Ayşe Öztoklu[1]
Gelenekselci ekolün[2] önemli isimlerinden olan Gai Eaton, 1921 yılında Lozan’da dünyaya gelmiştir. Annesi ve babası İngiliz’dir. İngiltere ve İsviçre’de farklı okullarda ve alanlarda eğitim gördükten sonra Cambridge Üniversitesi’ne bağlı King’s College’da iki yıl tarih dersleri almıştır. İkinci Dünya savaşının başlamasının ardından The Royal Military College’a devam etmiştir. Burada askerî bir eğitim almaya başlamış olsa da erken yaşlardan itibaren edebiyata ve felsefeye ilgi duymuştur. Bu ilgisi onu İngiliz bir yazarın yönlendirmesiyle Doğu dinlerini araştırmaya itmiş ve böylece Hindu düşüncelerinden etkilenmiştir. Gelenekselci ekolün kurucu ismi Rene Guenon ve bu ekolün diğer önemli temsilcileriyle rastlaşması da bu sayede olmuştur.
Kahire Üniversitesi’ne İngiliz Edebiyatı hocası olarak çalışmaya gittiğinde tradisyonalist (gelenekselci) bir İngiliz Müslüman olan Martin Lings ile tanışmış ve ondan etkilenerek 1951 yılında Müslüman olmuştur. Uzun süre Jamaika’da yaşamış, diplomatlık başta olmak üzere birden çok ülkede farklı meslekler icra etmiştir. İkamet etmek amacıyla İngiltere’ye geri döndüğünde Martin Lings’in yönlendirmesiyle Şazeliyye tarikatının Aleviyye koluna katılmış ve tarikatın o dönemki şeyhi olan Frithjof Schuon’u (Îsâ Nûreddin) ile görüşerek İslami hayatını farklı bir boyuta taşımıştır.
Gai Eaton, Londra’daki Müslüman topluluk için önemli görevlerde bulunmuş ve sesini kitaplar, makaleler, çeşitli medya programları ile duyurmaya çalışmıştır. 26 Şubat 2010’da seksen dokuz yaşında vefat etmiştir.[3]
Emeklemeye başlanılan ilk anda, eli kaldırıp ileri atmak zordur. İlk adımı atmak için de çokça çabalamak gerekir. İnsan için yeni bir hayata başlamak, bir yazıya giriş yaparken ilk cümleyi kurmak genellikle bir hayli güçtür. Unuttuğu bir şeyi hatırlamak da hakeza öyledir. Çocukluk yıllarımızda bakım verenimizin olmadığı bir senaryoda bu zikredilenleri gerçekleştirmek neredeyse imkânsızdır. Unutulan bir şeyin hatırlanması ise genellikle dış faktörlere bağlıdır.
Gai Eaton, diğer adıyla Hasan Abdülhakîm bu kitapla okurunun elini tutarak ilk adımını attırmakta, ona unutmuş olduğu bir şeyi -aslında her şeyi- hatırlatmaktadır. Kitabın ismi yaratıcı inancına sahip olanlara Tanrı’yı nasıl unutmuş olabileceklerini sorgulatmaktadır. Kitabın belki de anlatmak istediği de budur. Özellikle modern dönemde inançlı olsalar dahi insanların kendini yaşama fazlaca kaptırıp asıl gerçeği gözden kaçırmaları Eaton’un kitapta vermek istediği temel mesajlardan biridir.
Teknoloji çağının başlamasıyla her alandaki ilerlemeler adeta çığ gibi büyümektedir. Yazara göre Müslümanlar, Batı’nın birikimini kendi hayatlarına aktarırken buz dağının altında kalan kısmı hesap edememişlerdir. Tüm dünyada refahın yükselmesinin bedeli, bizi maneviyattan uzaklaştırmasıyla ve Eaton’un tanımıyla “dikey boyutla olan irtibatımızı ya oldukça azaltması ya da hepten bitirmesiyle” ödenmiştir. Biz artık sadece maddi dünyaya önem veren ‘’yatay dünyalılar’’ olmuşuzdur. ‘’Nicelik niteliğin, çokluk birliğin yerini almıştır; cennet, artık gözlerden ve gönüllerden ıraktır ve Tanrı’nın kendisi, göklerdeki tahtından indirilmeye çalışılmaktadır.’’[4]
Unutulan bir şeyin hatırlanması için dış faktörlerin önemli olduğundan bahsetmiştik. Aynı şekilde bir şeyin sürekli hatırda kalması için de dışarıdan tetikleyiciler gereklidir. İnsanın zihin dünyası, bir şekilde dış dünyada görünür olur. Müslümanların inşa ettiği şehirler de bunun güzel bir örneğidir. Müslümanların zihinlerinin merkezinde Allah vardır, nitekim öyle de olmalıdır. Onların zihinleri pek çok alana olduğu gibi yaşadıkları mekânlara da sirayet etmiştir. Böylece şehrin merkezlerine, Allah’la kalbî irtibat kurdukları camileri ve kâinatı inceleyerek aklen bağ kurdukları ilim merkezlerini yerleştirmişlerdir.
Yazar, İslam’a ait tüm prensipleri akılda tutmak Allah’ı zikretmekle mümkündür demektedir. Bu bağlamda zikir geniş manalı bir kelimedir. Namaz da bu şemsiye kavramın altına girmekte hatta en ön sıralarda yer tutmaktadır. Bilgi ise ‘’dikey boyuta’’ alınmadan yani vahiyle bağlantı kurulmadan kullanıldığında ‘’asıl gerçeklikle’’ olan bağı koparılmış olur. Zira ‘’…Müslüman bilim adamı, eşyanın madde dünyasındaki işleyiş biçimi üzerine kafa yoruyor olabilir ama onun için asıl merak konusu olan şey, eşyanın yani ‘’Tanrı’nın koyduğu işaretlerin’’ içerdiği manayı bulmaktır.’’[5]
Çoğu insan kendisinden ziyade diğerinin ne yaptığı ile ilgilenir. Kendi meselesine dönmek bir yüzleşme ister fakat belki de çoğu insan bunu göğüsleyecek olgunlukta değildir, buna gücü yoktur. Kibir, insanın yumuşak karnında oturmaktadır ve onu tahtından etmek her insanın harcı değildir. Şüphesiz ki toplumu ihya etmek bir Müslümanın en temel görevlerinden biridir. Bunun için ne gerekliyse onu yapmalıdır fakat bunun ilk adımı vahiyle elde ettiği bilgiyi içselleştirmesidir. Eaton, kitapta bireysel uğraşıya dikkat çekmektedir. Kurulan siyasal düzenler ve bunun neticesinde gelen toplumsal başarılar ne kadar mükemmel olursa olsun yıkılmaya mahkûmdur. Tam aksi olarak bireysel mükemmellik ise ‘’… ebedi mükemmellik ile bir bağ kurar ve ilahi Rahmet’in rahatça dünyaya akmasını sağlayan bir kanal vazifesi görür. Bizler bu Rahmet’ten doğduk ve beslenip büyümemiz için ona muhtacız.’’[6]
Tam bu noktada mümin kadınlar için yazmış olduğu bölümden bahsetmek isabetli olacaktır. Kadın ve erkeğin toplumdaki yerinin, sorumluluklarının, hangisinin varlığının daha değerli olduğunun(!) sorgulandığı belki de modern insanın en çok çıkmaza girdiği meselelerden biri olduğu için kıymetli bir bölümdür. Kadın ve erkeğin arasındaki farklılıklar yadsınamaz bir gerçekliktir. Batının ve İslam’ın bu konuda ayrıştığı en önemli nokta burasıdır. Batı medeniyeti bu farkları azaltıp bu iki cinsiyeti birbirinin âdeta bir muadili yapmak istemektedir. İslam düşüncesi ise üzerleri tozlanan bu özellikleri bizzat parlatmaktadır, yüceltmektedir.
Yazar kitapta erkeğin imamlık etmek, vatanını savunmak için çalışmak ve ailesinin geçimini temin etmek görevlerinden dolayı kadından bir derece daha üstün olabileceğinden bahsetmektedir. Bu üstünlük muhtemelen kadını kapsayıcı olmasıyla ilgilidir. Kıymet, değer açısından üstünlük muhakkak ki takvadadır. Ayrıca kadın, erkeğe kıyasla daha çok alıcı noktada olduğu için toplumsal açıdan olumsuz bir özellik olarak görülebilir. Ancak erkek de Tanrı karşısında tamamen alıcı (muhtaç) konumundadır.
Duanın önemini vurgulayan birçok ayet ve hadisin mevcut olduğu malumdur. Allah (c. c.) ve Hz. Musa arasında geçen bir rivayeti burada anlatmak yerinde olacaktır. Allah (c. c.) Hz. Musa’ya ‘’Bana bende olmayanla gel!’’ diye buyurmuş Hz. Musa ise ‘’Rabbim sende olmayan nedir?’’ diye sorduğunda Allah Teâlâ ‘’Bende olmayan şey acizliktir.’’ diye buyurmuştur.
Nisa suresi 34. ayette erkeğin ‘’kavvam’’ olarak nitelendirilmesi, toplumdaki yerinin belirlenmesi için önemli bir ölçüttür. O, kadın üzerinde yönetici ve koruyucudur. Kadınla kıyaslandığında sorumlulukları ve buna karşılık olarak hakları da daha geniştir. Fakat kitaptan yapacağımız şu alıntı oldukça ilginçtir:
‘’Tanrı, O’nu gerçekten arzuladığımızda, kabuklarımızın kırılmasını ve çıplak ve savunmasız olarak benliklerimizden ayrılmamızı ister. Her ne kadar İslam gibi ataerkil bir dinde Tanrı daima ‘’O’’ yani ‘’He’’ [İng.] veya ‘’Huve’’ [Arp.] ise de gerçek şu ki, Allah ismine denk olan tek ilahi isim er-Rahman’dır[7] ve her şeyi kuşatan[8] bu isim ‘’karın’’ manasına gelen bir kelimeden [rahim] türemiştir. Fakat bu konunun detaylarına girmek, yumurta kabukları üzerinde yürümeye benzer. Dolayısıyla maksadımız bu kadarıyla hâsıl olsa gerek.’’[9]
Bu dünyayı bir okyanus olarak düşünürsek inandığımız şey her neyse bizi boğulmaktan kurtaran bir araçtır. Ucu bucağı gözükmeyen maviliğin içinde aklımızı yitirmemek için çaba sarf etmemiz gerekmektedir. Bu ıssız yerde birinin bizi görebileceği umuduyla elimizi kaldırırız. İmanımız tam bu anda cankurtaranımız olur. Hele ki imanımız, her nerede ve ne halde olursak olalım bizi görecek bir Tanrı’ya, Eaton’un ifadesiyle ‘’tek gerçek varlığa’’ ise görülmemiz için elimizi bile kaldırmamıza gerek olmayışı düşüncesi bize müthiş bir konfor sağlamaktadır.
Gemideyim Tanrı beni görüyor, şu an suyun yüzeyindeyim yaratıcı beni görüyor, şimdi suyun altındayım ‘’tek gerçek olan’’ beni yine görüyor… İnancın boğulmaktan kurtaran bir araç olduğunu söylediğimiz için belki burada çelişkiye düştüğümüz düşünülebilir. Fakat dünya hayatında yaşıyorsak her ne olursa olsun o suyun altına -şanslıysak- en az bir kere gireriz ve her ne kadar boğuluyor hissedersek hissedelim eğer yardım için elimizi uzatırsak sular üstündeki o gemiye tekrar çıkarılacağızdır. Tam burada yazarın da kitapta yaptığı gibi şu kudsî hadisi alıntılamak, ifade etmek istediğimiz şeyi daha anlamlı kılacaktır:
“Ben, kulumun benim hakkımdaki zannı ne ise öyleyim. Beni andığında onunla beraberim. O beni kendi başına anarsa, ben de onu kendi başıma anarım. O beni bir topluluk içinde anarsa, ben de onu o topluluktan daha hayırlı bir topluluk içinde anarım. O bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım. O bana bir arşın yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak gelirim.[10]
Dışarıda geçirdiğimiz çok yorucu bir günün ardından eve gitmek için yola koyulmuş olmanın verdiği o duyguyu hepimiz tatmışızdır muhakkak. Rotamız tamamlandığında ise evimizi görmüş olmanın verdiği huzurlu his, birçok şeye bedeldir. Eve varmanın kıymetini de oradan ayrıldığımızda fark etmiş oluruz. Dünya hayatını dışarıda geçirdiğimiz o bunaltıcı gün olduğunu düşünürsek eve dönüş yolu da muhakkak Tanrı’yı hatırlamak olurdu. Evi gördüğümüz yer cennet, ev ise Tanrı’nın bizzat kendisidir çünkü ait olduğumuz yer O’dur.
Tasavvuf eve dönüş yolculuğuna başlamanın önemli bir alternatifidir. Tasavvufta manevi ilerleme için izlenilecek bu yola seyr-i sülûk denilmektedir. Seyir etmek, yola çıkmak, yolda olmak… Öyle zannediyoruz ki aynı metaforun pek çok yerde kullanılıyor olması tesadüf değildir. Şazeliyye tarikatına mensup bir sufi olan Hasan Abdülhakîm, kitabın son bölümünü yazmadan önceki bölümü ‘’parlatılmış ayna’’ başlığıyla tasavvuf konusuna ayırmıştır. O, tasavvufu şöyle tanımlar: ‘’… sayesinde ruhun Tanrı’ya açık hâle geldiği ve O’nun yakınlığının imanın bir prensibi olarak kabul edilmenin ötesinde bizzat bilindiği [yani yaşandığı], uygulaması olan bir usul.’’[11] Devamında ise şu hadis-i şerifi vermesi bölüme verdiği başlığın anlamını netleştirmektedir: ‘’Her şeyin bir cilası vardır. Kalplerin cilası da Allah’ı anmaktır. Parçalanıncaya kadar kılıcınla düşmana vurman dahil, Allah’ı zikretmekten daha fazla Allah’ın azabından koruyan hiçbir şey yoktur.’’[12] Tanrı’yı prensip olmaktan çıkarıp O’nu hakkıyla bilenler O’nu, unutanlara hatırlatacaktır. Yazarın da kitapta belirttiği gibi acımasız soykırımlara ve Tanrı karşıtı propagandaya rağmen tarikatlar, insanların tutunduğu kuvvetli bir dal olmuştur. Aynı zamanda suistimal edilmeye çok açık olan bu alanda şeriat vurgusu oldukça önemlidir. ‘’Takvanın başı Allah korkusudur.’’ sözünü baz aldığımızda O’nun hükümlerine saygı göstermek ve uymak bizi şeriata götürür ve yaygın kanaatin aksine şeriat tasavvuftan ayrı bir şey değildir.
‘’Şeriatsız tarikat olmaz. Tasavvuf, Şeriat dininin alternatifi değil bilakis onun ikmalidir ve açıktır ki sevginin korkuyu bertaraf etmesi için her şeyden önce ortada korku olması gerekir. Aydınlığa ve sevginin sıcaklığına ulaşmadan önce uzun ve karanlık bir tünelin aşılması gerekmektedir ve bu tünel, dünyayı inkâr, nefis terbiyesi ve Tanrı’nın emirlerine itaatten meydana gelir.’’[13]
Kitabın son cümlesini okuyup kapağını kapattıktan sonra birçok düşünceyle baş başa kalırsınız. Eğer şanslıysanız yanınızda üzerine konuşacak insanlar vardır. Daha da şanslıysanız -evet kendimden bahsediyorum- tahlil etme fırsatınız olur. Bu sayede yazarın temas ettiği noktaları daha iyi anlarsınız ve böylece zihin süzgecinizden tekrar geçirme fırsatınız olur. Bu tahlilin yazım sürecinde, yazar kitapta pek çok konuya yer yer düzenli olsa da büyük ölçüde dağınık olarak değinmekte olduğu için kaçırılan yerler fark edildi, unutulmuş olan birçok yer hatırlandı. Aynı zamanda yazarın bağlantı kurduğu ama açıkça görülmeyen yerler de bu sayede yeniden keşfedildi. Amacımız ise bunu olabildiğince kısa, öz ve anlaşılır şekilde aktarmaktı. Küçük bir eleştiri olarak ekleyeceğimiz bir nokta ise alıntılanan bazı olaylar ve hadisler için kaynak verilmemesidir.
Gai Eaton, bu kitapla bize nerede olduğumuzu hatırlatmakta[14], ‘’yitip giden şeyin’’ Tanrı değil Tanrı’nın hatırlanması[15] olduğunu kulaklarımıza fısıldamaktadır. Alıntılanan cümlelerden belli olduğu üzere kitapta insanı can yerinden yakalayan pek çok cümle bulunmaktadır ama bu yazıyı okuyup kapattığınızda ben de sizi aklınızda pek çok düşünceyle bırakmak için en can alıcısını sona sakladım:
‘’… fakat O’nda iken, her bir parça yerli yerine oturur ve bir bütün oluşturur. Fakat yine de kendisiyle her şeyi paylaşacağımız mükemmel sevgiliyi, mükemmel dostu ararız ve gerçeği gördüğümüzde kahrolup içerleriz. Yanılgımız, dost diye Tanrı’dan başkasını aramış olmamızdır.’’[16]
Yatay Boyuttan Dikey Boyuta PDF
[1] Necmettin Erbakan Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, ayseoztoklu@hotmail.com (Bu yazı Young Academia ve İdeal Bilge Derneği iş birliğinde Dr. Kemal Yavuz Ataman yönetiminde ‘’Küresel Düşünme Yazarlık Atölyesi Uzmanlık Sınıfı’’ kapsamında üretilmiştir.)
[2] Tradisyonaliszm bir ekol olarak bilinir. Kurucusu Rene Guenon’dur. (Abdülvâhid Yahyâ). Temel savusu modern Batı medeniyetine karşı kadim Doğu geleneğinin üstünlüğüdür.
[3] Salime Leyla Gürkan, ‘’EATON, Charles le Gai’’, Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisi (Erişim 16.01.2025).
[4] Gai Eaton, Tanrı’yı Hatırlamak, (İstanbul: İnsan Yayınları, 2003), 45.
[5] Eaton, Tanrı’yı Hatırlamak, 48.
[6] Eaton, Tanrı’yı Hatırlamak, 171.
[7] ‘’De ki: “İster Allah diyerek, ister Rahmân diyerek yakarın; hangisiyle yakarsanız olur, çünkü bütün güzel isimler O’na mahsustur…’’ (Kuran Yolu (Erişim 16.01.2024), el-İsrâ 17/110.)
[8] ‘’…Allah buyurdu ki: Azabıma dilediğimi uğratırım; rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır…’’ (Kuran Yolu (Erişim 16.01.2024), el-A’râf 7/156)
[9] Eaton, Tanrı’yı Hatırlamak, 127.
[10] Ebû Abdillâh Muhammed b. İsmail el-Buhârî, el-Câmiʿu’ṣ–ṣaḥîḥ, (Şam: Dâru İbn Kesîr, 1423/2002), ‘’Tevhîd’’, 15 (No. 7405).
[11] Eaton, Tanrı’yı Hatırlamak, 267.
[12] Ebü’l-Fazl Celâlüddîn Abdurrahmân b. Ebî Bekr b. Muhammed el-Hudayrî es-Süyûtî eş-Şâfiî, el-Câmiʿu’ṣ–ṣaġīr, nşr. Seyit Avcı (Konya: Serhat Kitabevi, 2003.), 1/468 (No. 2419).
[13] Eaton, Tanrı’yı Hatırlamak, 257.
[14] Eaton, Tanrı’yı Hatırlamak, 204.
[15] Eaton, Tanrı’yı Hatırlamak, 90.
[16] Eaton, Tanrı’yı Hatırlamak, 202.