemektir. Rahmet kapısı kalp ile açılabilen bir kapıdır. Kalbi incitmeden o kapı açılmaz. Bu yüzden kalbin incinmesinden korkmamalıdır.
İnsanın içinde gizlenen Allah’ın sesidir kalbin sesi. Aşk ve hayranlıktan meydana gelir. Akılla kalbi kavramasını kıyas yapar burada; ona göre akıl daha tasnife başlamadan kalp işini bitirmiştir. Çünkü kalp mukaddesatın kaynağıdır. Kalp kırmak da bu yüzden cinayettir. Kalbe asilik akılla yapılır. Kalpler akılla katledilir ama kalbi öldüren kurnaz, ne kaybettiğinin farkında değildir. Hüner, kalbin emirlerine uyabilmektir. Kalbin en büyük emri de hizmettir. Bu sırada kalpler kırılacaktır. Çünkü kalpler kırılmak için yaratılmıştır. Kırılınca kalp yaşamış olur. Hiç kalbi kırılmadan ölen, hiç yaşamamış demektir.
Kitap “İlahi Neşve” başlıklı yazı ile biter. “İnsanoğlunun yeryüzünde tüm işi ilahi neşve taşıran bir ağaç olmaktır.”[21] der Topçu. İlahi neşve, görmeyi bilen bir gözle bakabilmektir topraklara. Gece, gündüz, kokular, renkler, sesler bunların her biri birer emanet, birer şehadettir.
Psikoloji ve sosyoloji seven, insanları ve kendini tanımaktan keyif alan, fikir ve ruh dünyasını inşa etmede İslam merkezli olmak üzere Doğu’nun ve Batı’nın birikimini kendinde derc etmiş bir kaynak arayanlar bu kitabı mutlaka tekrar tekrar okumalıdır. Pek çok kavramın derin anlamlarıyla buluşturan makaleler hayatı ve mukadderatı daha anlamlı görmeyi öğretecek, daha dertli ve daha huzurlu yaşama bir kapı açacaktır.
[1] Sakarya Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Mezunu, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni keskulmerve@gmail.com
(Bu yazı Young Academia tarafından yürütülen Prof. Dr. Hür Mahmut Yücer yönetiminde “Başarı Hikayeleri Tahlil Atölyesi” kapsamında üretilmiştir.)
[2] İsmail Kara, “Topçu, Nurettin”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul 2012, C. 41, s. 248-253. (Erişim 19 Aralık 2024)
[3] Nurettin Topçu, Var Olmak, Dergay Yayınları, İstanbul 2024, s. 18.
[4] Nurettin Topçu, a.g.e. s. 33.
[5] Topçu, a.g.e. s. 29.
[6] Topçu, a.g.e., s. 42.
[7] Topçu, a.g.e., s. 53.
[8] Topçu, a.g.e., s. 58.
[9] Topçu, a.g.e., s. 68.
[10] Topçu, a.g.e., s. 80.
[11] Topçu, a.g.e., s. 85.
[12] Topçu, a.g.e., s. 91.
[13] Topçu, a.g.e., s. 92.
[14] Topçu, a.g.e., s.104.
[15] Topçu, a.g.e., s. 132.
[16] Topçu, a.g.e., s. 134.
[17] Topçu, a.g.e., s. 110.
[18] Topçu, a.g.e., s. 110.
[19] Topçu, a.g.e., s. 118.
[20] Topçu, a.g.e., s. 121.
[21] Topçu, a.g.e., s. 141.