Büşra Rümeysa Şindi[1]
Kaygı Üzerine kitabının yazarı, Slovenyalı düşünür ve sosyolog Renata Salecl Ljubljana Üniversitesi’nde felsefe öğrenimi gördükten sonra aynı üniversitenin hukuk fakültesinin kriminoloji bölümünde araştırma görevlisi olarak çalışmaya başlamış ve 1991’de sosyoloji doktorasını tamamlamıştır. Salecl çalışmalarında hukuk, kriminoloji ve psikanalizi bir araya getirmiştir. 2010’da Slovenya Bilim Bakanlığı tarafından yılın kadın bilimcisi olarak seçilmiştir. İngiltere, Amerika, Almanya ve Slovenya’daki çeşitli eğitim kurumlarında dersler vermiş, öğretim üyesi ve kıdemli araştırmacı olarak çalışmalar yapmıştır. Avrupa gazetelerinde köşe yazıları da yazan Salecl’ın kitaplarından bazıları şunlardır: Seçme İkilemi (Metis, 2014), The Spoils of Freedom: Psychoanalysis and Feminism after the Fall of Socialism (1994), (Per)versions of Love and Hate (1998).
Kaygı Üzerine kitabının İngilizce basımı 2004’te, Türkçe çevirisini Barış Engin Aksoy’un yaptığı ilk basımı ise Metis Yayınları’ndan 2013 yılında yapılmıştır. Eser, giriş ve sonuç bölümleriyle birlikte toplam yedi bölümden oluşmaktadır. Eserde ağırlıklı olarak Freudcu ve Lacancı görüşlere yer verilirken, savaş kaygıları ve savaşlardan sonra ortaya çıkan travmalar, hiperkapitalizm çağında insanların kendilerine ilişkin algılarında meydana gelen değişimler ve hiperkapitalizmin bel bağladığı kaygılar, aşk kaygıları, ebeveynlik kaygıları, insanları travmalarından kurtarmanın ve kaygılarını hafifletmenin bir yolu olarak doğan tanıklık sanayiinin doğuşuyla ortaya çıkan kaygılar başlıklarıyla okuyuculara farklı konular aracılığıyla kaygı üzerine çeşitli bakış açıları sunulmaktadır.
Kitabın arka kapağında şöyle yazmaktadır. “Sık sık çağımızın kaygı çağı olduğuna dair yorumlar duyuyor, kaygıdan kurtulmanın yollarını aramaya teşvik ediliyoruz. Peki, nedir kaygı? Bakış açımızı değiştirerek kurtulabileceğimiz (ve kurtulmamız gereken) bir duygu mu, yoksa temel bir insanlık durumu mu? Bu sorular, kitabı okumaya teşvik mahiyetinde olsa da kitabın sonunda retorik sorular olduğu anlaşılmaktadır.”
Haber medyası, 11 Eylül’ün ardından, insanların belirsizliklerle nasıl başa çıktığını anlatırken hemen her gün kaygı terimini kullanıyor. Tipik bir haberin başlangıcı şöyle: “Yolcuların SARS’tan ve Irak’ta devam eden çarpışmadan-keza havaalanlarının yarı-askeri bölgelere ve hastalık denetim merkezlerine dönüştürülmesinden duyduğu kaygı, havayolu endüstrisi için kıyamet zamanlarını haber veriyor. Mahşerin dört atlısı birer birer teşrif ediyor. Önce 11 Eylül ve ölüm. Şimdi de savaş ve veba. Sırada ne var?” The New York Times, 6 Nisan 2003.[2]
Eserde Batı toplumunun her şeyin değişebilir olduğu ve hayatın bilgisayar oyununa benzediği bir simülasyon dünyasında yaşadıklarını kolayca benimseyebilecekleri bir algıya sahipken 11 Eylül olaylarının yaşanmasıyla bu var olan iyimserliğin değiştiği vurgulanmaktadır. Yaşanan olaylar neticesinde uygun bir genetik kodla ve yeni ilaçların icadıyla ölüm kalım meselelerinin gelecekte daha öngörülebilir ve kontrol edilebilir olacağı umuduna sahip olan insanlar için hem insan vücudunun hem de toplumun kendisinin çok daha kırılganmış gibi görülmeye başlandığı aktarılmaktadır. Eserde terörizm ve virüsün ortaya çıkması ve bu olaylar neticesinde insanların dünya algısını düzenliyormuş gibi görünen fantezi yapılarının yıkılması, ezici kaygıya yol açan etkenler olarak ele alınmaktadır.
Kitapta kaygının bireylerde ve toplumlarda varoluş durumlarına, kaygıyı ortaya çıkaran faktörlere, toplumların yaşadığı önemli olaylar ve toplumlara hâkim olan halk sağlığı sorunları neticesinde kaygının varoluşundaki değişimlere ve kaygı neticesinde yaşanan önemli gelişmelere yer verilmektedir. 11 Eylül’ün yeni bin yılın gelişiyle yeni bir kaygı çağını ortaya çıkardığı, yeni bir kaygı çağının başlangıcının da geçtiğimiz yüzyıllarda olduğu gibi toplumsal bir krizden sonra görüldüğü aktarılmaktadır. Bir kaygı çağının ortaya çıkışı, toplumun aşırı bir şiddetle yüz yüze gelmesinin ardından insanların yaşadığı travmalarla bağlantılandırılmıştır.[3] 11 Eylül’den daha önceki dönemde 1900’lü yılların ilk kaygı dönemi Birinci Dünya Savaşı’nın sonrasında yaşanmış, askeri kriz sona erdiğinde bile, ekonomik kriz ve bununla birlikte zihnin kriz devam etmiş, tüm bunlar kaygıyı beslemiştir. [4]
Rollo May 1945’ten önce örtülü kaygının, 1945’ten sonra ise aleni kaygının varlığına işaret etmiştir.[5] Eserde, 1945’ten önce kaygının bir uzaylı fenomeni gibi dışarıdan gelen tehlikeyle ilişkili olarak algılanırken İkinci Dünya Savaşı sonrasında alenileşerek özellikle 1970’lerin sonu ve 1980’lerin başında korku nesnesinin -HIV- toplumun ve insan vücudunun içinde konumlandırılmaya başlamasının Batı’daki tehlike algısını kökünden değiştirdiğine yer verilmektedir. Bu değişimlerle bağışıklık bilimi olarak da adlandırılan immünolojinin olağanüstü bir güç kazandığı vurgulanmaktadır.
Eser, toplumlarda kaygı beklentisinin ortaya çıktığını, bireysel ve toplumsal kaygıların ortak faktörler, değişimler ve gelişimleri sağlasa da kaygı yönetiminin çeşitli toplumlarda birbirinden farklı olduğunu ve birçok sosyolojik ve psikolojik unsurdan etkilendiğini ön plana çıkarmaktadır. Kaygıyı doğuracak sıradaki faktörün ne olacağını bilmek isteyenler diğer silahların tümü, kirletilmiş su, havalandırma, gıda zehirlenmesi vb. yoluyla şiddetin hedefi olacak vücuda odaklanmıştır.[6] Eserde tüm bu faktörlerin asıl yüzü şu şekilde vurgulanmaktadır; “ Yeni kaygı çağı öncelikle terörist saldırıları tehlikesiyle ve yeni hastalıklarla bağlantılıymış gibi görünüyorsa da kaygı, öznenin hem kendisinde hem de toplum genelindeki konumunda meydana gelen değişimlere dair algısındaki değişimden doğmaktadır. [7]
Yazar bu bölümde, savaş zamanı yaşanan kaygıları işleyerek kaygının paradoksunu göstermektedir. İkinci Dünya Savaşı’nda sorunlu askerleri savaş bölgesinden uzaklaştıran diğer ordulara oranla askerlerini ne pahasına olursa olsun cephede tutan ve psikolojik çöküntüyü çarpışmadan çekilmek için gerekçe olarak kabul etmeyen Sovyet ordusunun daha az sayıda, uzun süreli psikiyatrik kayıp vermesi eserde bir paradoksal örnek olarak verilmektedir.[8]
Renata Salecl, savaş durumlarında yaşanan kaygılar hakkında bir anlayış geliştirmemiz için Freud ve Lacan’ın görüşlerine yer vermektedir: “Freud kaygıyı bir tehlike beklentisi olarak ele almaktadır. Ona göre kaygının bir nesnesi yok gibidir dolayısıyla korkudan farklıdır. Lacan’a göre ise özne için kaygının kaynağı eksiklik değil, daha ziyade eksiğin yokluğudur, yani eksiğin bulunması gereken yerde belli bir nesne bulunmasıdır. Fantezi yaratma yoluyla özne eksiğe karşı bir koruma kalkanı oluşturur; oysa kaygıda, eksiğin yerinde ortaya çıkan nesne özneyi yutar- yani özne- yi soldurur.” [9]
Fantezi öznenin bir senaryo, kendisine tutarlık veren bir hikâye uydurarak eksiği örtbas etmesinin yolu olarak tanımlanmaktadır. [10] Eserde, fantezinin bazen barış için savaşma, bazen savaşa gittiği yerde bir turist gibi olma şeklinde görülebildiği ancak tutarlılık için oluşturulan gerçeklikten uzak bir bütünlüğün yıkılmaya meyilli olduğundan bahsedilmektedir.
Askerlerin savaş zamanlarında çarpışma stresiyle baş etmelerini sağlayan maddeler, alkol ve geceler boyunca uyanık kalmalarını sağlayacak ilaçlar kullanıldığına yer verilmektedir.[11] Nihayetinde askeri psikiyatrinin savaş kaygılarını yatıştıracak bir kimyasal madde bulma çabasının olduğu, savaşların gece yapılarak veyahut askerlere ilaçlar kullandırılarak kişilerin gerçekle karşılaşmasının önüne geçip fantezilerinin bozulmasının engellendiği ancak bu durumların ilaçların yan etkisi, çeşitli hastalıklar gibi yeni kaygılar doğurarak, paradokslar ürettiği aktarılmaktadır.
Bu bölümde okuyuculara medya temsillerinin ve kapitalizmin tutumlarının yansımaları olarak kaygıyı ortaya çıkarma ve var etme biçimleri gösterilmektedir. Yazar çağdaş topluma ilişkin kaygıların çağdaş kapitalizmin tabiatından doğan yeni güvensizlik hissiyle bağlantılı olduğunu söylemektedir.[12] Nasihat ve yasaklardan oluşan kokteyller 1990’ların “yap gitsin” (just do it) ve “kendin ol” buyruklarını geride bıraktırarak ne yaparsan yap yanlış yapacaksın ama bizim tavsiyemize uyup tekrar denesen iyi olur demeye getirmektedir.[13]
Yazara göre eş bulmaktan çocuklarla ilgilenmeye, vücut bakımından işyerinde hayatta kalmaya kadar, kişinin hayatını nasıl idame etmesi gerektiğine dair tavsiye arayışı, kaygıyı kontrol altında tutmayı sağlayabilecek tutarlı bir diğer büyük “öteki” bulma çabası olarak görülmektedir Bu görüşe göre ötekini bulma çabamız ötekindeki onama karşı kaygıyı da oluşturmaktadır. Eserde yer verilen Kierkegaard’ın görüşüne göre ise kaygı ve özgürlük arasında özel bir bağ vardır ki bu bağda özne tek söz sahibi benim demektedir. Kaygı olasılığın olasılığı olarak özgürlüğün fiiliyatıyla ilişkilidir dolayısıyla özgür olan özne, tam da özgürlüğün beraberinde getirdiği belirsizlik- olasılığın olasılığı- yüzünden kaygılı olmaktadır.
Tüketim ideolojisi paradoksu tüm görüşleri bir yana koyarak kendi içindeki paradoksu gözler önüne sermektedir. Öznenin kendisine ve toplumsal simgesel ağdaki yerine dair algısında meydana gelmiş olan ve özne için toplum genelindeki rolüne dair yeni kaygılar doğuran kayma, kapitalizmin bugünkü işleyişiyle çok yakından bağlantılı olarak görülmektedir.[14] Kapitalizmin sürekli bel bağladığı pazarlama sistemi tatminsizlikle bağlantılı olan arzu mantığını kullanmaktadır. Hangi maddi malları edinirsek edinelim bunun o istediğimiz şey olmadığı hissettirerek seçme bolluğundan faydalanmaktadır. Üretilen kaygıya sunulan çözümler, kaygının günümüz tüketim toplumuna hâkim olan pazarlama politikalarının motoru olduğunu gözler önüne sermektedir.[15]
Renata Salecl bu bölümde öznenin travmatik deneyimlerin kurbanı rolünden hayatta kalana geçiş yapması için yaşadıkları hakkında “tanıklık yapma” deneyimine geçmesinden bahsetmektedir. Eserde, 11 Eylül’ün üzerinden bir yıldan fazla bir zaman geçtikten sonra bile, Amerikan medyasının halkın sıkıntısını her gün “Metroda Kaygı”, “Hayatta Kalma Çantam” veya “Endişelenmeyin Hazır Olun: Kaygılı Ruhun Tavuk Çorbası” gibi başlıklarla haber yaptığı, İnsanlardan kimileri koli bandı ve şişe su alarak, kimileri ilkyardım, biyolojik ve kimyasal tehlikeler konularında kurslara katılarak kendilerini hazırlamaya başladığı bildirilmektedir. Böylesi bir durumda birçok insan kaygıya panzehir arayışına girerken öte yandan bu güvenlik önlemlerinin tam aksi etki yaratarak insanları daha da kaygılandırdığı fark edilmektedir. Dolayısıyla kaygının kontrolünün kimi zaman bir kontrolsüzlük yarattığı vurgulanmaktadır.
“Gördük ve sonra tekrar gördük. Tekrar tekrar gördük, ama hala gerçek olduğunu kabul etmek mümkün değildi. Bir süre uyuştuk, TV ekranında akıp giden onca veriyi zar zor özümseyebildiğimiz bir bölgeye sürüklendik, ama sonra aynı görüntüyü 14, defa, 37. defa veya 112. defa gördük ve işte o zaman yüreğimiz parçalandı. Gerçek olduğunu o zaman anladık ve görüntünün bir gün zihnimizden silinip silinmeyeceğini merak etmeye o zaman başladık (Entertainment Weekly, 28 Eylül 2001).”
Giriş yazısındaki sırada ne var sorusuna dönecek olursak sırada bazen bir toplumsal olayın tekrarları olmaktadır. Bir olayın tekrar tekrar kendini var etmesi gibi kaygı da gerek bir toplumsal krizde gerek medya sektöründe gerek öznenin kendi gerçekliği içinde bir telafi mekanizmasıyla tekrar tekrar kendini var etmektedir.
Yazar “Bir yandan popüler medya kaygıyı öznenin mutluluğu önündeki nihai engel olduğu izlenimini vermeye devam ederken biz öznenin kaygı duyuyor olmasını öznenin mutluluğunun önünde bir engel olarak değil, öznenin bireye damgasını vuran eksikle ve toplumsala damgasını vuran antagonizmalarla bir şekilde baş etmeye çalıştığının işareti olarak görelim.” der.[16] Yazarın işlediği konuları ele alırken görüşlerine yer verdiği Freud’da benzer şekilde “Psikanaliz mutlu olmaya yaramaz. Psikanaliz nevrotik kaygıdan arınıp olağan mutsuzluğa geçiş sağlar. Mesele iyileşmek değil, asıl mesele yaşamak.” demektedir.
Kaygı Üzerine kitabı, kaygıyı psikoloji, psikiyatri, ilaç sanayii, askeriye, pazarlama, medya temsilleri, sinema, reklamcılık gibi konular üzerinden çok geniş hatları ile ele almaktadır. Eser psikoloji, psikiyatri ve sosyoloji alanlarındaki meslek mensuplarına hitap etmektedir. Eserde psikanalitik görüşe ağırlıklı olarak yer verilmektedir. Bu nedenle Kaygı Üzerine kitabının daha iyi anlaşılması için öncesinde psikanaliz ile ilgili okumaların yapılması ve bu konu hakkında bilgi sahibi olunması tavsiye edilmektedir.
[1] İstanbul Üniversitesi-Cerrahpaşa, Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, Halk Sağlığı Yüksek Lisans Programı öğrencisi, sbusrarumeysa@gmail.com (Bu yazı Young Academia tarafından yürütülen Prof. Dr. Hasan Hüseyin Eker yönetiminde “Halk Sağlığı Yazarlık Atölyesi” kapsamında üretilmiştir.)
[2] Renata Salecl (çev. Barış Engin Aksoy), Kaygı Üzerine, Metis Yayınları, İstanbul 2021, s.8.
[3] Renata Salecl, a.g.e., s.25.
[4] Renata Salecl a.g.e., s. 1.
[5] Renata Salecl a.g.e., s. 12.
[6] Renata Salecl a.g.e., s. 17.
[7] Renata Salecl a.g.e., s. 12.
[8] Renata Salecl a.g.e., s. 34.
[9] Renata Salecl a.g.e., s. 32.
[10] Renata Salecl a.g.e., s. 31.
[11] Renata Salecl a.g.e., s. 45.
[12] Renata Salecl a.g.e., s. 55.
[13] Renata Salecl a.g.e., s. 56.
[14] Renata Salecl a.g.e., s. 60.
[15] Renata Salecl a.g.e., s. 61.
[16] Renata Salecl a.g.e., s. 140.